“Bizim bu ülkede bulunmamızın hırsızlık yapmaktan başka bir amacının olmadığını nasıl anlayabilirsiniz? Çok basit. Memurlar Burmalıları ezerken işadamları da onların ceplerine dalıyorlar. Eğer bu ülke İngilizlerin elinde olmasaydı, diyelim benim firmamın şimdiki gibi kereste sözleşmeleri yapabileceğini mi sanıyorsunuz? Ya da başka kereste firmalarının veya petrol şirketlerinin, madencilerin, çiftçi ve tüccarların? Arkasında hükümet olmasa pirinç çemberi talihsiz çiftçiyi soyup soğana çevirmeye nasıl devam edebilirdi?”Hayvan Çiftliği ve Bin Dokuz Yüz Seksen Dört gibi modern klasiklerin yazarı George Orwell’in ilk romanı Burma Günleri, yazarın gençliğinde sömürge polisliği yaptığı günlerdeki deneyimlerini ve imparatorluk yönetimine tepkilerini dile getirir. Orwell, İngilizlerin Birmanya diye de bilinen, bugün resmî adı Myanmar olan Burma’daki yaşamını, sömürgecilerle işbirliği yapan yerlileri, baskı ve sömürü düzenine karşı çıkanları, aşk, nefret, tutku çemberinde ustalıkla anlatır.
1
Yukarı Burma, Kyauktada bölgesi sulh yargıcı U Po Kyin, verandasında oturuyordu. Saat daha sekiz buçuktu; ama aylardan nisan olduğu için uzun, boğucu öğlen saatlerinin habercisi olan bunaltıcı bir hava vardı. Arada sırada hafifçe esen rüzgâr bir serinlik duygusu veriyor, saçaklardan sarkan yeni sulanmış orkideleri kıpırdatıyordu. Orkidelerin arkasında bir palmiye ağacının tozlu ve kıvrımlı gövdesi görülebilirdi; onun arkasında da masmavi, parlak gökyüzü. Yukarılarda, bakıldığında insanın başını döndürecek kadar yüksekte, birkaç akbaba kanatlarını hiç kıpırdatmadan dönüp duruyordu.
U Po, kocaman porselen bir put gibi hiç gözünü kırpmadan yakıcı güneş ışığının tam içine dikti bakışlarını. Elli yaşlarında bir adamdı. Öyle şişmandı ki yıllardır koltuğundan yardımsız kalkamıyordu ama yine de bütün iriliğine rağmen biçimli, hatta güzeldi; çünkü Burmalılar, beyaz adamlar gibi şiştikçe çökmezlerdi; tersine olgunlaşan bir meyve gibi simetrik bir şekilde şişmanlarlardı. U Po’nun çok geniş, sarı ve kırışıksız bir yüzü ve çok açık kahverengi gözleri vardı. Bütün parmakları aynı uzunlukta olan yüksek kemerli, küt ayakları çıplaktı. Kısa saçlı başı da açıktı. Burmalıların resmî olmayan toplantılarda giydikleri türden sarı kırmızı kareli, canlı bir Arakanese longyi1 giymişti. Masanın üzerindeki cilalı bir kutudan aldığı betel’i2 çiğniyor ve geçmiş yaşamını düşünüyordu.
Göz kamaştırıcı başarılarla dolu bir yaşamdı onunki. U Po Kyin’in en eski anısı, seksenli yıllarda, henüz şiş karınlı çıplak bir çocukken, zafer kazanan İngiliz askerlerinin Mandalay’a girişini seyredişiydi. Biftekle beslenmiş, kırmızı yüzlü ve kırmızı ceketli kocaman adamlar sıra sıra önünden geçerken duyduğu dehşeti hatırlıyordu; omuzlarında uzun tüfekler vardı, çizmeleri ağır ve ritmik bir ses çıkarıyordu. Onları birkaç dakika seyrettikten sonra tabanları yağlamıştı. Çocuk kafasıyla, kendi insanlarının bu devler ırkıyla asla başa çıkamayacağını kavramıştı. Daha çocukken İngilizlerin tarafında dövüşmek, onlara bir asalak gibi yapışmak en büyük tutkusu oldu.
