Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Bugün Kalan Hayatımın İlk Günü
Bugün Kalan Hayatımın İlk Günü

Bugün Kalan Hayatımın İlk Günü

Maud Ankaoua

“Herkesin sahip olmak istediği şeylere sahibim ama hayatımdan memnun değilim, sence bu nasıl mümkün oluyor?” ​“Eskiden ben de öyleydim: İstediğim her şeyi satın alma…

“Herkesin sahip olmak istediği şeylere sahibim ama hayatımdan memnun değilim, sence bu nasıl mümkün oluyor?”

​“Eskiden ben de öyleydim: İstediğim her şeyi satın alma gücüm vardı, hayatım duygusal anlamda tatmin ediciydi ve sağlıklıydım. Ama bütün bunlara rağmen bir şeylerin yolunda gitmediğini hissediyordum. Ne olduğunu tam olarak bilemesem de kendimi bu dünyaya ait hissetmiyordum. Bu genel kasvet hâli beni rahatsız ediyordu. Özümü bulamıyordum.”

​“Tıpkı benim gibi! Ben de aynı şeyleri hissediyorum. Mutluluklarım kısa sürüyor, bir şey yolunda gitmediğinde veya biriyle ters düştüğümde hemen mutsuz oluyorum, sürekli gergin hissediyorum… Ben de senin gibi değişmeyi çok isterdim. Ama nasıl?”

Maëlle her şeyi kontrol altında tutmaya çalışan, yoğun tempoda koşturmaktan kendi mutluluğunu önceliği yapmayı unutmuş, Parisli mutsuz bir kadındır. En yakın arkadaşı Romane ile buluştuğunda öğrendiği gerçek sonucunda bir seçim yapmak zorunda kalır ve ondan istenen uzun, zorlu bir yolculuğa çıkar. Böylece mutluluğa giden hikâyesi de başlamış olur. Tam da Tolstoy’un dediği gibi, “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya biri bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.”

İçindekiler

1 Pişmanlık mı, Vicdan Azabı mı?
20 Çocuk Gözüyle
36 Yazı Tura
42 Şans mı, Şanssızlık mı?
54 Geçiş Üstünlüğü
67 Pozitif Düşünce
81 Boşlukta
95 Benim Sevgili Ö0em
111 Kartvizit
118 Çarpıtılmış Gerçek
132 Güzel Enerji
139 Bir Seçim: İki Kapı
156 Mutlak Birlik
171 Bugünden İtibaren…
183 Sıfır Kilometre
200 Sezgi
213 Kokteyl
223 Ayna
235 Karanlık Bölge
248 İhanet
263 A1etmek
272 Uçuş
276 Yeni Bir Başlangıç
286 Son Söz
291 Teşekkür

Pişmanlık mı, Vicdan Azabı mı?

”Düşmanınızı anlamak, onunla
savaşmaktan daha büyük bir
karakter gücü gerektirir.”
–SébaStien ProvoSt

Yoldan çevirdiğim bir taksi Paris’i boydan boya geçerek beni Panthéon’a bırakıyor. Bu mahalleye en son beş yıl önce, École Normale Supérieure’deki (ENS) toplantım için gelmiştim. Son sekiz yılımın her saatini bir mucize umarak geçirdiğim, dâhilerden oluşan bir girişim şirketinde çalışıyordum ve beni o zaman buraya getiren de yeni kurduğumuz fabrikamıza üstün yetenekli gençleri çekmek amacıyla, en iyi mühendislik okullarında doğrudan lobi çalışmaları yapmaya mecbur bırakan kısıtlı imkânlarımız olmuştu.

Şirkette finans direktörü olarak başladığım görevim kısa süre sonra bir hayli dallanıp budaklanmıştı: Hukuk direktörü, insan kaynakları direktörü, yan kuruluş direktörü; yani boğuluncaya kadar, öğrenebileceğim ne varsa öğreniyordum. Nihayet yapabileceğim şu birkaç günlük tatilin tadını çıkarmak istiyorsam elimdeki dosyaları bir an önce tamamlamalıydım. Her perşembe olduğu gibi, spor salonuna gitmek üzere işten erken çıkmıştım. Koşu bandında bir buçuk saat geçirecektim. Çeşitli aletlerin üzerinde peş peşe gidip gelen insanlara aldırış etmeksizin, vaktimin yarısını hayallere dalarak geçirmiştim. Sonra son birkaç internet alışverişinin ödemelerini yapmam gerektiğini hatırlamıştım.

