Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Bu Bir Tatbikat Değildir
Bu Bir Tatbikat Değildir

Bu Bir Tatbikat Değildir

Courtney Summers

HER ŞEY YOK OLDUĞUNDA, NEYE TUTUNURSUNUZ? Dünyanın sonu gelmişti. Hayatta kalmayı başaran altı öğrenci Cortege Lisesi’ne sığınmıştı ancak dışarıdaki ölüler kapıları yumruklayıp dururken orada…

HER ŞEY YOK OLDUĞUNDA, NEYE TUTUNURSUNUZ?

Dünyanın sonu gelmişti. Hayatta kalmayı başaran altı öğrenci Cortege Lisesi’ne sığınmıştı ancak dışarıdaki ölüler kapıları yumruklayıp dururken orada da rahat etmelerine imkân yoktu. Her şey tek bir ısırığa bakıyordu. Bir insanı öldürmek ve eski hâlinin korkunç ve ölüm saçan bir versiyonu olarak geri getirmek için tek bir ısırık.

Altı ay önce hayatı altüst olan ve o günden beri yaşamaya devam etmek için bir neden bulamayan Sloane Price için kulağa o kadar da kötü gelmiyordu bu. Sabırsızlıkla barikatların yıkılmasını beklerken ya da kendini dışarıda kol gezen ölümün kollarına atmanın bir yolunu bulmaya çalışırken, gerçekten yaşamak isteyen beş kişinin gözünden kıyamete tanıklık etmek zorunda kalacaktı.

Ancak günler geçtikçe, hepsinin hayatta kalma motivasyonları şaşırtıcı şekillerde değişecek ve çok geçmeden grubun kaderini dışarıda olup bitenler değil, içerideki öngörülemez ve şiddetli yaşam –ve ölüm– mücadeleleri belirlemeye başlayacaktı. Sloane, ölümün bulaşıcı bir hastalık gibi yayıldığı bir dünyada, yaşama bambaşka bir açıdan bakmayı öğrenebilir miydi?

Lily,
Uyandım ve yüreğimin son parçasını da kaybettim.
Gözlerimi açtım ve gidişini hissettim.

Küvetin köşesine oturdum ve başparmağımın tırnağını bileğimin içine sürttüm. Damarlardan birini çatallaşıp avucumun etli bölümünde kaybolana kadar takip ettim. Lily uyuyamıyordu. Gitmeden birkaç hafta önce uyumasına yardımcı olan ilaçlar kullanıyordu. O günlerde nedenini anlamamıştım ama şimdi onu uyutmayan şeyin vicdanı olduğunu düşünüyorum. Odasını aradığımda ilaçları bulamadım. Ki bu hiç iyi olmadı. Onlara güveniyordum. Ona. Tahmin etmeliydim. Ölmeye karar verdiğim gün yıldızların bana yardım edeceğini sanmıştım. Her şey yoluna girebilirdi. Fakatöyle olmadı ve şimdi ne yapacağımı bilmiyorum. Kapıdan gelen üç keskin tıklama sesi –birikiüç– nefesimi kesti. Başımı kaldırdım. Ayak seslerini duymamıştım. Zaten gerektiğinde duyamıyordum artık. Şimdi ise koridorda uzaklaşıyordu. Biraz bekledikten sonra banyodan çıkıp onun peşinden merdivenlerden indim. Parfümü havada asılı kalmıştı. O kadar ağır kokuyordu ki göğsümü parçalayıp akciğerimi çıkarasım geldi. Mutfağa girdiğimde iyice yoğunlaşan parfüm kokusu daha acı bir kokuyla karıştı: Yanık ekmek kokusu. Ekmeği yakmıştı. Bunu beni cezalandırmak için yapardı. Saatime baktım. Kahvaltıya beş dakika geç kalmıştım. Sabah güneşi evyenin üstündeki pencereden içeri doluyordu. Değdiği her şeyi altına çeviriyordu. Her şey altın gibi görünüyordu ama bir yandan da her şey gri geliyordu. Yanık ekmeğimin olduğu tabağın yanında bir zarf duruyordu.