On yedi yaşındayken kendine hükümette iş bulmayı denedi; ama yoksulluğu ve dostlarının olmayışı yüzünden bunu başaramayınca üç yılını Mandalay pazarlarının pis kokulu labirentinde pirinç tacirlerine yazmanlık yaparak geçirdi, zaman zaman da hırsızlık yapıyordu. Yirmi yaşında bir şantaj işinde şansı yaver gidip de eline dört yüz rupi geçince hemen Rangoon’a gidip parasıyla kendine hükümette bir yazmanlık işi ayarladı. Maaşı düşük olmasına karşın iş çok kazançlıydı. O sıralarda yazmanlardan oluşan bir çete, hükümet dükkânlarında yolsuzluk yaparak çok iyi paralar kazanıyordu ve elbette Po Kyin de (o sıralar adı yalnızca Po Kyin’di, soyluluk göstergesi olan U yıllar sonra geldi) onlara katılmıştı. Ama bütün yaşamını kâtiplikle ve ıvır zıvır hırsızlıklarla harcamayacak kadar becerikli biriydi o. Bir gün, küçük memur eksikliği çeken hükümetin, yazmanlar arasından kimilerine memurluk vereceğini öğrendi. Bu haber ertesi hafta kamuya açıklanacaktı ama Po Kyin’in yeteneklerinden biri de bilgilere herkesten bir hafta önce ulaşabilmesiydi. Karşısına çıkan fırsatı değerlendirdi, önlem almalarına fırsat vermeden bütün suç ortaklarını ele verdi. Çoğu tutuklandı ve Po Kyin dürüstlüğünün ödülü olarak ilçe yöneticisi yardımcısı yapıldı. O günden bu yana durmaksızın yükseldi. Şimdi, elli altı yaşında bir bölge sulh yargıcıydı ve büyük olasılıkla daha da yükseltilecek, komisyon vekili yapılacak, böylece İngilizlerle eşit, hatta onlara emir verebilen bir konuma getirilecekti.
Sulh yargıcı olarak yöntemleri çok yalındı. Ne kadar rüşvet verilirse verilsin hiçbir davada yargısı satılık değildi; çünkü yanlış karar veren bir sulh yargıcının eninde sonunda yakalanacağını biliyordu. Çok daha güvenli bir yol bulmuştu; iki taraftan da rüşvet alıyor, sonra da tümüyle yasalara uygun olarak karar veriyordu. Bu davranışı onun tarafsız biri olarak tanınmasını sağlamıştı ve bu da çok işine yarıyordu. Davacılardan ve davalılardan kazandığı gelirlerin yanı sıra, U Po Kyin, kendi yönetimi altındaki bütün köylerden sürekli bir para, bir tür özel vergi topluyordu. Herhangi bir köy, üzerine düşeni ödemeyecek olursa, U Po Kyin –dakoit’lerin1 köye saldırması, köyün ileri gelenlerinin sahte suçlamalarla tutuklanması gibi– cezalandırma yöntemlerine başvuruyordu; bunun üzerine çok geçmeden gerekli meblağ ödeniyordu. Aynı zamanda bölgesinde yapılan büyük çaptaki bütün soygunlardan da payını alıyordu. Elbette bunların çoğu, U Po Kyin’in amirleri dışında herkes tarafından biliniyordu (hiçbir İngiliz subayı kendi adamları hakkında söylenen olumsuz sözlere inanmazdı); ama şimdiye kadar hiç kimse onun foyasını açığa çıkarmayı başaramamıştı; vurgundan pay aldıkları için ona bağlı kalan çok sayıda destekçisi vardı. Ne zaman ona bir suçlama yöneltilse, U Po Kyin’in tek yaptığı, bir yığın karşı tanık çağırarak bunu yalanlamak, ardından da kendisini olduğundan daha da güçlü bir konuma getiren karşı suçlamalarda bulunmaktı. Ona zarar vermek neredeyse olanaksızdı; çünkü yanlış araç seçmeyecek kadar insan sarrafıydı ve aynı zamanda dikkatsizlik ya da bilgisizlik yüzünden başarısızlığa uğramayacak kadar entrikalara gömülmüştü. Yaptıklarının hiçbir zaman ortaya çıkarılamayacağı, bir başarıdan ötekine koşacağı ve sonunda tonlarca rupi değerinde, onurlu bir adam olarak öleceği kesinlikle söylenebilirdi.