Romane’ın beni bu kadar ısrarla aramasını gerektirecek acil ne olabilirdi? Ondan bir yıldır haber almamıştım. “Maëlle, konuşmamız lazım, seni yarın sabah 10’da Ulm Sokağı 26 numarada bekliyorum.” “Ne oldu? Hafta sonunu bekleyemez mi?” “Hayır, gerçekten çok acil. Gel!” demişti sert bir tonla. Sonra her zaman yaptığı gibi sesini yumuşatmış, ancak benim bütün itirazlarımı duymazdan gelerek telefonu kapatmıştı.

Bir süre olduğum yerde öylece kaldıktan sonra geri aramıştım ancak telesekreteri cevap vermişti. Bir SMS göndermiştim: “Yarın çok zor. Pazar günü Angélina’da brunch yapsak?” Tuileries Bahçeleri’nin kemerleri altındaki meşhur kafelerinde ara sıra geç pazar kahvaltıları için bir araya gelip birbirimize hayatlarımızı anlatırdık: koşturmalarımız, hayal kırıklıklarımız, aşk hikâyelerimiz… özellikle de aşk hikâyelerimiz! SMS’le ânında cevap verdi: “Konuşmamız lazım, sana güveniyorum, dostum benim!” Romane kimseden yardım isteyecek biri değildi. 34 yaşındaki bu Lübnanlı, fiziği ve sahip olduğu konumla son derece etkileyici bir kadındı. Siyaset bilimi okurken tanışmıştık ama sonra o, doktor olmaya karar verdi. Hayatım hakkında her şeyi bildiği gibi, bana kendisiyle ilgili de çok şey anlatmıştı; ayrılmaz bir ikiliydik. Bir gece, gizli kaçamaklarımızdan birinde üstü kapalı biçimde bahsettiği Beyrut’ta geçen çocukluğu hariç, aramızda tabu olan tek bir konu yoktu. O gece anlattıkları bana başka bir yüzyıldan kalma gibi gelmişti: savaş, bombalar, terör… Bir daha da asla geçmişinden söz etmemişti. Gücüne ve cesaretine büyük hayranlık duyuyordum. Geleneklere uymak için olsa gerek, Romane genç yaşta evlenmişti. Peş peşe üç çocuk doğurduktan sonra kendini deli gibi çalışmaya vermişti. Kültürel zorunluluklar yüzünden kaybettiği zamanı telafi etmek ister gibiydi ve bunu başardı da! Beş yıl içinde dünyaca ünlü bir ilaç firmasında üst düzey bir göreve atanmıştı.

Onu çok fazla göremesem de haberlerini gazetelerden alıyordum. Son birkaç aydır pek çok kere akşam yemeği teklifinde bulunmuştu ancak hepsini geri çevirmek durumunda kalmıştım. Ben de işimde yoğun bir dönemden geçiyordum. Artık bahanem kalmadığından teslim oldum: “OK, Romane. Yarın sabah geliyorum.” Trafik hızlı akıyordu. Taksi yirmi dakikadan kısa bir sürede Conservatoire National des Arts et Métiers’yi geçip beni ClaudeBernard ve Ulm Sokağı’nın köşesinde bıraktı. Randevumuza on beş dakika erken gelmiştim. Bu gizemli randevunun nedeni hakkında varsayımlarda bulunarak geçirdiğim gecenin yorgunluğunu üzerimden atmak için bir kahve içmeye karar verdim.

