Gönüllere Şifa Bir Hayat Hikâyesi: Hazret-i Muhammed…
Selamlar ki, şeker dudaklıların vuslatı gibi içtendir, elbette onadır. Hasretler ki, âşıkların avazı kadar yanıktır, elbette onadır. Övgüler ki, özlem sözlerince füzûn ve arzular ki sevgililerin saçları misali uzun, ona, hep ona, hep onadır. O ki güldür, o ki sevgilidir, bütün mecburiyetler onadır.
Çölde alevlerle küfürler kavururken insanlığı ve bir gün ortasında kızıl kayalara çarparken vahşetlerin tutuşturduğu dalga dalga nefesler, bir melek adını andı onun. Sözcükler henüz yetim, sevgiler hançer sokumlarına mahkûmdu. Goncalardan kan damlıyordu gülistanlara ve çırçır böceklerinin rüya aralığında cinayetler işleniyor; babalar kızlarını toprağa diri diri gömüyordu. Cinnet karargâhına dönen yüreklerde hep aynı boşluk vardı ve masum kelebekler çarmıha geriliyordu, yalnızca masum oldukları için…
Zaman öyle bir zaman, mekân öyle bir mekândı… Ebabiller kara yere kararken Ebrehe’nin fillerini, gonca ana rahminde yetim kalıverdi. Kâbe’nin duvarını bir kırlangıç kucaklamıştı oysa, çığlık çığlığa… Ardından bir şair kollarını açıp haykırmıştı:
“Yaklaşıyor yaklaşmakta olan!.. Yaklaşıyor yaklaşmakta olan!.. Yaklaşıyor yaklaş…”
Avizesi cevzâ, ışığı dolunay idi gecenin… Yaklaşmakta olan, bir gül olup açtı ve yeminler edildi ömrüne. Gül açınca taşırdı insanlığın sevinç ırmaklarını ve dünya ilk kez dünya olduğunu hissetti. Bir bülbül gülün aşkına yanmış, yanmaktan kana boyanmıştı. Anlatıyordu:
Zamân o gül gibi gül görmedi zamân olalı
Gülün güzelliği dillerde dâsitân olalı
*
Peygamber Efendimizin hayat hikâyesi…
İskender Pala’nın güçlü kaleminden…
***
YAZILIŞ SEBEBİ
Ay gibi parlayan Yusuf, Mısır’a köle diye getirilmiş, pazarda satılacaktı. Herkes ona bir paha biçiyor, âşıkları sıraya girmiş müşteri yazılıyordu. Kimisi sandık sandık mücevher, kimisi çuval çuval misk, kimisi top top kumaş hazırlıyorlardı. Rayiç yükselmiş, fiyat arttıkça artmıştı. Tam o sırada, yüzündeki çizgilerden bütün ruhunun haritası okunabilen iki büklüm bir ninecik korkak adımlarla kalabalığa yaklaştı. Heyecandan sesi titriyordu:
“Bana yol açın. Yusuf’u almak istiyorum! Sakın beni unutmayın, mezatta pey süreceğim, bana yol açın!”
Muhafızlardan biri önünü kesti:
“İlahi nine; asillerden ve zenginlerden bunca âşığı varken, Yusuf’u neyle alacak, mezat terazisinin kefesine ne koyacaksın?”
Ninecik elini kuşağına attı:
“İşte bir kelep ip size; tam 99.999 ¹ ilmek, yaşlı gözlerimin emeği!..”
Muhafız, usulca koluna girdi, üzülmesini istemiyor gibiydi:
“Aklın var mı senin annem? Herkes bunca hazineler yığarken meydana, eğirdiğin şu keleple mi Yusuf’a talipsin?”
Ninecik Yusuf’u yürekten seviyordu besbelli. Muhafızın samimiyetini görünce çözülüverdi. İstiyordu ki kendisini meclisten sürmesin, Yusuf satılırken orada bulunabilsin, onu seyretsin, koklasın. Yalvarır gibi boynunu büküp mırıldandı:
“Bilirim oğul, metaım herkesten aşağıdır amma gönül de Yusuf’u istiyor. Şu ip elimden gelenin hepsidir; bununla güzeller güzeli Yusuf’u satın alamayacağımı ben de biliyorum. Lâkin maksadım odur ki beni de onun talipleri listesine yazsınlar, ‘O da Yusuf’a müşteriydi!’ desinler. Ben müşteri olayım da, belki de alıveririm!”