Üstelik başarısı mezarda da son bulmayacaktı. Budist inanca göre yaşamlarında kötülük yapanlar, bir sonraki yaşamlarını bir sıçan, bir kurbağa ya da buna benzer aşağılık bir hayvan olarak geçirmek zorundadırlar. U Po Kyin iyi bir Budist’ti ve bu tehlikeye karşı da önlemini almayı amaçlıyordu. Yaşamının son yıllarını iyi işler yaparak geçirecek ve böylece daha önceki kötülüklerine ağır basacak kadar iyilik toplayabilecekti. Bu iyi işler belki de pagoda1 yaptırmak biçiminde olacaktı. Dört, beş, altı, yedi –rahipler ona kaç tane yapacağını söylerlerdi– hem de taşları oymalı, saçakları yaldızlı, rüzgârda çınlayan ve her çınlamanın bir dua olduğu küçük çanlarla süslü pagodalar. Böylece dünyaya yine bir erkek olarak geri dönecekti –çünkü bir kadın, sıçan ve kurbağa ile aynı düzeydedir– ya da en iyisi bir fil veya ona benzer soylu bir hayvan olarak dönmekti.
Bütün bu düşünceler, U Po Kyin’in kafasında hızla ve çoğunlukla da birer resim olarak uçuşuyorlardı. Kurnaz olmakla birlikte, barbarca işleyen bir beyni vardı, önünde belirli bir amaç olmadan asla kafası işlemezdi; düşünmek adına düşünceye dalmak onu aşan bir şeydi. Düşüncelerinin hedeflemiş olduğu noktaya gelmişti artık. Küçük, üçgen ellerini koltuğunun kenarlarına dayayıp oturduğu yerde biraz dönerek nezleli bir sesle seslendi:
“Ba Taik! Hey, Ba Taik!”
Verandanın boncuklu perdesinin önünde U Po Kyin’in uşağı Ba Taik belirdi. Çiçek bozuğu yüzünde aç ve ürkek bir ifade olan ufak tefek bir adamdı. U Po Kyin ona maaş ödemiyordu; çünkü tek bir sözcüğüyle hapse attırabileceği, hüküm giymiş bir hırsızdı Ba Taik. Efendisine yaklaşırken öyle çekingen adımlar atıyordu ki sanki geri geri gidiyormuş gibiydi.
“Buyrun kutsal efendim?” dedi.
“Beni görmek için bekleyen var mı, Ba Taik?”
Ba Taik, ziyaretçileri parmaklarıyla saydı: “Thitpingyi köyü muhtarı armağanlar getirmiş efendim; sonra efendimizin bakacağı tecavüz davası için gelmiş iki köylü var, onlar da armağanlar getirmişler. Hükümet temsilciliğinin başkâtibi Ko Ba Sein sizi görmek istiyor; bir de polis memuru Ali Şah ve adını bilmediğim bir dakoit var. Sanırım çaldıkları altın bilezikler için kavgaya tutuşmuşlar. Genç bir köylü kız da yanında bir bebekle gelmiş.”
“O ne istiyor?” dedi U Po Kyin.
“Bebeğin sizin olduğunu söylüyor saygıdeğer efendim.”
“Ha. Peki muhtar neler getirmiş?”
Ba Taik yalnızca on rupi ve bir sepet de mango getirdiğini sanıyordu. “Muhtara söyle,” dedi U Po Kyin, “yirmi rupi olması gerek. Ayrıca para yarın burada olmazsa hem onun hem de köylülerin başı derde girer. Ötekileri birazdan göreceğim. Ko Ba Sein’e buraya gelmesini söyle.”
Ba Sein bir dakika içinde geldi. Kahve peltesini andıran aşırı pürüzsüz yüzlü, bir Burmalı için çok uzun boylu, dar omuzlu, dik bir adamdı. U Po Kyin onu işe yarar buluyordu. Hayal gücünden yoksun ve çalışkan olduğu için kusursuz bir kâtipti ve hükümet temsilcisi Mr. Macgregor, resmî sırlarının çoğu konusunda ona güvenirdi. Biraz önce düşündüğü şeyler yüzünden keyfi yerinde olan U Po Kyin, Ba Sein’i gülerek selamladı ve eliyle betel kutusunu gösterdi.