Babam bunun okula gönderileceğini, devamsızlığımla ilgili olduğunu anlatırken parmaklarımı zarfın kenarlarında gezdirdim. Onun mazeretiydi. Evde uzun zaman geçirmemin nedeni olarak şunu söyleyecektik: Grip salgınına yakalanmıştım. Anlamış mıydım? Gribe yakalanmıştım. “Yüzüne bir bakayım,” dedi. Çenemi kaldırdım. Yeterli olmadı. Haşin bir hareketle masanın diğer ucundan bana uzandı. Kendime hâkim olamadan irkildim. Sabırsız bir nefes aldı, çenemi tuttu ve ışığa doğru çevirdi.

Gözlerimi, onu sadece bakarak Lily’den gelen bir mektuba çevirebilirmişim gibi, zarftan ayırmadım. Hey, bu akşam seni almaya geleceğim, yazan bir mektuba. Bana bıraktığı mektubu tekrar tekrar okumuş, Özür dilerim ve Buna artık dayanamayacağım cümlelerinin arasında şifreli kelimelerin olduğunu düşünmüştüm. Babam çenemi bıraktı. Sen gittikten sonra her şey sarpa sardı. Günlerim şöyle şimdi: Babamın kafası gazeteye gömülü. Annem yedi kat toprağın altında. Ablam Lily gitti. Önümde iki dilim yanık ekmek duruyor.

Tereyağını buzdolabının hemen yanında, tezgâhta unuttum. Canım çok istiyor ama masaya oturduktan sonra tabağımdakileri bitirene kadar kalkmam yasak. Böyle sabahlarda aklıma Grace Casper’ın evinde kaldığım o gün geliyor. Ertesi sabah birlikte uyanmış ve üzerimizi bile değiştirmeden aşağıya koşturmuştuk. Radyoda haber programı açıktı, annesiyle babası da seslerini birbirlerine duyurabilmek için bağırarak konuşuyorlardı. Sohbetlerini bu şekilde devam ettirdiler. Erkek kardeşi Trace de radyoyu kapamadan televizyonu açınca sesler iyice birbirine girdi. Bense kahvaltımı edemeyecek kadar gerilmiştim ama kimse bunun için bana kızmamıştı. Grace yüz ifademden bizim evde böyle olmadığını anladığını söylemiş ve nasıl olduğunu sormuştu. Ben de yalan söylemiştim. Neredeyse aynıydı ancak daha sessizdi.

Bana yemeğimi bitirmek için üç dakikam olduğunu hatırlatan duvardaki saatin tik tak sesleri haricinde gerçekten çok sessizdi. Babam sarı sayfalara yoğunlaştı. İki dakika. Hepsini okudu. Bir dakika. Gazeteyi katladı. Zaman doldu. Bir bana bir de önümde duran kızarmış ekmeğe baktı. “Onu yesen iyi edersin,” dedi. Sesinin keskinliği boğazımı düğümledi. Tırnağımın kenarındaki deri parçasını tutup kopararak vücudumu yeni bir acıyla tanıştırıp solunum yolumu açmaya çalıştım. Başparmağımın kenarından kan çıktı ama işe yaramadı. Hâlâ yutkunamıyordum bu yüzden dua etmeye başladım. Bir şey, herhangi bir şey olması için dua etmeye başladım ki kızarmış ekmeklerimi yemek zorunda kalmamayım çünkü yiyemeyecektim. İnançlı biri olarak büyütülmedim ama Lily gittiğinden beri tek başıma kaldım, hiçbir şey de istemedim. Belki bunun bir anlamı olurdu.

“Peki ya…” Kelimeler dudaklarımdan çıkar çıkmaz yitip gitti.
“Ben…”
Babam gözlerini bana dikti.
“Peki ya ben… ya ben aç değilsem…”
“Bu evde yemek ziyan edilmediğini biliyorsun.”
Ardından bir şey oldu…
Ön kapı yumruklanmaya başladı.
Babam gazeteyi yavaşça indirdi.
“YARDIM EDİN! Bize yardım edin, lütfen…”

Sesle beraber içeriye şok dalgaları yayıldı. Bağıran bir kadındı. Kapı sarsılmaya devam etti, kapı kolu sağa sola çevriliyordu. Ne yaptığımı fark etmeden ayağa kalktım. Tabağımı bitirme den… Kapıyı yumruklayan el başladığı gibi birden durdu ama ben ne duyduğumu biliyorum. Dışarıda bir kadın vardı. Yardım istiyordu.

“Otur,” dedi babam.
“Ama…”
“Hemen.”

Oturdum. Babam gazeteyi masaya attı ve başıyla tabağımı işaret ederek döndüğünde boş görmek istediğini iletmiş oldu. Etrafı kolaçan etmek için bıyık altından küfrederek mutfaktan çıktı ama bir an tereddüt ettiğini fark ettim. Hayatım boyunca bir kez bile tereddüt ettiğini görmemiştim. Dışarıdaki kadını unutarak tabağıma baktım. Dışarıda olanlar beni ilgilendirmiyordu. Tabağımdakileri yemek zorundaydım. Yiyemiyordum. Hemen mutfağın öbür tarafına atıldım. Kızarmış ekmekleri çöpe attım ve üzerini parçalanmış peçeteyle kapadığım gibi kendimi sandalyeme bırakıp her zamanki gibi, sakin görünmeye çalıştım. Yüzüme bakarak ne yaptığımı anlarsa yüzü moraracaktı. Dudakları incelecekti. Bunu hemen konuşmamız gerekiyor, diyecekti. Fakat yapmayacaktık.

Konuşmayı yani. Böyle zamanlarda Lily’ye ihtiyaç duyuyordum. Ne zaman başım belaya girecek olsa Lily bana nefes almam gerektiğini hatırlatırdı. Onu yanı başımda kulağıma fısıldarken hayal etmeye çalışıyorum ama onu ne zaman düşünecek olsam altı ay önce, o mektubu kapımın altından gönderip gizlice evden sıvıştığını, on altı yaşındayken satın aldığı hurda Volkswagen’ine binip hayatımdan çıkıp gittiğini hatırlıyorum. Nereye gittiğini, nerede saklandığını merak ediyordum. Ortak paramızı bitirip bitirmediğini de. Şimdiye kadar hepsini harcamış mıydı?

Artık ben de gidiyorum.

Siren sesleri yaklaştı. Pencereden dışarı bakmak istedim ama babama yakalanırsam kötü olurdu. Ön kapı hızla kapandı. Babam aceleyle mutfağa girdi ve ben de oturduğum yerden öyle hızla kalktım ki sandalye mutfak dolaplarına doğru devrildi. Dur durak bilmeden özür dilemeye başladım –Özür dilerim, bitiremedim, müsriflik yaptığımı biliyorum, çok özür dilerim– fakat babam öyle bir bağırıyordu ki bir an paniğe kapılıp söylediklerini anlayamadım. Üzerinde kan vardı.

“…hadi, gitmemiz gerekiyor!..” Kanı gördüğüm anda aklıma bazı enstantaneler geldi: Orta sehpa. Başımı oraya vuruşum. Saçımdaki kan. Yüzümün yere sürtülüşü. Dişlerimin dudaklarıma geçişi. Sonrasında vücudumda oluşan sayamayacağım kadar morluk. Bu sefer ne yaptığını, neler olduğunu bilmiyordum ama bunun bir parçası olmak istemiyordum. Babamın yanından geçip ön kapıya doğru koştum. Zinciri titreterek çıkardım. Yana bıraktım. Kapıyı açtım ve… Kaldırıma sürten lastik sesleri. Kontrolsüzce kaçışan insanlar. Bağırışlar.

Bu bir rüya olmalıydı. Uyuyordum. Ya da uyanıktım ve biri biz uyurken düzenli, sessiz sokağımızı bozmuştu. Camlar kırılmıştı. Kapılar sonuna kadar açıktı. Arabalar park edilmişti ama motorları hâlâ çalışıyordu. Yakından alarm sesi geldi. Sokağın aşağısındaki evin penceresinden duman çıkıyordu. Bay North’un evinden. Polis arabası evin bahçesinde öylece duruyordu.

Işıkları açıktı. Yangın. Her şeyin nedeni bu olmalıydı ama insanların neden bu denli paniklediğini anlayamamıştım. Herkes panik içindeydi. İnsanlar telaşla yanımdan geçti. Bana bakmadılar bile. Yüksek bir çatırtı duyunca olduğum yerde sıçradım fakat sesin nereden geldiğini anlayamadım. Başka bir çığlık yükseldi. Taşkın bir grup insan sarsak ve kontrolsüz hareketlerle aşağı doğru koştu. İçlerinden birinin, bir erkeğin yere düştüğünü gördüm. Hızla etrafını kuşatan diğerleri adamı ayağa kaldırmak için öyle çaresizce çabalıyorlardı ki onu ezdiler. Adamın nerede bittiğini ve diğerlerinin nerede başladığını ayırt edemedim. Bir araba hızla geçerken posta kutumuzu yerinden söktü ve yoluna devam etti. Yola doğru birkaç sarsak adım attım ve bahçemizde tuhaf hareketlerle sendeleyen kadını gördüm. Yardıma ihtiyacı olan kadın bu muydu? Üstü kanla kaplıydı, öne doğru eğilmişti ve göremediğim birine uzanıyordu.

Kadını tanımıyordum ama yine de ona seslendim. Babamın üzerindeki kanın ona ait olup olmadığı görmek istiyordum. Bir şekilde tüm sesler arasından beni duydu ve başını bana çevirdi. O anda babam beni kolumdan yakalayıp içeriye çekerek giriş holüne savurdu. Ben duvara çarparken o da kapıyı kadının yüzüne kapadı. Ahşaba çarpan bedeninin sesi evin içinde yankılanmadan önce kırmızı lekeli dudaklarını gördüm. Babam beni kolumdan çekerek koridorda sürükledi. O kadar hızlı yürüyordu ki ona ayak uyduramadım. Takılıp dizlerimin üstüne düştüm. Babam hızla döndü. İçgüdüsel olarak ellerimle yüzümü korudum. Ancak babam beni ayağa kaldırdı ve kayıt odasına doğru çekti.

Salondan korkunç bir ses yükseldi. Panoramik penceremiz bin parçaya ayrılmıştı. Babam kolumu bırakıp geri çekildi. “Kayıt odasına gir, Sloane ve sakın kıpırdama!” Kayıt odasına gir. Yürü. Hareket etme. Yürü. Onun peşinden sürünmeye başladım ve güneş ışığıyla parlayan salonu görene dek emeklemeye devam ettim. Her yer cam olmuştu. Bahçemizdeki kadının bacaklarına ve ellerine batan cam parçalarına aldırış etmeden pencereden içeri girişini izledim. Beyaz eşiği kanla boyadı ve içeri tamamen girdikten sonra açık sarı koltuğumuza dayanarak kendini sabitledi. Dokunduğu yerde kırmızı bir el izi kaldı. Nerede olduğunu bilmiyor gibiydi. Duraksadı, omuzlarını geriye yuvarlayıp nefes aldı.

Hava onun göğsüne dolarken benim nefesim kesildi. Başını soldan sağa, soldan sağa, soldan sağa sallayıp birden durdurdu. Bize baktı, bizi gördü. Atıldı. Babam onu kolaylıkla haklardı. Çünkü kadın bir hiçti, küçücüktü. Babam tek eliyle kadının boynunu yakaladı ve diğer eliyle kendini koruyacak bir şey aradı. Kadın babamın kolunu öyle hışımla ısırıp tırmalamaya başladı ki deri yarılıp kanadı. Kadın kanı görünce deliye döndü. Başını kana doğru çevirdi. Babam büyük bir cam kırığı buldu ve havaya kaldırdı.

Kadının göğsüne sapladı. Bu hareketi tekrarladı. Bir daha. Kadın ölmesi gerektiğini fark etmedi. Sanki cam parçasının giriş çıkışıyla daha canlanıyor, daha güçleniyordu. Kadın babamın kıskacından kurtulmaya çalışırken, babam kadını umutsuzca cam parçasıyla bıçaklamaya devam etti. Cam parçasını kadının sol gözüne sapladı ve kadın durdu. Kadın hareket etmeyi kesti. Babam kadının bedenine baktı ve başkasının hayatına gömülmüş şekilde olduğu yere çöktü. Sakin görünüyordu, sanki bunların olacağını biliyordu, sanki böyle başlayan bir sabah ancak bu şekilde sonuçlanabilirdi. Oda etrafımda dönmeye başladı. “Sloane,” dedi. Ayağa kalktım ve koridora dalıp telefonun durduğu sehpaya takıldım.

Telefon yere devrildi. Arama sesi beni olduğum yere sabitledi. “Sloane…” Ön kapıyı yeniden açtım ve kaldırıma kadar yürüdüm. Zamanlamam iki arabanın sokağın ortasında buluşmasını görecek ama aralarında kalmayacak kadar iyiydi. Metalin ham çatırdama sesiyle sersemledim. Her şeyin kısacık bir an duraksaması, enkazın etrafından dolaşıp mantıklı olana odaklanmama fırsat tanıdı. Şuna: Bay Jenkins üzerinde ev kıyafetiyle bahçede uzanıyordu. Can çekişiyordu. Bayan Jenkins önünde diz çökmüştü. Adamın tişörtünü göğsünden yırttı. Kalp krizi, diye düşündüm. Bay Jenkins’in kalbi zayıftı. Kalp masajı yapıyor. Fakat iş göründüğü gibi değildi. Bayan Jenkins’in kararlı parmakları Bay Jenkins’in gömleğini delip geçmişti. Göğüs kafesinden içeriye doğru uzanıyordu.

YEDİ GÜN SONRA

“Kapıyı tut! Masaları lanet olası kapının arkasına çek, Trace! Çabuk!” Normalde başımın dönmesi gerekirdi. Yedi gün öncesinde hiçliğin içinde uyuyordum. Aldığım ve verdiğim her nefes öncekinden daha yüzeyseldi, ta ki durana kadar. Normalde bitmiş olmam gerekirdi. Ölmüş olmam. Ancak Lily tüm haplarını yanında götürdüğü için hâlâ yaşıyordum. Cary beni fark edip bana yapacak bir görev vermeden önce sahneye çıktım, oysa bir şeyler yapmam gerekiyordu. Yardım etmeliydim. Saniyeler hayati önem taşıdığı için yardım etmeliydim. Sokaklarda, arka geçitlerde koşarken, toplum merkezinin çöküşünü izlerken, boş evlerde saklanırken bunu defalarca tekrarlamıştı ve haklıydı: Saniyeler hayati önem taşıyordu.

Saniyeler içinde her şeyini kaybedebilirdin. “Harrison, Grace öne geçin. Rhys, sen benimle koridorda kal…” Perdenin arkasına geçtim. Ölü kokusu aldım. Her yerime sinmişti ama henüz beni ele geçirmemişti. Henüz ölmemiştim. Elimi bedenimde gezdirip bana ait olmayan bir şey var mı diye kontrol ettim. Bir sokak ötedeydik ve hepsi kollarını öne doğru uzatarak her yönden içeri girmişlerdi. Elleri insanı onlardan birine çeviren sivri dişli bir açlıkla bana doğru uzanmıştı. Cary tam zamanında beni çekmişti ama ben… üzerimde bir şey hissettiğimi zannetmiştim, belki…

“Sloane? Sloane nerede?”
Sırtıma uzanamıyordum.
“Rhys, koridorlar…”
“Nerede o?”
“Hemen koridorlara geçmemiz gerekiyor!”
“Sloane? Sloane!”

Yukarıya baktım. Tepede tuhaf ve uğursuz görüntüsü olan kutumsu şekiller vardı. Sahne ışıkları. Neden cep telefonumu çıkarıp Lily’yi aradığımı bilmiyorum. Eğer böyleyse durumu bilmesini istiyordum. Duymasını istiyordum. Fakat numarası kapanmıştı, gittiğinden beri ulaşılamıyordu. Bunu nasıl unutmuştum ki? Bunu unuttuğuma inanamıyorum. Lily yerine kulağımda o kadının sesi yankılandı: Dikkatle dinleyin. Ses çok tanıdıktı, birinin annesi gibiydi. Benim değil. O öldüğünde küçüktüm. Lily daha büyüktü. Araba kazasıydı…

“Sloane!” Rhys perdeyi açtı ve beni gördü. Telefonu düşürdüm. Yere çarptı. “Ne yapıyorsun? Gitmemiz gerekiyor…” Yüzümdeki ifadeye bakınca rengi soldu. “Isırıldın mı? Isırdılar mı?” “Bilmiyorum…” Düğmelerini açıp gömleğimi çıkardım. Ben arkamı dönemeden bütün bedenimi gördüğünü biliyordum ama umurumda olmadı. Bilmem gerekiyordu. “Göremiyorum… hissedemiyorum…”

Rhys elleriyle yara izleri aramak için sırtımı yokladı. Ben nefesimi tutmuşken o bir dua mırıldanıyordu. “Tamam… İyisin… Bir şeyin yok… Yaşıyorsun…” Oditoryumdaki sesler, yaşamak isteyen insanların ümitsiz çığlıklarıyla iyice yükselirken ben hareketsiz kaldım. İyiydim. Bir şeyim yoktu. “Emin misin?”

“Eminim… Hadi… Hadi gitmeliyiz.” İyi, tamam. İyiyim. İyiyim. İyiyim. Kolumdan yakaladı beni. Elini silkeleyip gömleğimi normalden daha yavaş hareketlerle giydim. İyiydim. Yaşıyordum. Bunun ne demek olduğunu bilmiyordum bile. Ben düğmelerimi iliklerken, “Dinle, geri dönmeliyiz,” dedi. “Kapatılması gereken üç kapı daha var…” Kolumdan tuttu ve beni kendine döndürdü. “Bana bak… Hazır mısın? Sloane, hazır mısın?” Ağzımı açtım ama dudaklarımdan hiçbir şey dökülmedi.

YEDİ SAAT SONRA

Dorothy de böyle hissetmiştir herhalde. Sanırım. Dorothy altı korkmuş genç, Oz da cehennem olsaydı yani. Hayır, bunlar bir şaka olmalıydı. Altı korkmuş genç biziz ve lisemiz, Cortege’de hâlâ tek parça kalmayı başaran birkaç binadan biri. Son günlerimi geçirmek için daha iyi ya da daha kötü bir yer düşünemiyorum. Aslında toplum merkezinde olmalıydık. Bize söylendiği üzere önce oraya, kasabanın muhtemelen asla gerçekleşmeyecek acil durumlar için tayin edilmiş acil durum sığınağına gitmiştik. İlk düşen yer orası oldu. Biz de çok kalabalıktık, onlar da. Nasıl olduysa savaşarak şehrin bir ucundan diğer ucuna geçmeyi başardık. Normal zamanda bu yolculuk kırk dakika sürerdi. Bu sefer yedi günümüzü almıştı.

“Dikkatle dinleyin.” Radyoda, o kadının kaydedilmiş sesi tekrar tekrar dönmeye devam etti. Bize söylediği her şeyi yaptık. Tüm girişleri kapayıp önlerine barikat kurduk. Kimsenin dışarıyı görmemesi, daha da önemlisi kimsenin içeriyi görmemesi için tüm pencereleri örttük. “Dikkat çekmeyin,” diyordu kadın ama şimdiye kadar bunu öğrenmiştik zaten. “Güvenli bir yer bulduğunuzda orada kalın, kısa sürede yardım gelecektir.” Cary sahnenin diğer tarafına oturdu ve bildirinin değişmesini bekledi. Değişmedi. “Bu bir tatbikat değildir. Dikkatle dinleyin. Bu bir tatbikat değildir.” Yanılıyordu bana göre. Bu bir tatbikattı. Öyle olmalıydı. Grace ve Trace sahnenin dibinde yere oturdular. Grace, Trace’in kulağına bir şeyler fısıldadı ve Trace de duyduklarını başıyla onayladı ancak pek iyi görünmüyordu. Hasta gibiydi. Kız kardeşinin eline uzandı ve kardeşinin varlığını kanıtlamak ister gibi parmaklarını derisine geçirerek sıkıca tuttu. Bir süre sonra ona baktığımı fark ederek solgun yüzüyle bana döndü.

Dışarıdaki kaos dikkatimi dağıtana kadar gözlerinin içine baktım. Dışarıda her şey aynı anda düşüyor, dağılıyor, kırılıyordu. Bazı anlarda, daha yüksek sesler tarafından yutulmadan önce, birbirlerine tutunmaya çalışan insan çığlıkları ve ağlamaları gibi belirli sesler duyuluyordu. Kıyametin sesi kulağa böyle geliyordu. Oditoryumda etrafıma bakındım. Kiraz kırmızısı ve bej rengi duvarları, tavandan sarkan aynı renkli pankartları, her yere yapıştırılmış Rams posterini (BASTIR RAMS, BASTIR!) inceledim. Okula gelmek Cary’nin fikriydi. Toplum merkezinin istilâ edildiğini gördükten sonra telefonda o kadının sesini duymuştuk.

Bir yer bulun. Tereddüt bile etmeden CL demişti. Cortege Lisesi. Bina, dikkat dağılmasını minimuma indirecek bir öğretim ortamı oluşturacak şekilde planlanmıştı ki bu da minimum görüş için maksimum pencere anlamına geliyordu. Stratejik olarak yerleştirilmiş kirişler sınıflarla koridorları ayırarak oditoryum ve spor salonundaki tepe pencerelerinden gelen ışığı içeriye dağıtıyorlardı. İkinci ve üçüncü katın sağ tarafındaki iki büyük pencere okulun otoparkına bakıyordu. İkisi de örtülmüştü. “Hâlâ devam ediyor,” dedi Harrison. Sahnenin sağ tarafındaki çıkışa bakan gözü yaşlı bakışlarını takip ettim. Kapılar yarı ölü yarı diri Cortege sokaklarına uzanan otoparka açılıyordu. Kapıları kilitlemiştik. Rhys’le beraber kilitleyip yemekhanenin masalarıyla sıraları kullanarak barikat oluşturmuştuk. Tüm giriş ve çıkışlar aynı durumdaydı. Kurduğumuz barikatları hiçbir şey geçmemeliydi. İlk beş saatimizi onlara harcamıştık. İki saattir de sessizce titreyerek çökmelerini bekliyorduk. Rhys, “Tabii ki devam ediyor,” diye mırıldandı. “Neden dursun?” Cary radyoyu kapadı ve kendini yere bıraktı. Bir şey söylemek ister gibiydi ancak önce elleriyle siyah saçlarını tarayıp gözlerini her birimizin üzerinde gezdirdi. Cary Chen. Günlerdir ona tabiydik. Lily eskiden ondan ot alırdı. Bazen benim de alasım gelirdi ancak edebiyat dersinde kendimi tuhaf hissedeceğimi düşünürdüm. Hem sadece nakit kabul edip etmediğinden de emin değildim.

“Dinleyin, ben…” Saatlerdir bize nefes almadan bağırarak talimatlar yağdırdığı için sesi zımpara kâğıdı gibi sertleşmişti. Boğazını temizledi. “Telefon?” Trace homurtulu bir ses çıkarıp elini cebine attı, cep telefonunu çıkardı, hızla bir numara çevirdi ama faydası olmadı. Çaresizce bastığı her tuşta kadının sesi radyodan duyduğumuzdan daha yoğun bir şekilde duyulmaya devam etti. Sesin Trace’in kemiklerine, kanına işlemesini izledim. Yüzü kireç kesti, telefonu salonun diğer ucuna fırlattı. Üçe ayrılan telefonun arka kapağı çıktı, pili yerinden fırladı ve kasası parlak muşambanın üzerinde kayıp gitti. Hiçbir şey çalışmıyordu. Çalışmaya devam edenlerse normalde yapmaları gereken şeyleri yapmıyordu. “Ulaşamıyorum,” dedi açıkça.

Cary parçaları topladı ve birleştirdi. “Biraz zaman ver. Ulaşırsın.” “Sence telefonu açarlar mı?” Kendini savunacak mı diye merak ederek Cary’yi izledim. Savunmadı. Telefonu elinde çevirerek, “Trace, bu bildiri iyiye işaret. Acil durum elemanları için öncelik bildirimleri oluşturdukları anlamına geliyor.”

Harrison burnunu çekti. “Bizi kurtarsınlar diye mi?”
“Evet,” dedi Cary başını sallayarak. “Bizi kurtaracaklar.”
Trace, “Uzman görüşün mü bu?” diye sordu.
Cary omuz silkti ama Trace’in gözlerine bakmak yerine zemine odaklandı. İfadesinden hiçbir şey anlaşılmıyordu ama telefonu daha hızlı, beceriksiz hareketlerle çevirmeye başlamıştı.
“Mantıklı olan bu,” dedi.
“Buraya gelirken de aynı şeyi söyledin. Bu bana ve Grace’e pahalıya mal oldu.”
Cary irkildi.
“Kalanları sağ salim buraya getirdi,” dedi Rhys.
Önceden sekiz kişiydik.
“Ah, ben buradayım demek. Selam Grace!” Trace ona döndü.
“Sen de buradasın. Cary Chen’le birlikteyiz burada.” Acı acı güldü.
“Bunun bizim için bir şey ifade ettiğini mi düşüyorsun, hem de…”
“Trace, yeter.” Grace’in sesi o kadar kötü geliyordu ki Trace tartışmayı uzatmadı. Kaşlarını çattı ve elini Cary’ye uzatarak,
“Siktiğimin telefonunu geri ver,” dedi.

Cary pes etmek istemiyormuş, Trace’in telefonu onu buraya demirliyormuş gibi ona baktı. Birinin neden buraya demirlenmek istediğini bilemiyorum.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Proje ~ Courtney SummersProje

    Proje

    Courtney Summers

    GERÇEĞİ ÖĞRENMEYİ SEN İSTEMİŞTİN. YOKSA ŞİMDİ KORKUYOR MUSUN? 1998: Altı yaşındaki Bea kardeşi olsun istemiyordu ancak Lo’nun erken doğması her şeyi değiştirmişti. O küçücük ve...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Miras ~ Miguel BonnefoyMiras

    Miras

    Miguel Bonnefoy

    Fransa’daki bağları amansız bir salgınla kuruyup giden bir bağcı sağ kalan son asma kökünü cebine koyar ve onu California’ya taşımasını umduğu gemiye biner. Fakat...

  2. Obsidiyen ~ Jennifer L. ArmentroutObsidiyen

    Obsidiyen

    Jennifer L. Armentrout

    Her şeye yeniden başlamak çok berbat. Annemle birlikte Batı Virginia’ya taşındığımızda, kendimi sıkıcı işlere adamıştım, ta ki tüyler ürpertici yeşil gözleri ve kaslı vücuduyla...

  3. Şeytani ~ Pierre Boileau, Thomas NarcejacŞeytani

    Şeytani

    Pierre Boileau, Thomas Narcejac

    Pierre Boileau ve Thomas Narcejac, 1952 tarihli bu psikolojik gerilim romanında sevgilisiyle bir olup karısını öldürmeye kalkışan bir adamın hikâyesini anlatırlar. Satış temsilcisi Fernand,...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur