“Geçmişin çocukluk, geleceğin ise sadece bir bilinmezlik olduğu o boşlukta, ne çocuk ne de yetişkin olunan o on dört yaşın başıboşluğunda tek başıma ve her defasında daha büyük daireler çizerek evden okula, okuldan eve gidip geliyordum. Dinî inançlarım o yaş için fazla kuvvetli değildi ama yalnızlığımda tanrısal bir sebep olduğunu düşünmekten de kendimi alamıyordum. Çünkü tek çocuktum, çünkü solaktım, çünkü boyum yaşıtlarımın hepsinden uzundu ve hatta son günlerde sol ayağımın sağ ayağımdan daha hızlı büyüdüğünü gözlemliyor ve daha da büyümesinden korkuyordum.”
Burası Radyo Şarampol, hayatla başetmek için oyunlarına sarılan, yalnızlığını müzikle dindiren Filiz’in, Antalya/Şarampol Mahallesi’nden Berlin/Kreuzberg’e uzanan büyüme hikâyesi. İlk aşkın hiç unutulmayacak sarsıcılığı. Okul sıralarında ele inen cetvelin yakıcılığı. Radyonun ve arkadaşlığın efsunlu, sarıp sarmalayan dünyası…
Şükran Yiğit, kendine özgü sıcak anlatımıyla Ankara, Mon Amour! ve Çatıkatı Âşıkları gibi çok sevilen kitaplarına bir yenisini daha ekliyor. İçinden şarkılar geçen, yürek ısıtan bir romana hayat veriyor…
1. BÖLÜM
Antalya – Şarampol
Şarampol Mahallesi……………………………………………………………………………………………9
Her Şeyin Değiştiği Yaz – 1980 Yazı……………………………………………………12
Kitabım…………………………………………………………………………………………………………………………..26
“Kalkın, Gece İhtilal Olmuş!”……………………………………………………………………29
Ali………………………………………………………………………………………………………………………………………..37
Sınıf Birincisi – “Working Class Hero”……………………………………………43
Radyocu Asım………………………………………………………………………………………………………….85
Kehribar Yalnızlığı…………………………………………………………………………………………….90
“Mamy Blue”, Karanfiller ve Turunç Reçeli……………………………104
Gecede…………………………………………………………………………………………………………………………..107
John Lennon’ın Öldüğü Gün………………………………………………………………….114
İlk Kayıp……………………………………………………………………………………………………………………..126
2. BÖLÜM
Berlin – Kreuzberg
Berlin, Ocak 2013: “Where Are We Now?”………………………………..143
Berlin – 1987 Kışı………………………………………………………………………………………………..149
Arkadyus, Kreuzbergli Arkadyus………………………………………………………157
Benim Kaybettiklerim…………………………………………………………………………………..170
Mine Abla ve DDR……………………………………………………………………………………………192
Mayıs 1988 – Annem,
Checkpoint Norbie ve Radyo Sansibar………………………………………..198
Ayrılık – “Love Will Tear Us Apart”…………………………………………………205
Arkadyus’un Ardından……………………………………………………………………………….210
1988 – Yanik……………………………………………………………………………………………………………..215
Radyo Berlin – Ella ve Antalya……………………………………………………………221
Sweet Spot………………………………………………………………………………………………………………..241
İstanbul – 1996………………………………………………………………………………………………………243
Kasım 1989 – Nisan 1990: “Helplessly Hoping”……………………..254
Aralık 2019……………………………………………………………………………………………………………….278
1. BÖLÜM
Antalya – Şarampol
Şarampol Mahallesi
On dört yaşındaydım. Hiçbir şeyimiz yoktu. Yoksulduk. Yoksul ama mutsuzduk. Şarampol Mahallesi’ne temmuzla birlikte çöken güneşin altında annelerimiz Dokuma’ya, babalarımız restoran mutfaklarına çalışmaya giderlerdi. Birbirimizden başka hiç ama hiçbir şeyimiz yoktu. Tek tesellimiz, mahallenin, içinde mecalsiz küçük vantilatörlerin dönüp durduğu, tek katlı, iki gözlü, yan yana bloklar halinde dizilmiş evlerinin açık pencerelerinden sokağa yayılan televizyon sesleri arasında karpuz yiyerek seyrettiğimiz filmlerdekiler gibi “yoksul ama mutlu” olmaktı. Liseye başlayalı üç hafta olmuştu ama kendimi hâlâ hiçbir yerin ve hiçbir şeyin bir parçası olarak hissedemiyordum. Geçmişin çocukluk, geleceğin ise sadece bir bilinmezlik olduğu o boşlukta, ne çocuk ne de yetişkin olunan o on dört yaşın başıboşluğunda tek başıma ve her defasında daha büyük daireler çizerek evden okula, okuldan eve gidip geliyordum. Dinî inançlarım o yaş için fazla kuvvetli değildi ama yalnızlığımda tanrısal bir sebep olduğunu düşünmekten de kendimi alamıyordum. Çünkü tek çocuktum, çünkü solaktım, çünkü boyum yaşıtlarımın hepsinden uzundu ve hatta son günlerde sol ayağımın sağ ayağımdan daha hızlı büyüdüğünü gözlemliyor ve daha da büyümesinden korkuyordum. Başka korkularım da vardı tabii ki: Gerçek korkulardı bunlar.
Annemin bir gün eve gelmek yerine Garaj’dan bir otobüse biniverip gitmesinden, babamın turist bir kadının peşine takılıp bizi terk etmesinden korkuyordum. Sıkıyönetimden, sokağa çıkma yasağından, gazetelerde, “döndü” denilen hayatın bir türlü normale dönmemesinden, yani kayıplara karıştığı fısıldanan Cengiz Abi’yi bekleyen Mine Abla’nın gözyaşlarının dinmemesinden korkuyordum. Aslında modern matematikten, kompozisyondan ve beden eğitimi dersinde kasadan atlamaktan da korkuyordum.
Ama en çok on altı yaşına gelmekten korkuyordum. Yani annemin babama kaçtığı yaşa gelmekten ve geçen yaz, bir salı günü saat biri on üç geçe aniden yakama yapışan mutsuzluk fikrinin, Şarampol asfaltına hiç bitmeyecekmişçesine çöken bir ağustos sıcağı gibi hayatıma çöküverip, bir ömür boyu peşimden gelmesinden korkuyordum. O günden beri saatin biri on üç geçmesinden, ayrıca üç yıldır beşe yirmi iki kalmasından ve beş yıldır da sabahları sekize on yedi kalmasından korkuyordum. Fakat bunlar geçiştirilebilir korkulardı. O saatlerde saate bakmıyordum. Eğer yanlışlıkla bakarsam –ki bu çok az başıma geliyordu– hemen saatimi bir dakika geri alıp hızlı hızlı ikişer ikişer iki yüz kırka kadar sayıp tekrar bakıyordum. Sonra da bir dakika ileri alıp, kafamda sesimi olabildiğince değiştirip kendi kendime, “Geçti zaman, su gibi geçti zaman, zavallı yelkovan farkına bile varmadan,” diyor ve hayata kaldığım yerden devam ediyordum.
Hayatta kaldığım yerlerse hep aynı oluyordu. Kışları biri on üç geçe fırında, beşe yirmi iki kala evde divanın üstünde, saat sekize on yedi kala ise Şarampol Caddesi’nde oluyordum. Eskiden hep Rengin ve Engin’le birlikte. Yani Rengin’in her köşede 052’nin yolunu gözlemeye başlamasından ve Engin’in artık kızlarla gezmekten vazgeçmesinden önce. Sonra da, babaları tayin edilip Merzifon’a taşınmalarıyla hayatımdan ilelebet çıkıp gitmelerinden önce. Bir oyun gibi başlayan, önce öylesine söyleniveren ama konuştukça mayalanan ve nihayet hayatımızın orta yerine yerleşip, her şeyi darmaduman eden üç haneli bir sayı, üstelik asal bile olmayan bir sayı bir anda bir dolmuş şoförü olarak ete kemiğe bürünmüş ve ilk gerçek arkadaşımı alıp götürmüştü. Öfkeliydim, kırgındım, kendimi ihanete uğramış hissediyordum. Ve en kötüsü de bunun nedenini bilmiyordum. Âşık olmanın daha geçen yaza kadar filmlerin, şarkıların, romanların içinde bir fikir olarak kendi kendine yaşayıp gittiği yerden kalkıp, kimbilir hangi köşeleri dönerek, Şarampol Mahallesi’ne kadar uzanıp Mine Abla’yı kuyumcu nişanlısından ayırtıp, devrimci Cengiz Abi ile sözlendirtmesini, hayatıma yönelik bir tehdit unsuru olarak değil de aksine görülmemiş bir yenilik olarak heyecanla selamlayan ben, söz konusu aşk Rengin’in olunca…
Evet, söz konusu aşk Rengin’in olunca… Zoruma gitmişti. O gün, “Eğer birine söylersen bir daha konuşmam senle!” deyip, 052’nin dolmuşuna atlayıp gitmişti Rengin. Ve o an bambaşka, hiç tanımadığım bir insan olmuştu sanki. Dolmuşun arkasından bakakalmıştım. İçim bomboş kalmıştı. Hiçbir zaman hakkıyla tamamlanamayacak, hep yarım, hep eksik kalacak bir vedanın boşluğu sarmıştı içimi. Oysa henüz birkaç ay önce dünyada her şey yerli yerinde değil miydi?
Her Şeyin Değiştiği Yaz – 1980 Yazı
Rengin ve Engin’i tanımadığım bir zaman var mıydı benim? Yoktu. Engin bizden bir yaş büyüktü fakat sanki üçümüz bir arada dünyaya gelmiş gibiydik. Elbette aramızda çeşitli konularda görüş ayrılıkları, davranış farklılıkları ve hatta çıkar çatışmaları olurdu, ama bunlar değildi aslolan. Aslolan bunların bazen bir günde, bazen bir saatte bazen de bir dakikada unutuluvermesiydi. Renginler eskiden bizim sokakta oturuyorlardı ama ilkokulu bitirdiğimiz yıl mahallenin çıkışında yeni yeni yükselmeye başlayan apartmanlardan birisinin alt katına taşınmışlardı. Yine de bize yakındı evleri. Dört yüz elli dört adımda bizim evden onların evine varabiliyordum. Ancak sonra, geçen yazın başında, Konyaaltı’ndan obaya taşınılacağı gün, ne zamandır adımlarımı saymadığımı fark edip de yolu bu kez dört yüz bir adımda geldiğimde tuhaf bir huzursuzluk sarmıştı içimi. Sanki o yazın bütün yazlardan farklı olacağı doğmuştu içime. Tekrar eve dönüp, adımlarımı yeniden saymayı düşündüm ama bu saati bir dakika geri almak gibi kolayca yapılamadığı için vazgeçtim. Çünkü elimde çadırım ve ayrıca giyeceklerimi doldurduğum büyük bir torba vardı. Bu dört yüz bir adım meselesini unutmaya karar verip uzun uzun bastım zile. Rengin’in annesi Semiha Teyze açtı kapıyı. Semiha Teyze her sene dediği gibi, “Sen de gel bizimle,” demişti, “N’olucak, yaz günü, nerde yatsanız olur!” Ve ben de her sene yaptığım gibi çadırımı ve giyeceklerimi alıp erkenden çıkmıştım evden. Semiha Teyze çadırımı görünce gülmüş, “Bu çadır hâlâ duruyor mu? Koca kız oldun Filiz! Hâlâ sığıyor musun kız sen bu çadıra?” deyip mutfağa girmiş, ben de her zamanki gibi bir türlü uyanmak bilmeyen Rengin’i uyandırmaya gitmiştim.
Sonra İsmail Amca’nın elinde bir bavul, Semiha Teyze ile Engin’in iki ucundan tuttukları büyük bir çamaşır sepetine doldurulan kap kacak ve elimizde naylon torbalarla Şarampol Caddesi’nden inip Konyaaltı dolmuşunu beklemeye başlamıştık. İşte 052 de o gün girmişti hayatımıza. Engin artık büyüdüğü için o gün ilk kez İsmail Amca ile birlikte şoför mahalline oturmuştu. Semiha Teyze, ben ve Rengin ise en arka koltuktaydık. Anlattıklarımla hiç ilgilenmiyor gibiydi Rengin. Sorduklarıma cevap veriyordu vermesine ama uzakta bir yere takılı gözleri ve dudaklarında pek aşina olmadığım bir gülümseme ile sorduklarımı geçiştiriyordu sanki.
Sahile geldiğimizde inip obaya doğru ilerlerken fısıldadı kulağıma: “Biliyor musun, yol boyunca bakıştık!” “Kimle?” “Eh kim olacak canım? Şoförle tabii ki… Görmedin mi, gözleri ne kadar güzeldi!” “Görmedim,” dedim ve çadırımı kurmak üzere obanın ön tarafına doğru yürüdüm. Elbette ki okulda da oluyordu buna benzer şeyler. Rengin gelip anlatıyordu bana. Mesela, “Nuray’a birisi konuşma teklif etmiş, şu çocuk da bana bakıyor galiba, bak görürsün, şuraya yazıyorum, bu Muharrem gelir yakında yanımıza,” gibi şeyler söylüyordu. Ben de ilgileniyordum elbette söyledikleriyle ama ne kendimi ne de Rengin’i bir aşkın gerçek kahramanları olarak görebiliyordum. Hatta devrimcilerin bir öğlen toplanıp okul çıkışına gelerek, kızlara bakmak, asılmak, takip etmek ya da konuşma teklif etmek için okulun önünde bekleyen ne kadar erkek varsa sopaladıkları gün, Rengin’in, “Yazık ama,” sızlanışlarına karşı, “İyi oldu, hem de çok iyi oldu,” diyen Engin’le birlikte saf tutmuştum. Bu atışma, Rengin’in, “Amma merhametsizsiniz be,” diye kalkıştığı atağı, Engin’in, “Bunların hepsi lümpen be, nesine acıyacaksın?!” diye savuşturması ve ardından Rengin’in, “Dernekte öğrendiklerinle bize hava atma!” demesi üzerine Engin’in bizi orada bırakıp gitmesiyle son bulmuştu. Lümpen ne demekti? Hem Engin derneğe mi gidiyordu? Bu yeniliklerin hiçbirinden haberim yoktu.
Dahası, Rengin’in de bunları benimle konuşmaya niyeti yoktu. Israrla, “Nerde bu dernek?” diye üst üste sorunca, “Memurevleri’nde bir yerde galiba, ne bileyim ben!” deyip konuyu değiştirdi. Oysa ben Rengin’le bu konuyu daha çok konuşmak istiyordum. Çünkü eşitlik ve halk sözcüklerini duyunca heyecanlanıyor, bazen sokaklarda yüksek sesle çalınan Cem Karaca’nın şarkılarını Barış Manço’nun şarkılarından daha çok seviyor, sınavlarda “cevaplar” yerine “yanıtlar” yazıyor ve fırsat buldukça, “olanak” diyordum.
Babamın Demirelci olmasını anlaşılmaz, tuhaf ve hatta ilahi bir fenomen olarak değerlendirirken, annemin açıkça itiraf etmese de Ecevitçi olmasını daha normal karşılıyordum. Ayrıca Mine Abla’nın babamın tüccarlar kulubünden dediği kuyumcu nişanlısından ayrılıp, annemin fabrikadaki sendikadan tanıdığı devrimci Cengiz Abi ile sözlenmesinde ve bunu Mine Abla’nın mutlulukla, “Kısmet işte,” diye yorumlamasında kısmetten daha isabetli, daha umut verici ve daha sıcak bir şeylerin varlığını sezinliyor ve bunu sokakta yürürken ya da evde yalnız değilken her düşündüğümde, gülümsememi görmesinler diye belli etmeden elimle ağzımı kapatıyordum. İşte her zaman dört yüz elli dört adım tutan yolun o gün dört yüz bir adım tutması ve 052’nin Rengin’le bakışa bakışa bizi Konyaaltı’na bırakması ile başlayan o yaz, Rengin’in her fırsatta, ısrarla yol kenarına çıkıp arabalara bakmamızı istemesiyle devam etti. Ama bunun dışında birbirimize giden yolu henüz tamamen kaybetmemiştik. Bütün gün sahilde oturuyor, yüzüyor, balık tutuyor, yengeç topluyor, akşamları ise çoğu zaman kumların üstünde uyuyakalıp Semiha Teyze’nin uyandırması ile yerlerimize geçiyorduk.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı Roman (Yerli)
- Kitap AdıBurası Radyo Şarampol
- Sayfa Sayısı291
- YazarŞükran Yiğit
- ISBN9789750530135
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sevgili Abdülhamid Han ~ Şebnem Pişkin
Sevgili Abdülhamid Han
Şebnem Pişkin
Bir sultan şehri olan İstanbul 1878 yılının başlarında Osmanlı’nın içine düşmekte olduğu felakete hüzünlü bir çehreyle sessizce tanıklık etmekteydi. Osmanlı devleti 93 Harbini ordunun donatım ve teknik yetersizlikleri sebebiyle kaybetmiş, dönemin padişahı Sultan II. Abdülhamit Han Ruslara barış teklif etmek zorunda kalmıştı.
- Oyunlarla Yaşayanlar ~ Oğuz Atay
Oyunlarla Yaşayanlar
Oğuz Atay
Tanzimat’tan bu yana sürekli değişen politik ve toplumsal değerler karşısında tutunmaya çalışan Türk okur-yazarının kara güldürüsü. Eylemsizlikle geçmiş bir yaşamın getirdiği beceriksizlik ve gülünç...
- 05.45 İstanbul ~ Gökçe Bilgin
05.45 İstanbul
Gökçe Bilgin
“Ben bir katilim, o bir tutsak. Benzeyen ve benzemeyen yönlerimiz var. İkimiz de zamanın içine hapsolmuş, zamanın önümüze çıkardığı seçeneklere körlemesine dalıp duruyoruz. Plana,...