Elinde tuttuğu bir kadeh beyaz şarapla çinko tezgâha dayanmış ve cumhurbaşkanının krizi düzeltemeyeceğine dair teorilerini sıralayan bir adam dışında kafedeki tek müşteri bendim. Geleneksel servis personeli kıyafetleri içindeki uzun boylu ve soğuk görünüşlü genç bir garson, müşterinin söylediklerini şaşırtıcı bir ilgiyle dinliyordu. Kahve makinesinden çıkan kokular yemek kokularına karıştığından günün menüsünün ne olduğunu anlamak güçtü. Kara tahtada yazdığına göre, bu perşembe dana yahni vardı. Hâlâ ıslak olan zeminden yükselen çamaşır suyu kokusu eşliğinde… Garson ısmarladığım kahveyi hemen getirip adisyonu masaya bıraktıktan sonra bardaki müşteriyle hararetli sohbetine geri döndü. Ben de düşüncelerime geri döndüm. Romane’ın sesi her zamankinden farklıydı. Hafta ortası bana böyle alışılmadık bir randevu vermesi hiç normal değildi. Söyleyeceği bu kadar önemli şey ne olabilirdi? Neden bugünü seçmişti?

Saat 9.55. Kafeden çıkıp sonbahar yapraklarını ayaklarımla yararak yolun karşısına geçtim. Çınar yaprakları üç zamanlı ağır bir vals hareketiyle havalandılar. Sağ ayağım yaprakları savuruyor, sol ayağım dansa devam ediyor, sonra da rüzgâr bitmez tükenmez bir girdapla yaprakları geri getiriyordu. Masmavi gökyüzüne rağmen sabahın serinliği, içinde bulunduğumuz mevsimi gayet iyi hissettiriyordu. Ulm Sokağı boyunca ilerleyip ENS’nin giriş kapılarından birinin önünde durdum. Öğrencilik yıllarımda kalbini fethettiğim École Normale’li bir öğrenci sayesinde bir giriş kartı elde etmiştim. Bu vesileyle bir yıl boyunca okulun arşivlerinden, hiçbir yerde yayımlanmamış el yazmalarından faydalanıp bazı öğrencilerle son derece yakın ilişkiler kurma şansı bulmuştuk! O dönemden beri buraya bir daha hiç birlikte gelmemiştik, bu yüzden Romane’ın bana burada randevu vermiş olmasını tuhaf buluyordum.

Siyah demir kapının parmaklıkları önünde durmuş, hatıraları adeta dünmüş gibi hafızamda canlandırırken gözüm birden kapı numarasına takıldı: “45”. Romane’ın dün telefonda söylediği numaraya uymuyordu, o bana “26” numara demişti. Beş dakika daha bekledikten sonra gelmediğini görünce bana telefonda söylediği numaraya gittim. Romane randevularına asla geç kalmazdı ve başkalarının da geç kalmasına hiç tahammül edemezdi. Uzaktan bana işaret ettiğini görerek adımlarımı sıklaştırdım. Üzerinde görmeye hiç alışık olmadığım, rahat kıyafetler vardı.

Parlak siyah parkası, dar kot pantolonu ve bilekli spor ayakkabılarıyla ormanda yürüyüşe çıkmak üzere hazırlanmış gibiydi. Gözlerinin üzerine kadar indirdiği gri yün şapkasını görünce şaşkınlığım daha da arttı. Boynuna atladım, her seferinde olduğu gibi bana sımsıkı sarıldı. “Eee, bütün bu gizem ne böyle? Bana söyleyeceğin bu kadar önemli ne var? Geldim ama bu sabah fazla vaktim yok, senin de çok iyi bildiğin gibi: iş!”

Romane sözümü kesmeden beni dinliyordu. Zarif yüzü, mat ve pürüzsüz cildi, yumuşacık ama kararlı bakışlarla bakan gözleri içime dokundu. Güçlü görüntüsüne rağmen bu sabah kırılgan bir hâli vardı. Kaşlarını kazıtıp kalemle çizmeyi tercih etmişti. Yazık etmiş olduğunu düşünsem de bu düşüncemi söylemedim. Cevap olarak başıyla kapıda yazılı olan 26’yı işaret etmekle yetindi. Bakışlarını takip ettim: Giriş kapısının üstünde kabartma harflerle yazılmış “Curie Enstitüsü” logosunun yanında, üzerinde “Hastane” yazan büyük gri bir levha asılıydı. Sokağın üçte birini kaplayan bu devasa binayı ilk defa görüyordum. “Burada… ne… işimiz var?” Kanım dondu. Boydan boya bütün bedenimi dolaşan bir elektrik akımı hissettim. Ağzım bir karış açık, olduğum yerde donakalmıştım.