“Evet, Ko Ba Sein, işlerimiz nasıl gidiyor? Umarım, sevgili Mr. Macgregor’un dediği gibi –U Po Kyin sözün sonunu bozuk İngilizcesiyle tamamladı– sağlandı fark edililir bir ilerleme.”
Ba Sein bu küçük şakaya gülmedi. Boştaki koltuğa dimdik oturup soruyu yanıtladı: “Mükemmel, efendim. Bu gazete sabah geldi. Lütfen inceleyin.”
Burmese Patriot adındaki iki dilde hazırlanmış gazeteyi uzattı. Sekiz sayfalık sefil bir paçavraydı gazete; kurutma kâğıdı gibi berbat bir kâğıda basılmıştı ve bir kısmı Rangoon Gazette’den yürütülmüş haberlerle ve bir kısmı da cılız hamaset öyküleriyle oluydu. Son sayfada mürekkep akmış ve bütün sayfayı kapkara etmişti, sanki gazete satışlarının azlığından yas tutuyormuş gibiydi. U Po Kyin’in okumaya başladığı makale, geri kalanlardan biraz daha farklı bir niteliğe sahipti. Makale şöyleydi:
İçinde yaşadığımız mutlu günlerde, biz zavallı esmer tenliler, güçlü Batı uygarlığının sinematograf, makineli tüfek, frengi gibi çeşitli armağanlarıyla donatılmışken bizim için Avrupalı koruyucularımızın özel yaşamlarından daha esin verici bir konu olabilir mi? Biz de okuyucularımızın, ülkenin yukarısındaki Kyauktada bölgesinde olan olaylar konusunda bir şeyler duymak isteyebileceklerini düşündük. Özellikle de söz konusu bölgenin saygıdeğer hükümet temsilcisi Mr. Macgregor hakkında.
Mr. Macgregor, bu mutlu günlerimizde karşımızda pek çok örneğini gördüğümüz şu kibar eski İngiliz centilmenlerinden biridir. Sevgili İngiliz kuzenlerimizin deyişiyle o bir “aile babası”dır. Mr. Macgregor gerçekten tam bir aile babasıdır. Öyle ki en son gittiği Şvemyo bölgesinde kaldığı bir yıl içerisinde arkasında altı küçük yavru bırakmıştır. Bu küçük bebeklerin bakımları konusunda hiçbir şey yapmamış olması ve bazı annelerin şu anda açlıktan ölme tehlikesiyle yüz yüze olmaları sanırız Mr. Macgregor’un gözünden kaçmış olmalı, vb…
Yazı buna benzer şeylerle doluydu ve ne kadar berbat olursa olsun yine de düzeyi gazetedeki öteki yazılardan daha yüksekti. U Po Kyin, gazeteyi biraz ileride tutarak –gözleri yakını iyi görmüyordu– makaleyi baştan sona dikkatle okudu, düşüncelere dalmış gibi dudaklarını gerdi; böylece betel suyuyla kırmızıya boyanmış bir dizi küçük ve kusursuz dişi açığa çıkarmış oldu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBurma Günleri
- Sayfa Sayısı344
- YazarGeorge Orwell
- ISBN9789750722400
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Pembe ve Mavi – Yanlış Adres ~ Hortense Ullrich, Joachim Friedrich
Pembe ve Mavi – Yanlış Adres
Hortense Ullrich, Joachim Friedrich
Çocuğun lakabı: MaviPasta Kızın lakabı: PembeKrema Çocuk ailesinin pastanesinde kremalı pasta servisleri yapıyor. Kız ele avuca sığmaz, zengin bir iyi aile kızı. İkisini birbirini...
- İki Şehrin Hikâyesi ~ Charles Dickens
İki Şehrin Hikâyesi
Charles Dickens
Yıllarca Paris’teki Bastille Hapishanesi’nde tutulan Doktor Manette sonunda serbest kalır ve kızı tarafından Londra’ya götürülür. Yaşadıklarının etkisiyle yıpranan doktor, kim olduğunu bile zor hatırlar....
- Aşka Adanmış Bir Gün ~ Pamela Clare
Aşka Adanmış Bir Gün
Pamela Clare
Tutku bir kez alev aldı mı onu söndürmek ya da varlığını inkar etmek zordur. Connor MacKinnon, komutanı Lord William Wentworth’ten öyle nefret etmektedir ki...