Refref’in, Burak’ın ve Kasvâ’nın süvarisine…
Bm. “Ve hiç şüphesiz senin için bitmez tükenmez bir mükâfat vardır. Ve hiç şüphesiz, sen pek büyük bir ahlak üzeresin”
(Kur’an, Kalem, 3-4)
SUNUŞ
Reh-i aşkında bî-sabr u şekîbim yâ Rasûlallah
Seni her kim severse ben rakîbim yâ Rasûlallah
(Nazîm)
Aşkının yolunda o derece sabırsız ve
tahammülsüzüm ki ey Allah’ın elçisi,
seni her kim severse kendime onu rakip görüyorum.
“İbrahim!” demişti Cebrail, “Beni Rabbin gönderdi. Benden bir isteğin var ise derhâl yapayım! Dilersen şu tepeleri birbirine kapatıvereyim; istersen şu kalabalığı taşa çevireyim.”
İbrahim gönüller kahramanıydı; teslimiyet vadisinde ötelerden öteye talip ve dağ gibi bir imana sahip:
“Rabbimin mübareği!” dedi, “Senden bir şey istemiyorum. Ben Allah’a tevekkül edenlerdenim. O bana dost olarak yeter. Dilesin uğruna can vereyim, dilesin uğruna cana durayım. Öldürmek de diriltmek de Dost’un elinde madem, bir can için gayrıdan bir şey dileyecek değilim.”
Cebrail gitti. Yanına ben vardım. Ona yetişmekte zorlanıyordum. Beni fark etmesi için kanatlarımı o kadar hızlı çırpmak zorundaydım ki, az kalsın çatlayacaktım. O ise Nemrut’u izliyordu. Hâlâ imana gelmesini umut ettiği aşikârdı. Zavallı Nemrut, tahtının önünde sarhoş çılgınlığıyla eğlenen halkın bağırışları arasında tanrılık iddiasıyla mest, İbrahim’in havada metanetle süzülüşüne bakıyor, çırpınmadığı için de yüzünü buruşturuyor, kahroluyordu.
Dağ gibi alevlerin sıcaklığını hissetmeye başlamıştık. İbrahim’in gözüne ilişebildim. Ve telaşla bağırdı:
“Kaç! Kurtar kendini!”
Sesimin en yüksek perdesinden haykırdım:
“Seni kurtarmadan olmaz!”
“Sen, minicik bir kuş!.. Ben şu heybetli beden… Aşağıda da dağ gibi alevler. Allah aşkına, beni nasıl kurtaracaksın?”
“İşte şu kanatlarımla İbrahim!.. Tutun haydi, gidelim bu radan!”
Önce hüzünlü bir tebessüm, sonra imkânsızın idraki, ardından yaşaran gözler:
“O minicik kanatların beni kurtarmayacağını sen de biliyorsun a kuş; neden böyle yapıyorsun?”
“Çünkü sen hakkı savunuyorsun İbrahim, doğruluk üzerindesin.”
“Teşekkür ederim ama bak, alevlere dokunmak üzereyiz, uzaklaş artık.”
“Asla! Seni kurtarmadan olmaz!”
“Boşa öleceksin!..”
“Hiç boşa olur mu İbrahim, kimden yana olduğum bilinir.”
Ateşlere İbrahim’le birlikte düştük. Yok yok, düşmek yanlış kelime; birlikte girdik. Kadifeler kaplı bir kapıdan ipek döşeli bir salona girer gibi, bir gurbetten bir sılaya erer gibi. İbrahim’in yanışını seyretmek üzere toplanan kalabalıklar birdenbire hayret çığlıkları atmaya başladılar. Bizim gördüğümüzü onlar da görüyor olmalıydılar. Yığın yığın kütükler kademe kademe yeşilliklere dönmüş, ateş yalımları şelalelere durmuş, kül kül, kor kor odunlar, çiçek çiçek, yaprak yaprak olup çevremizi kaplayıvermişti. İçinden ırmakların aktığı, ırmağında balıkların yüzdüğü mamur bir bahçedeydik. Ve her tarafta güller vardı. Her renkten ve her çeşitten güller. O civarda daha evvel hiç olmayan, hiç kimsenin tanımadığı, kokusu dimağları mest eden güller. Alevlerin renginde, dumanların renginde, korların renginde güller. Her bir ateş yalımının dönüşüverdiği ipekten, canfesten, çatmadan, bürümcükten güller. Desen desen, ıtır ıtır…
“Adın ne senin?”
İbrahim’in kalbindeki şükür yüzüne yansımış gibiydi. Ben de gülümseyerek cevap verdim:
“Bülbül, ey Allah’ın elçisi, bana bülbül dediler.”