Şapkasının geniş ilmikleri arasında o muhteşem siyah dalgalı saçlarını arayarak içimi rahatlatmaya çalıştım ama onları göremedim. Şaşkınlığımı gizlemek için ellerimi ağzıma götürdüm. Gözlerimi yüzünden ayıramıyordum. Kelimeler boğazımda düğümlendi ve birden gözümden yaşlar boşaldı. Beni kollarına alıp “Her zamanki gibi yine çok çabuk kavradın!” dedi. Curie Enstitüsü uzun yıllardır kansere karşı savaşıyordu, dolayısıyla anlamak zor değildi.

Duygularımın beni ele geçirmesine engel olmak ve güçlü durmak için büyük bir çaba harcamam gerekti. Ayakta durmakta zorlanıyordum ama düşmemek için gayret ettim. “Kahretsin Romane!.. Sana olamaz!” Kabullenmiş bir edayla yüzüme baktı. “Herkese olduğu gibi, bana da olur, Maëlle.” Sonra kararlı bir sesle ekledi: “Neyse, seni buraya durumuma acıman için çağırmadım. Zamanının olmadığını biliyorum, şimdi kemoterapi için randevum var, benimle gelirsen seni neden aradığımı orada açıklayabilirim.” “Kemoterapi mi?

“Evet, endişelenme, bulaşıcı değil! Haydi gel, yoksa geç kalacağım.” Şaşkınlık içinde peşinden yürüdüm. Romane resepsiyonun önünden hızla geçti. Hastane kokusu içimi bulandırdı. Bu dezenfektan ve acı karışımı koku biraz önceki kahve serüvenimden pişman olmama yetti. Hangimizin daha hasta olduğunu bilmiyordum ancak şu an için hasta olan kesinlikle bendim! Bitmek bilmez uzun ve karanlık bir geçitten sonra bir çeşit hole, iki binayı birbirine bağlayan yaklaşık yirmi metrelik galeri gibi bir yere vardık. Romane kısa bir mola verdi. Kemoterapi merkezi diğer bölümde bulunuyordu. Geçit pleksiglas kaplı olduğundan ışık geçiriyordu, buna rağmen kendimi ölüm koridorunda yürüyormuşum gibi hissettim. Zaten zayıf olan bacaklarım artık iyice titremeye başlamıştı; kalbim deli gibi atıyor, midem bulanıyordu. Kaşı kirpiği olmayan kel bir hastayla karşılaştık. Sonra elinde serumunu taşıyan ve güçlükle nefes alan ikinci bir hasta gördük.

Gülümsedi, Romane da ona doğal bir şekilde gülümsedi. Başımı kaldırmaya cesaret edemeden, “Günaydın” diye mırıldanmaya çalıştım ancak kelimeler boğazımda takılı kaldı. Koridorun sonunda, dörtlü iki sıra hâlinde sırt sırta dizilmiş sekiz sandalye vardı. Arkadaşım geldiğini haber vermek için Carole isimli sekretere doğru yönelirken ben de biraz kendime gelebilmek için önüme gelen ilk sandalyeye yığıldım. Kadın cana yakın bir şekilde, “Günaydın, etiketleri hazırlıyorum,” dedi. Romane’daki coşkuyu ve güveni görmek beni çok şaşırtmıştı, sanki soyunma odasına geçmesini öneren bir satış personeliyle konuşuyormuş gibi, en ufak bir korku belirtisi göstermiyordu. “Kolay gelsin, hanımefendi.” Romane onu selamlayıp bana doğru döndü. “Geliyor musun? Biraz daha ileride.” Aceleyle karşıdaki koridora yöneldi.

