“Yaşadıkça şunu iyice anladım Burke: Olağanüstü insanları endişeleri yiyip bitiriyor, işe yaramazları ise yanılsamaları hep ileriye götürüyor.”
Kaplanın Karısı’nın ödüllü yazarı Tea Obreht’ten Yılın En İyileri seçkilerinde yer alan ve büyük ilgi toplayan sürükleyici bir roman: Bozkır. Bir ucunda kayıplara karışan kocası ve kaybetmiş olsa da zihninde hep konuştuğu kızıyla Nora’nın, diğer ucundaysa Balkanlar’dan Vahşi Batı’ya savrulmuş bir mezar hırsızının bulunduğu bir hikâye anlatan Obreht, dönemin hakikatlerini kurguya katıyor ve gerçekliği kendine özgü efsunlu bakışıyla muhteşem bir biçimde bulandırıyor. Osmanlı’dan Amerika’ya, Balkanlar’dan Arizona’ya uzanan Bozkır, edebiyat sahnesine genç bir yetenek olarak adım atmış Tea Obreht’in olgunluk eseri.
“Harikulade.” – Guardian
“Bir mucize.” – Daily Mail
“Enfes.” – Observer
MISSOURI IRMAĞI
O adamlar dün gece ırmağı geçmek üzere sığlığa geldiklerinde işimiz bitti diye düşündüm. Ne kadar yaklaştıklarını sen bile fark etmişsindir: Kokuları, koşumların şarkısı, atların gözlerinin akı. Sen kendine yakışır şekilde -körlüğüne ve bacağına gömülü mermiye rağmen ayaklanıp karşılarına dikilmeye yeltendin. İzin vermeliydim belki. Bu gece olanları engelleyebilirdi, kıza halel gelmemiş olurdu. Ama nereden bilecektim? Hazırlıksızdım, kaderimize inanmıyordum, sonuç olarak mehtapta ırmağı geçip bataklık yukanı bizden uzaklaşırlarken öylece seyretmekten başka şey gelmedi elimden. Beklemekte haklı değil miydim peki, hiç değilse alışkanlık yüzünden? Kaçabilecek halde olduğunu biliyordum. Hâlâ öylesin, ben de öyleyim, hayat boyu öyle oldum seninle karşılaşmamızın çok öncesinden beri, kendimi bildim bileli; altı yaşımdaydım ve daha o zamandan kaçıyordum, dalgaların salıntısı içinde, yanımdaki ranzada babam ve tekneyi yalayan suyun tislamasıyla çepeçevre sarmalanmış vaziyette. O zamanlar babamdı kaçan, gerçi neden kaçtığını hiçbir zaman öğrenemedim. Zayıftı sanırım. Gençti galiba. Galiba demirciydi, belki başka bir işte çalışıp duran bir adam; geceyle gündüzün birbirinden farksız geçip gittiği, tepemizde bir yerlerde, karanlıkta ip ve makaraların gıcırtısından başka şeyin olmadığı o sallantılı ay boyunca dinlenebilmişti bir tek. Bana sine der, bir de hep hatırlamaya çalıştığım bir başka adla seslenirdi. Gemiden aklımda kalan, köpükten damarlarla tuz kokusu daha çok. Bir de tabii geminin kıçı boyunca yan yana dizilmiş beyaz kefenli ölüler.
Limanın yakınında kalacak yer bulduk. Odamız pencereden pencereye zikzaklar çizip aşağıdaki çamaşırhanenin buharında gözden kaybolan çamaşır iplerine bakıyordu. Aynı şilteyi paylaşıyor, izin verdi. Akşam yağmuru dinmiş, gün batımı sokağı kırmızıya boyamıştı. Atlar alev almış gibi görünüyordu. Ondan sonra babam bir daha gelmedi bana, değil sularda, rüyalarımda bile gelmedi.
Ev Sahibesi her gece mutlaka duvardaki haçın karşısında dua ederdi. Onun merhameti sayesinde katı ekmeğim ve daha da katı bir şiltem vardı. Buna karşılık ben de ellerimi birleştirip dua etmeye başladım, ona ev işlerinde yardımcı oluyordum. Sabunlu su dolu kovalarla, avladığım sıçanlarla merdivende bir aşağı bir yukarı koşuşuyor, bacaların içine tırmanıyordum. Gölgelerin arasında oturmuş gözünü dikip bakan adamlar bazen bana doğru bir hamle yapardı. Çocukluğumda bir deri bir kemiktim ama merdiven ayyaşlarından korkum yoktu, uyurlarken tekmelerdim onları, onlar da bana bulaşmamayı öğrenirdi. Bir yaz daha, bir veba daha, Arabacı ile siyah atlarından bir ziyaret daha. Bir daha, bir daha. Kaldırımdaki direkte kargacık burgacık bir yazı peydahlandı. Okuyabiliyor musun şunu? diye sordu Ev Sahibesi. “Karantina” diyor-“karantina” ne demek, biliyor musun? Meğer boş odalar, boş cepler. ikimiz için de boş mideler demekmiş. Arabacı’nın bir dahaki gelişinde Ev Sahibesi beni onun yanına katıp gönderdi. Oracıkta durdu sadece, adamı avucuna bıraktığı demir paraya bakıyordu.
Bir yıl boyunca Arabacı’nın ahırında barındım. Hayatımda gördüğüm en temiz adamdı. Evi mum gibi, terlikleri yatağın altında yan yana değilse yatıp uyuyamazdı. Tek pürüzü ona şık bir sıçan görünümü veren fırlak ön dişiydi. İkimiz birlikte Bleecker Sokağı’ndaki inleri, batakhaneleri dolaşıp ölüleri topluyorduk: uykuda ölmüş ya da oda arkadaşı tarafından boğazı kesilmiş kiracılar. Bazıları biz vardığımızda hâlâ üzerine bir çarşaf çekilmiş halde yatağımda oluyordu. Ama sandıklara yerleştirilmiş, döşeme tahtalarının altına tıkılmış halde bulduklarımız da çoktu. Parası ve akrabası olanları cenaze levazimatçısına götürüyorduk. İsimsizleri şehrin kuzeyindeki hastanelere taşıyıp arka kapılarına bırakıyorduk, tepelerine dikilen delikanlıların önünde masaların üstüne yatırılsınlar diye. İç organları deşilmiş. Kemikleri bembeyaz kaynatılmış.
İşler kesat olduğunda ölüleri kilise mezarlıklarından kazıp çıkarmak zorunda kalıyorduk. Göz yumsun diye bekçiye iki dolar verip haçların arasında dolaşarak taze tümsekleri anıyorduk. Arabacı kafanın olduğunu tahmin ettiği yerde bir tünel kazmaya başliyordu, ben kollarımı omuzlarıma kadar soğuk toprağa sokup demir sopamla vura vura tabutun kalaslarını parçalıyordum. Sonra elimle yoklayarak saç ya da dişleri buluyor, kafaya bir kement geçiriyordum. Cesetleri tabutun içinden ancak ikimiz çeke çeke çıkarabiliyorduk.
“Bütün mezar kazmaktan daha kolay gene de,” diye mantık yürütüyordu Arabacı.
Bazen tümsek içine göçüyor, bazen de ceset takılıyordu, öyle yarı kazılmış halde bırakmak zorunda kalıyorduk; bazıları kadın, bazıları çocuk oluyordu ve çamaşır kazanını ne kadar kaynatırsam kaynatayım, mezarlık toprağı giysilerimden bir türlü çıkmıyordu.
Bir keresinde aynı tabutu paylaşan iki kişi bulduk, yüz yüze, tabutun içinde birlikte uyuyakalmışlar gibi. Bir keresinde elimi içeri soktuğumda yalnızca elimin altında ezilen toprağı ve yastığın nemli kadifesini hissettim. “Biri bizden önce davranmış,” dedim. “Boş bu.”
Bir keresinde kalasları kırıp parmaklarımı sert saçların ve derinin üstünde gezdirdikten sonra tam ipi çıkık çene kemiğine geçirirken karanlığın içinde parmaklar bileğime yapıştı. Uçları sert, kuru parmaklar. İrkildim, toprak boğazımdan içeriye kaçtı. Tekme atıp duruyordum, ama parmaklar gevşemiyordu, o deliğin içine gömüleceğimi sandım. “Ne olur, bir daha yapamayacağım,” dedim hıçkıra hıçkıra sonradan yapabilirmişim meğer, üstelik kırık bir bilek ve çıkık bir omuzla.
Bir keresinde iri kıyım bir adam, yarısı tabutun dışına çıkmışken takıldı kaldı. Toprağın üstüne oturdum, adamın solgun kolu dizlerimin üstündeydi, Arabacı bana bir testere uzattı. O kolu kendi çuval bezinden yenine sarılmış halde, domuz budu gibi omuzuma atıp şehrin kuzeyine kadar taşıdım. Birkaç gün sonra odanın karşı tarafındaki deliye sırtımızı dönüp her gün biraz daha delirdiğini fark etmiyormuş gibi yapıyorduk. Koridorlarda hep çığlık atan birileri vardı. İki dünya arasına sıkışmış birileri. Yan yatıp babamın ceketinin yakasına yapışır, saçlarımın arasında bitlerin gezindiğini hissederdim.
Babam kadar derin uyuyan kimseyi görmedim. Liman işçiliğinin marifeti herhalde. Daha gün doğmadan kasaların ya da ipten tümseklerin altında ter dökmeye başlardı, karınca misali. Sonra beni elimden tutar, karaya inen bedenler nehrinin bizi rıhtımlar dan uzaklaştırmasına izin verirdi, çelik iskelelerin yükseldiği yoldan yukarı. O iskelelere hayranlıkla bakardı; dünyanın işleyişi merak uyandırırdı onda. Kuvvetli bir hafızası, hiç geçmeyen bir diş ağrısı ve onun gibi düşünen adamlarla çay içerken alevlenen köklü bir Türk nefreti vardı. Ama bir Sırp ya da Macar İstanbul’un demir yumruğundan söz açmayagörsün, düşmanlığından ödün vermeven babamın gözleri doluverirdi. Peki efendi, derdi. Şimdi daha mi iyi durumdasın? Burası daha mi iyi? Ali Paşa Ridvanbegoric zorbamın tekiydi, ama zorbaların en kötüsü de değildi! Memleketimiz güzeldi en azından. Evimiz kendi evimizdi en azından. Ardından çocukluğunun geçtiği köyü hatırlardı efkarlanarak: Bir öbek taş ev. aralarından geçen yeşil mi yeşil bir ırmak; yeni lisanında ırmağı tarif edecek kelime bulamayınca mecburen eski lisanında söyler, böylece onu ikimizin arasına bir sır olarak temelli hapsederdi. O kelimeyi hatırlamak için neler vermezdim. Öyle bir yeri bırakıp bu pis kokulu limana niye geldiğini bir türlü anlamazdım: ellerini açarak dua ettiği ve ismi Haciosman Cyuriç olduğu için o kadar sık Türk zannediliyordu ki sonunda ikisinden de vazgeçti. Sanıyorum bir süreliğine Hodgeman Drury* adint benimsedi, ama cenaze arabası cesedini götürmek üzere geldiğinde isminin kalabalik sessiz harflerini çözemeyen Ev Sahibesi’nin yakıştırması sayesinde “Hodge Lurie” olarak gömüldü.
Şiltemiz lekelenmişti, hatırlıyorum. Merdivende durup Arabacı’nın babamı arabasına yükleyişini izledim. Araba gittiginde Ev Sahibesi elini başımın üstüne koydu ve orada kalmama…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBozkır
- Sayfa Sayısı384
- YazarTéa Obreht
- ISBN9786055903930
- Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviSiren Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Arsen Lüpen – Kontes Cagliostro ~ Maurice Leblanc
Arsen Lüpen – Kontes Cagliostro
Maurice Leblanc
Arsen Lüpen’in doğuşunu anlatan macera başlıyor! Arsen Lüpen’in ünlü ve yetenekli bir hırsıza nasıl dönüştüğünün, ilk aşkının, evliliğinin ve hayatı boyunca cevabını arayacağı soruların ortaya çıkışının hikâyesi bu.
- Ölümsüz Kızlar ~ Kiran Millwood Hargrave
Ölümsüz Kızlar
Kiran Millwood Hargrave
On yedi yaşındaki Lil ve ikiz kız kardeşi Kizzy, bir Gezgin topluluğunda doğmuş ve büyümüşlerdi. Dünyaları ailelerinin ve arkadaşlarının sıcaklığıyla çevriliydi. Ta ki kaderlerini...
- Son Hasat ~ Kim Liggett
Son Hasat
Kim Liggett
Babasını, göğsüne sımsıkı bastırdığı bir haçla kanlar içinde ve etrafı hayvan cesetleriyle çevrili hâlde komşu sığır çiftliğinin ahırında bulan on yedi yaşındaki yıldız oyun...