Allah ile dostluk adına Cebrail’e iltifat etmeyen, iltifat etmediği için de Allah ile dost olan İbrahim’i daha o anda sevdim. O sevilmez miydi; Rabbim, gözlerimin önünde, sırf “Bir”liğinin şanını andı diye, ona sevgisini “Dostum, halîlim” diye bildirmiş ve ateşe, “Ey ateş, İbrahim’e karşı serin ve selamet ol!” buyurmuştu. Ateşin yakmadığı kutlu dost İbrahim, adımı öğrenmekten bahtiyarlık duymuştu sanırım.
“Bülbül,” dedi, “Rabbim, kendisinin tek İlah olduğuna inandığım ve bu uğurda Nemrut’un eziyetlerine sabredip ateşe atılmayı göze aldığım için bugün bana dostluğunu verdi; lâkin şu güller var ya, hani şu bahçe, işte o senin içindir, onları sana verdi, kıymetini bil.”
Sevincimi belli etmek için kanatlarımı çırptım. Bir an dilim tutuluvermişti ve sesim çıkmıyordu. İbrahim çırpınışlarımdan beni anladı:
“Buyur, söyle bülbül!”
İbrahim mucize sahibiydi, o “Söyle!” deyince Rabbim onu mahcup etmezdi:
“İbrahim, and olsun ki senin inandığın Allah, benim inandığım Allah’tır. Şu güller ki O bana vermiştir, her birine baktıkça O’nu anacak ve güllerimin güzelliğiyle övüneceğim!”
Hayret! Sesim ne güzel çıkıyordu. Birden güzelleşmiş, ahenge bürünmüştü sanki. Önceleri kesik kesik konuşabilirdim. Oysa şimdi söylediğim cümleler, tane tane ve ağzımdan bir terennüm gibi, bir ahenk içinde çıkıyordu. Sevincim hayretimden aşkındı. Kendi sesimi yeniden duymak için İbrahim’in yeni bir şey sormasını bekledim. Sormadı. Bahçede yürüyüp gülleri kokluyordu. Sırf konuşmuş olmak için bu sefer ben sordum:
“Güllerim çok güzelmiş ama, değil mi ey Allah’ın elçisi!”
İbrahim yüzüme bakıp yeniden gülümsedi. Konuşurken biraz da kasınmış olmalıyım ki ikaz ihtiyacı duydu:
“Bülbül! Fazla da övünme ki dünyanın en güzel gülü henüz açmadı. Bu gördüklerin onun güzelliğinden yalnızca bir desen, onun kokusundan yalnızca bir esinti.”
İlk anda ne dediğini fark edememiştim. Gurur sarhoşuydum ve durmadan konuşmak, sesimi duymak istiyordum. Dediğini idrak ettiğim anda güllere muhabbet duydum ve dünyanın en güzel gülünü düşündüm. Henüz açmayan bir gül…
Alevden güller ki şu bahçede benim için yaratılmıştı, açacak en güzel gülü görebilmek de hakkım olmalıydı. Bir sancı başladı yüreğimde. Sanki onu sevmem için ondan haberimin olması yeterliydi. Birkaç dakika içinde o en güzel gülü görebilmek arzusu içimi bir kor gibi tutuşturdu. Sesimin güzelliğine şaşırmam bile sona erivermişti. İbrahim’e onun hangi seherde ve nerede açacağını sordum. Bana bunun zaman ve mekân bakımından çok uzaklarda olduğunu söyledi. Sonra da üzülmeyeyim diye biraz anlattı. Kendi neslinden gelecekti ve adı Ahmed, Mahmud ve Muhammed olacaktı. Dediğine göre her şeyden evvel o var imiş ve Allah ilk evvel onun nurunu yaratmış. Zamanı gelip de âlemi teşrif ettiğinde, nuru bütün varlığı kuşatacakmış. Ve doğumuna kadar nuru temiz bir soy tarafından taşınıp nesilden nesle aktarılacakmış. Zaten kâinat onun yüzü suyuna yaratılmış ve Allah onun hakkında “Eğer sen olmasaydın, sen olmasaydın ey Muhammed, kâinatı yaratmazdım!” buyurmuş. Ahir zamanda ve son defa Allah’ın tebliğini insanlara ulaştırmak üzere gelecek ve dünyanın beklediği en müstesna gül olarak açacakmış.
İbrahim mucize sahibiydi. Şansımı denemek istedim:
“İbrahim, onu görmek istiyorum!”
“Yok, yok… Uzak… Çok uzak… Biz göremeyeceğiz.”
Onun cevabı kesin; benimse özlemim fazlaydı. Muhammed adını duymuştum bir kez; vazgeçemezdim:
“İbrahim, dünya bağının o en muhteşem gülü açarken yanında olmayı çok istiyorum. Sen Allah’ın dostu ve nebisisin. Benim için yalvarırsan, inşallah seni geri çevirmez.”
“Yani?”
“Yani ki pak soyundan gelecek o güle dair senden yardım istiyorum. Mucizatın hakkı için…”
“Nedir ki bülbül?”
“İçimde uyanmış iki arzu. İlki, onun nuru nesilden nesle geçtikçe Rabb Taâlâ da benim ona olan aşkımı soydan soya çoğaltsın, onu özlemekten bir an geri kalmayalım!”
“Hı!”
“Ve İkincisi, o gülün şanına Allah, bülbül neslinin sesini gittikçe güzelleştirsin, ta ki insanlar güzel şarkılarımızı dinledikçe onu hatırlasınlar!”
Allah Dostu uzunca bir süre öylece düşündü. Eğer teklifimi geri çevirseydi herhâlde orada düşüp ölebilirdim. Ama o, bunun için Allah’a yalvaracağını, lâkin bir şartı olduğunu söyledi. Şartı, o gül açasıya kadar seher vakitlerinde onu anmam ve açacağı çağda da kırk adet şarkı söylememdi.
“Nasıl yani?” dedim, “Şarkı öyle mi?” Hiç şarkı söylememiştim, bilmezdim. O üzerinde durmadı, eliyle bana “Tamamdır! Anlaştık,” der gibi bir işaret yaparak mırıldandı:
“Eğer gül hakkında samimi tazarrularda bulunursan bir gün varlığın lisanını anlayabilir, yaratılmışlara şarkılar söyleyebilirsin. Yeter ki seher vakitlerinde gülü övmeyi ihmal etme!”
Kim sevgili için şarkılar söylemeyi istemez ki? Allah’ın “Dost” edindiği mübarek peygamberin teklifini derhâl kabul ettim ve o da ellerini açtı:
“Allah’ım, bu aşk avaresi bülbülün ruhunu ta kıyamete kadar zinde kıl! İlahî, bedeni her doğumda değişse de gönlüne nakşedeceğin aşk, dünya bağının en muhteşem gülü için tazelensin, tazelensin, tazelensin… Allah’ım, bu şeydâ bülbül güle vuslat bulduğunda, o vuslatı kıyamete kadar anlatmak üzere sesine neslim Davud gibi güzellik ve bereket ver. Ta ki gül için kırk şarkı söylemiş olsun… Âmin!”
Hakkımda edilen duaya durmadan âmin diyor ve söyleyeceğim kırk şarkıyı düşünerek coşuyordum. İbrahim, Nemrut’un çılgın kalabalıklarına ibret olsun diye gül bahçesini bana bırakıp gitmişti. Sonraki zamanlarda onu çok özledim. Yalnızca bir kerecik, ta oğlu İsmail’le Kâbe’yi yaptığı ve hac-
— — —
1* Bu kitap 99.999 kelimeden ibarettir.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı - Anlatı Edebiyat İslam Roman (Yerli) Siyer
- Kitap AdıBülbülün Kırk Şarkısı
- Sayfa Sayısı590
- Yazarİskender Pala
- ISBN9786055107901
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5 cm, Ciltsiz
- YayıneviKapı Yayınları / 2015
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kayıp Kapının Anahtarı ~ Güzin Öztürk
Kayıp Kapının Anahtarı
Güzin Öztürk
Kuş Olsam Evime Uçsam’la tanıdığımız Güzin Öztürk’ün yeni romanı Kayıp Kapının Anahtarı, dostluk ve dayanışmayla her sorunun üstesinden gelinebileceğini anlatan, fantastik öğelerle bezeli bir “kendini...
- Kaçışın Ürküsü ~ Zulüm Haktan Kalır
Kaçışın Ürküsü
Zulüm Haktan Kalır
Kendinden kaçan, kaçtıkça yakalanan ve yakalandıkça tekrar kopan bir metin Kaçışın Ürküsü. Zamanların ve mekânların birbirinin içinden geçerek çoğaldığı, dehşetini eksik etmeyen bir çiçek dürbünü....
- İkiz Gezginler Yeşillikler Ülkesi’nde ~ Aytül Akal
İkiz Gezginler Yeşillikler Ülkesi’nde
Aytül Akal
İkiz Gezginler’le ver elini Bursa! Arkeolog, yazar Betül Avunç’un, yeni nesil okurları Anadolu topraklarının zengin ve çok kültürlü tarihiyle buluşturduğu “İkiz Gezginler” serisi, keşif...