Nasıl ayağa kalkmalı? Bu acıya katlanacak gücü nereden bulmalı? Böyle bir şeyi yaşamaya hazır değildim, bütün kaslarım kaskatı kesilmişti. Oturduğum yerde donakalmıştım, baygınlık geçirmek üzereydim. Romane dönüp endişe içinde bana doğru koştu. “Çok solgun görünüyorsun. Kendini iyi hissetmiyor musun, bir bardak su ister misin?” “Hayır, şey… Evet… Galiba biraz fazla ani oldu, bunu hiç beklemiyordum…” Kafam karmakarışıktı. Bütün bunlar yetmezmiş gibi acınası hâlime bir de baş ağrısı eklenmişti. “İstersen dışarıda bekleyebilirsin, bitince ben yanına gelirim. Zamanın var mı?” Cevabımı beklemeden fırladı. “Sana bir bardak su getireyim, kıpırdama, hemen geliyorum.” Carole yerinden kalkıp yanıma oturdu.

“Endişelenmeyin, ilk seferinde hep böyle olur, ama sonra alışılıyor.” “Alışılıyor mu? Neye alışılıyor?” “İlaç kokularına, hastaların fiziki durumlarına… Onların yerine acı çekmemeye. Dış görünüşlerine dikkat etmediğinizde ortada tek bir gerçek kalıyor: hastalığa karşı savaş. Eğer arkadaşınıza yardım etmek istiyorsanız bunu ona inanarak ve ihtiyacı olan gücü vererek yapabilirsiniz.” “Yapabilmeyi çok isterdim ancak bunun için gerekli enerjiye sahip olduğumdan emin değilim.” “Arkadaşınız sizi seçtiğine göre, sahipsiniz! Onu altı aydır her hafta görüyorum ve bugüne kadar kararlılığından ve gülümsemesinden hiçbir şey kaybetmediğine şahit oldum. Deneyimlerim sayesinde söyleyebilirim ki bu tip insanlar hastalığı atlatabiliyorlar. Meme kanserini %80’in üzerinde bir oranda iyileştirebiliyoruz. Arkadaşınızın hastalığı iyi yönde ilerliyor.”

“Bundan hiç kuşkum yok ama…” “Hasta olan o, siz değilsiniz. Buraya ilk defa yanında biriyle geliyor, o yüzden ona güzel bir imaj sunmak için buna layık olmaya çalışsanız iyi olur.” Bacağımı sıvazladı. “Haydi, şimdi kendinize biraz çeki düzen verin, birazdan geri gelecek, güçlü olun, size ihtiyacı var!” Carole bürosuna döndü. Oturduğum yerde doğruldum, sözleri aklımı başıma getirmişti: Romane bana güvenebilmeliydi, hasta olan oydu. Ama her seferinde yalnız geldiği hâlde, arkadaşım bugün buraya beni neden çağırmıştı? Elinde bir bardak suyla göründü. “Seni uyarmalıydım.” “Yok canım, sadece biraz sıcak bastı.

Biliyorsun, hastanelerle aram pek iyi değildir!” Getirdiği suyu bir dikişte içip ayağa kalktım. Romane’ın yüzü ter içinde kalmıştı. Pek iyi görünmüyordu, mantosunu çıkarıp koluna astı. “Neyin var, terledin mi? “Sıcaktan boğuluyorum ama beni bu hâlimle görmeye hazır olduğundan emin değilim.” “Şaka yapıyorsun herhâlde! Seni zaten olduğun gibi görüyorum: Ben sende hastalığı yenecek güçlü bir savaşçı görüyorum. Haydi, şu şapkanı çıkar da savaşa gidelim. Göreceksin, birlikte daha güçlü olacağız.” Kel başını görünce dengemi kaybetmemek için kendimişartlandırmaya çalıştım. Gözlerini bakışlarımdan kaçırmak için başını öne eğerek şapkasını çıkardı. Elimle çenesinden tutup başını kaldırdım. “Kafatasın bu kadar güzel olduğu için ne kadar şanslısın! V filmindeki Natalie Portman’a benziyorsun.

Onun kadar seksisin, onun kadar güzel gülüyorsun ve onun kadar bombasın!” Sımsıkı sarılıp kulağına, “Bir kanserin hayatımızı mahvetmesine izin verecek değiliz herhâlde!” diye fısıldadım. Carole çaktırmadan bana göz kırptı,ben de gizlice ona göz kırptım. “Haydi Romane, gidelim bakalım! Bana nasıl yaptıklarını anlat.” Gülümseyerek koluma girdi. Bir hemşireye geldiğini haber verdikten sonra yanıma oturdu. “Anlatsana… Ne zaman fark ettin? Ne kadar zamandır sürüyor?” Arkadaşım ilk kuşkularını, kontrolleri, sonuçları beklerken yaşadığı kaygıyı, sonucu, savaşı, acıyı, hayatındaki yansımalarını, korkuyu… bütün detaylarıyla anlattı.

