“1939 yılının sonbaharı, İkinci Dünya Savaşı’nın ilk haftaları. Binlerce benzeri gibi altı yaşındaki o küçük çocuk da, Orta Avrupa’nın büyük bir şehrinde yaşayan annesiyle babası tarafından uzak bir köye ginderildi. Bir takım olaylar bütün hesaplarını alt üst etti. Başıboş kalan çocuk bir köyden diğerine geçti durdu.
Savaşın dört yılını geçirdiği köyler, belirli bir bölgede toplanmıştı. Köylerinden dışarı çıkmayan, kendi aralarında yaşayan, sarı saçlı, açık tenli mavi gözlüdür oraların köylüleri. Oysa çocuk esmer, kara kaşlı ve kara gözlüydü. Herkes çocuğu Çingene ya da Yahudi sandı.
1
MARTA’nın kulübesinde yaşıyor; her gün, her saat annemin babamın gelip beni alacaklarını umuyordum. Ağlayabilirdim, ama neye yarardı? Mızıldamalarıma aldırış ettiği yoktu Marta’nın. Çok yaşlıydı. İki büklüm dururdu hep. Kopacakmış gibi, incecikti. Hiç taranmayan uzun saçları kalın, çözülmesi imkânsız birkaç örgüyle toplanmıştı. Marta bunlara “peri örgülerim” derdi. Bana kalsa, cehennem yaratıklarının eseri olan bu “şeytan örgüleri” Marta’yı saçlarından, yavaş yavaş yaşlılığa, ölüme çekiyordu. Eğri büğrü sopasına dayanıp topallayarak yürür, çok güç anladığım bir dilde mırıldanır dururdu. Yıpranmış, küçücük yüzü çizgilerle oyulmuştu. Derisi çürük elmanın kızıl kirli rengini almıştı. Kuru gövdesi, bir iç rüzgârın etkisindeymişçesine, durmadan sallanırdı. Kemikli elleri, hastalıktan şekil değiştirmişti, oynak yerleri şişmiş parmakları titrer; uzun, zayıf bir boynun tepesine tüneyen başı dört bir yana sallanır dururdu.
İyi görmüyordu. Gür kaşlarının arasına gömülmüş gözleri dar bir aralıktan ışığı arardı. Göz kapakları, iyi sürülmüş tarlaların derin izlerini andırırdı. Göz kenarlarını iki damla yaş ıslatırdı hep. Sonra dümdüz bir oyuk bulan bu yaşlar suratı boyunca akar, burnundan çıkan yapışkan sıvıyla ağız kenarlarında biriken köpüklü salyalara karışırdı. Kara kuru tozunu saçmak için, hafif bir yel arayan, çürümüş akçıl mantar gibiydi.
Önceleri beni korkutuyordu. Bana yaklaştığında gözlerimi kapıyor, yine de insanın midesini kaldıran iğrenç kokusunu duyuyordum o zaman. Elbiseleriyle uyurdu hep. Temiz havanın odasına getirdiği bir sürü hastalığa karşı, en iyi korunma aracının elbiseleri olduğuna inanmıştı. İnsan sağlığım korumak için, ona göre, yılda iki defadan fazla yıkanmamalıydı. Noel ve Paskalya’da yıkanacaksın. Üstelik elbiselerini çıkarmadan, olduğun gibi. Sıcak suyu, nasırlarını ve dericiğine batan tırnakların acıttığı şekilsiz ayaklarını rahat ettirmek için kullanırdı. Haftada bir, iki sıcak suya sokardı ayaklarını.
Saçlarımı, bahçıvan tırmığından daha sert, titrek parmaklarıyla okşardı kimi zaman. Bahçede oynamamı, evcil hayvanlarla dost olmamı isterdi. Zamanla bu hayvanların göründükleri kadar tehlikeli olmadıklarını anladım. Dadımın, resimli bir kitaptan okuduğu hikâyeleri hatırlıyordum; hayvanların da kendilerine özgü hayatları, sevgileri, kavgaları vardı. Yine kendilerine özgü bir dilde konuşurlardı…
Kümese kapatılan tavuklar, serptiğim arpa tanelerini kapmak için itişip kakışıyorlardı. Bazıları ikişer ikişer dolaşıyor, diğerleri kendilerinden güçsüzlere gagalarıyla saldırıyor, ya da yağmurdan kalan bir su birikintisine dalıp çıkıyorlardı. Bencil bir görünüşle tüylerini karıştırıp yumurta üzerine çökenler de birden uykuya dalıveriyorlardı.
Çiftliğin avlusunda garip şeyler oluyor; titrek bacaklar üzerine tünemiş canlı yumurtalar gibi, kara ya da ak civcivler çıkıyordu kabuklarından. Bir gün, tek başına kalan bir güvercin aralarına katılmak istedi… Kötü karşılandı; büyük bir kanat gürültüsüyle bir toz bulutu kaldırarak piliçlerin arasına konduğunda, hepsi korkuyla kaçıştılar. Hafiften seslenip onları yatıştırmaya çalışarak küçük adımlarla yaklaştı. Uzak durdular, güvercini küçümseyerek başlarını çevirdiler. Güvercin yaklaştıkça piliçler gıdaklayarak kaçışıyorlardı.
Yine bir sabah güvercin tavukların arasına katılmak için çabalarken gökte kara bir şey belirdi ve taş gibi aralarına indi. Tavuklar bağrışa çağrışa kümeslerine kaçıştılar. Güvercin nereye sığınacağını bilmiyordu. Kanatlarını açma fırsatını bile bulamadan, güçlü kuş onu yere çalıp kıvrık gagasıyla boynunu deldi. Güvercinin tüyleri kana boyandı. Marta sopasını sallayarak kulübesinden dışarı fırladığında, şahin, pençeleri arasındaki cansız güvercinle yükselmişti.
Marta, telle çevrili kayalık bir bahçede bir de yılan yetiştirdi. Yapraklar arasında sürünerek ilerleyen yılan, geçit törenlerindeki sancakları andıran çatal dilini sallar dururdu. Dünyaya aldırmayan bir hayvandı. Beni fark edip fark etmediğini bile bilmiyorum.
Günün birinde yılan, inini kaplayan yosun döşeğin dibine gizlendi. Uzun süre, yemeden içmeden Marta’nın sözünü etmekten çekindiği garip gizlere gömülü yaşadı. Ortaya çıktığında, başı zeytinyağına batırılmış erik tanesi gibi parlıyordu. İnanılmaz bir şey oldu ardından: Yılan birden hareketsizleşti. Kıvrılan gövdesi belli belirsiz bir titreyişle sarsılıyordu. Sonra, gayet sakin kendi derisinden sıyrıldı; daha ince, daha genç çıktı ortaya. Dilini sallamıyor, yine derisinin sağlamlaşmasını bekliyordu sanki. Eski ve saydam deriyi umursadığı yoktu. Sinekler onun üstüne saygısızca üşüşmüşlerdi çoktan. Marta, deriyi dikkatle yerden alıp gizledi. Böyle bir derinin bazı hastalıklara karşı büyük faydası vardı ama ben çocuk yaşımla anlayamazdım bunu.
Yılanın deri değiştirişini, Marta ile birlikte büyük hayranlık içinde izlemiştik. İnsan ruhunun da tıpkı böyle aynı şekilde gövdeden kurtulup Tanrı’nın ayaklarına kadar uçtuğunu anlattı bana Marta. Bu uzun yolculuktan sonra Tanrı, ruhu verimli avuçlarına alarak nefesiyle diriltiyor; duruma göre ya melek yapıyor ya da cehennem ateşinde yanmaya gönderiyordu.
Kızıl tüylü bir sincap, sık sık gelirdi bizi görmeye. Marta’nın elinden yer, benim omzuma çıkar, ıslak burnuyla ensemi, yanaklarımı okşardı. Sonra avluda kuyruğunu sallayarak dans eder, tiz çığlıklar atar, zıplar, hoplar, tavuklarla güvercinleri korkuturdu.
Bir gün, yakındaki tepeden gelen sesleri duydum, hemen oraya koştum. Ağaçların ardına saklanıp, köy çocuklarının sincabımı tarlalarda kovaladıklarını dehşetle gördüm. Bütün gücüyle kaçmak, ormana sığınmak istiyor, çocuklar da önüne taş atıp yolunu kesmeye çalışıyorlardı. Minicik hayvan yorulmuştu. Zıplayacak gücü bile kalmamıştı.
Sonunda yakaladılar. Sincap, debeleniyor, ısırıyor, kendini sonuna kadar savunuyordu. Çocuklar eğildiler, bir bidon dolusu benzini üstüne boşalttılar. Korkunç bir şey hazırladıklarını anladım, umutsuzca sincabımı kurtarma yolları aradım. Geç kalmıştım.
Çocuklardan biri omzunda taşıdığı ateş dolu kutudan bir demet yanar çalı aldı, sincaba dokundurdu; hayvan hemen parladı. Alevlerden kurtulmak için zıplıyor, korkunç inlemeleri İçimi parçalıyordu. Alevler gövdesini kaplamıştı. Kuyruğu birkaç saniye daha sallandı, kömürleşen minicik gövde yerde yuvarlandı. İşi bitmişti. Çevresine doluşan çocuklar gülüyor, bir sopanın ucuyla yanık gövdeyi dürtüyorlardı.
Beni görmeye gelecek kimsem de kalmamıştı artık. Sincabımın ölümünü Marta’ya anlattım, söylediklerimi kavrayamadı. Kendi kendine bir dua okudu, sonra ölümü evden uzaklaştırmak için kullandığı sihirli cümleyi mırıldandı. Ona göre ölüm, evin çevresinde dolaşıyor ve içeri girmeye çalışıyordu.
Marta hastalandı. Kaburgaların altında, kalbin bir daha çıkmamacasına hapsedildiği, kanat çırptığı kafesin olduğu yerdeydi ağrısı. Tanrı’nın ya da Şeytan’ın yeryüzündeki günlerine son vermek için böyle bir ağrı gönderdiklerini söyledi bana. Marta’nın yılan gibi deri değiştirip, neden yeni bir hayata başlamadığım düşünüyordum.
Bunu söylediğimde çok kızdı, beni lanetledi, Tanrı’ya küfreden bir çingene ve Seylan’ın piçi olduğumu söyledi. Ona göre hastalık, hiç beklenmedikleri bir sırada insanlara yapışırdı. Arabada giderken arkanıza oturabilir; ormanda böğürtlen toplarken sırtınıza çıkar, kayıkla ırmağı geçerken sudan fırlayıverirdi. Görünmeyen, bu çok kurnaz hastalık havadan, sudan, insanlardan ya da hayvanlardan gövdenize süzülüverirdi. Ya da, Marta ürkütücü bir bakışla beni süzdü, bir gaga burnun üstündeki iki kara gözden size geçiverirdi. Çingene ya da büyücü gözü diye anılan bu gözler, sakatlık, veba ve ölüm taşıyıcısıydı. Bu yüzden kendisinin de çiftlik hayvanlarının da yüzlerine bakmamı yasaklamıştı. Bunu İstemeyerek yapmışsam, haç çıkarmam ve üç kez yere tükürmem gerekiyordu.
Yoğurduğu hamur ekşirse kudururdu. Beni büyü yapmakla suçlar, iki gün ekmek vermezdi. Gözünün içine bakıp da onu kızdırmamak için kulübede gözlerim kapalı yürür, eşyalara çarpar tekneleri devirir, dışarıda da çiçeklerin üstüne basar, keskin ışığın körleştirdiği böcekler gibi dört yana toslardım. Bu arada Mana da, yerden hayvan pisliklerini toplar ateşin üzerine atardı. Duman odaya yayılırken büyülü sözlerle kötü ruhları kovmağa çalışırdı.
Uğursuzluğu başından attığını söylerdi. Bunda haklı olmalıydı. Çünkü hemen sonra yaptığı ekmeğin hiçbir eksiği görülmez, iyi kabarırdı.
Marta ağrıları ve hastalığı atlattı. Boyuna inatçı bir savaş veriyor, onlara karşı koyuyordu. Ağrılar yeniden geldiğinde, bir parça çiğ et alıp ince ince kesip bir toprak testinin dibine koyuyordu. Güneş batmak üzereyken çektiği kuyu suyunu da üstüne döktükten sonra testiyi kulübenin bir köşesine gömüyordu. Et çürüyene kadar, birkaç gün ağrılardan kurtulduğunu söylüyordu. Ama hemen sonra ağrılar başlıyor; Marta; bir kez daha et gömüyordu kulübenin köşesine.
Benim yanımda ağzına ne bir damla su koyar, ne de gülerdi. Bütün korkusu dişlerini saymamdı. Saydığım her dişin hayatından bir yılı götüreceğine inanmıştı. Ağzında diş de kalmamıştı ya. Ama o yaşta, her yılın büyük değeri oldu…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBoyalı Kuş
- Sayfa Sayısı172
- YazarJerzy Kosinski
- ISBN9753900694
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayınevi / 1994
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Amerika ~ Franz Kafka
Amerika
Franz Kafka
Amerika, Franz Kafka’nın yazmaya başladığı ilk romandır. Fakat yazar, 1911 yılının sonundan 1914 yılına kadar aralıklarla üzerinde çalıştığı ve Der Verschollene (Kayıp Kişi) başlığını...
- Silas Marner ~ George Eliot
Silas Marner
George Eliot
Yıllar önce, haksız yere hırsızlıkla suçlanarak kilise cemaatinden kovulan dokumacı Silas Marner, gönüllü sürgün olarak Raveloe köyüne yerleşir. Köy halkıyla görüşmeyen, özel yaşamını sır...
- Kılıç Tutan Elin Şarkısı ~ Marcus Sedgwick
Kılıç Tutan Elin Şarkısı
Marcus Sedgwick
Doğu Avrupa’da, kışın en şiddetli dönemlerinde bir oduncu ormanda saldırıya uğrar ve hayatını kaybeder. Ama ölmeden önce kendine saldıran adamı tanımıştır. Hatta cenazesine katıldığını...