Ben bütün bu süreçte neler yaşamış olabileceğini gözümde canlandırarak onu dinlerken beyaz önlüklü genç bir kadın, Pascale, yanımıza gelip tedaviye başlayacaklarını haber verdi. “Bu sefer yanınızda bir refakatçiyle mi geldiniz?” “Evet, uzun zamandır kız kıza buluşmamıştık.” Romane bana dönüp göz kırptı. Herkesin özel alanının paravanlarla belirlendiği büyük bir salona girdik. Her birimiz görev mahallindeki yerlerimizi aldık: Romane, kateteri ortaya çıkarmak için giysisinin üst kısmını açtı, Pascale karışımları hazırladı, ben de bayılmaya hazır bir biçimde koltukta oturdum. “Geçen hafta Taxol vermiştik, bugün daha kolay olacak, sadece Avestin vereceğiz.” Pascale elinde tuttuğu kocaman iğneyle arkadaşıma yaklaştı. “Hazır mısınız?” Romane dişlerini sıkarak, “Evet,” dedi.

Derin bir nefes aldı. Ben de aynı şeyi yapıp ciğerlerimi sonuna kadar havayla doldurdum. Pascale ani bir hareketle iğneyi katetere taktı, sonra sıvı torbalarını damlalık görevi gören bir bilgisayara bağlı olan askıya asıp gerekli ayarlamaları yaptı. “Sohbet için yarım saatiniz var kızlar! Bana ihtiyacınız olursa seslenin yeter.” Romane acı çeker gibi görünmüyordu, kumanda aletinin düğmesine basıp yatağının arkasını doğrulttu ve bana şefkatle gülümsedi.

“Bunun senin için ne kadar zor olduğunu biliyorum. Sana çektirdiğim işkenceye katlanmak kolay bir şey değil ama senden çok önemli bir şey isteyeceğim.” “Evet, elbette, ne istersen yaparım!” Koltuğumu kol kısmından çekip yatağa yaklaştırdım ve arkadaşıma iyice yakın olmak için ucuna doğru oturdum. Başını önüne eğdi. “Senden başka kimden isteyebilirim ki?” Birazdan söyleyeceklerine layık olamamaktan korkarak gözlerimi dudaklarına diktim. “Biliyorsun, geçen yıl görüştüğümüzde bir araştırma ekibine katılmak üzere Katmandu’ya gidiyordum. Orada iki ay kalacaktım ancak gidişimden üç hafta sonra jinekoloğumdan bir mesaj aldım. Gitmeden önce yaptırdığım testlerin sonucunu bildiriyordu.

Testlerin sonucu kötü çıkmıştı.” “Kanser mi?” “Evet. Yıkıldım tabii. Konuyu beş yıldır orada yaşayan Amerikalı bir profesöre, Jason’a açtım. Jason bana Nepal’deki geleneksel bir yöntemden bahsetti. Bu yöntem sayesinde, insanın düşünce yapısını değiştirerek ve bilinç seviyesini yükselterek hastalıklardan kurtulması mümkünmüş.” Kaşlarımı çattım. Romane sözlerine devam etti: “Pek çok kitapta bu yaklaşımdan bahsediliyor ancak hiçbiri içeriğinin ne olduğunu belirtmiyor. Jason bana bu yöntemin içeriğine ulaşmanın zor olduğunu ancak bir kere ele geçirilirse bunun dünyayı değiştireceğinden şüphe duymadığını söyledi.

Ayrıca Nepal’e geliş amacının da bu olduğunu ilave etti.” Romane göğüslerini kapatmak için gömleğini yukarı doğru çekerken bir an durup nefes aldı. “Bir akşam yemeğinde, bana elde etmeyi başardığı son derece şaşırtıcı olgulardan söz etti: Farklı zamanlarda, birbirlerinden uzak farklı ülkelerdeki insanların aynı bilinçlenmeden bahsettiklerini keşfetmiş.”

Şüphe içinde, oturduğum koltukta iyice yayılarak bacak bacak üstüne attım: “Bunca yıldır kimse bulamamış mı peki?” “Hayır, pek çok araştırmacı sonuca oldukça yaklaşmış ama hiçbiri bulamamış. Olası bir varsayıma göre, Çin ile Nepal arasında yaşanan çatışmalardan sonra hükümet bu çalışmaları saklıyormuş.” Romane’ın bunları ne amaçla anlattığını ve benden ne istediğini anlamadan dinlemeye devam ettim. “Büyükelçiliğe sormaya çalıştım, Katmandu’daki bakanlıklardan randevular aldım ancak kimse böyle bir el yazmasından bahsedildiğini kesinlikle duymamıştı. Bununla birlikte, ne zaman konuyu açsam insanların endişelendiklerini görebiliyordum.

Sonra zaten doktorum tedaviye başlamak üzere Fransa’ya dönmemi istedi.” “Öyleyse elinden geleni fazlasıyla yapmışsın zaten.” “Devamını bekle: Fransa’ya dönmeden bir gün önce kaldığım otelin lobisinde bir adam aceleyle elime bir mektup sıkıştırıp ortadan kayboldu.” “Bu hikâye iyice hazine avı oyununa benzemeye başladı.” “Maëlle, ben çok ciddiyim!” “Affedersin, dinliyorum. Ama itiraf et ki…” Sert sert baktı, alay etmeyi hemen kestim. Romane çantasından bir zarf alıp içindeki kâğıdı bana uzattı. Buruş buruş olmuş bu kâğıtta mükemmel bir İngilizceyle yazılmış bir not vardı: “Araştırmalarınıza son verin, aksi takdirde başınız çok ağrır.” Bu hikâyeyi çok önemsediği belli oluyordu ancak bir yandan da tedavinin yan etkilerinin hayalperest olmasına yol açıp açmadığını merak ediyordum. Düşüncelerimi okumuş olmalıydı. “Bütün bunların sana çok saçma geldiğini biliyorum. Ben de uzun bir süre şüpheyle yaklaştım.”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Artık Bensiz Asla ~ Maud AnkaouaArtık Bensiz Asla

    Artık Bensiz Asla

    Maud Ankaoua

    “Bu yolculuk; yaşamak, oynamak, sevmek dışında bir isteği olmayan içindeki o yaralı çocukla tanışmasını, ama bu hazinenin de ötesinde, koşulsuz bir sevgiyi keşfetmesini sağlamıştı:...

  2. Yaşamadan Ölmeyeceğim ~ Maud AnkaouaYaşamadan Ölmeyeceğim

    Yaşamadan Ölmeyeceğim

    Maud Ankaoua

    “İntiharını otuz gün erteleyebilir misin? Otuz gününü satın almak istiyorum! Haydi, kaybedecek hiçbir şeyin yok. Göreceksin, kendini çok rahatlamış hissedeceksin.” Phueng masanın üzerinde duran...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Açlık Oyunları ~ Suzanne COLLINSAçlık Oyunları

    Açlık Oyunları

    Suzanne COLLINS

    Sevgili okuyucu, İnsanlar uzunca bir süredir, yeni genç yetişkin üçlememin ilk kitabı olan Açlık Oyunları’m yazmaya nasıl başladığımı merak ediyorlar. Sanırım bunun en önemli...

  2. Sende Kendimi Buldum ~ Sylvia DaySende Kendimi Buldum

    Sende Kendimi Buldum

    Sylvia Day

    Crossfire serisinin 2. kitabında heyecan dozu daha da yükseliyor. Sakın korkma! Zifiri bir karanlığa açtım gözlerimi. Gideon, yatağı hafifçe çökerterek yanıma oturdu ve üzerime...

  3. Üç Gine ~ Virginia WoolfÜç Gine

    Üç Gine

    Virginia Woolf

    Yaklaşan faşizm ve savaş tehdidi altında yazılan Üç Gine, Virginia Woolf’un kadınları erkek egemen düzene başkaldırmaya çağıran en cesur yapıtlarından biri. Savaş karşıtı bir...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur