“Boşlukdikeni”, Gökhan Yılmaz’ın dördüncü öykü kitabı.
“Biraz Kuşlar, Azıcık Allah” (2012), “İkiye Kadar Sayamamak” (2013), “Hevesin Kaçış Yönü” (2021) kitaplarındaki özgün diliyle dikkati çeken Yılmaz’ın kalemi işlek ve çevik. Kısa, yalın, devrik cümlelerin arasına koyu karanlıklar, derin uçurumlar, geniş ufuklar sığdırıyor. Boşluksuz, sıkı örgülü yazıyor; sözün dolambaçlı yerlerindeyse anlamı tersine çeviriyor. İnsanın susup dünyanın konuştuğu yerde düşünceyi altüst eden, duyguyla oynayan bir söylem yaratıyor.
Güncelin ironisiyle yüklü, sert ve mayhoş öyküler var “Boşlukdikeni”nde.
Bahar önce dedenin bağrına geldi. Ellisinde var yok. Aynalar hoş karşıladı onu. Saçlar boyandı aslına. Şiir bulaştı kalemine, ağzına. Dediler, var bunda bir hâl. Dediler, tövbe, bu yaştan sonra. Dediler, el âlem ne der.
Sordular, nedir bu, hayırdır. Dedi, karışmayın, ömrüm azdır. Baharın tersi ayazdır. Dediler, susalım becerebilirsek. Dediler, ne yapalım, atamızdır.
İÇİNDEKİLER
Çıkrığı Yok Bir Kuyu • 9
Keşke Son Olsaydın • 19
Renk Ayarı • 24
Kinli Ayna • 30
Mor Bir • 33
Can Havli • 39
Kesik Beyaz • 46
Oyuk • 50
İzansız Hava Aracı • 56
Et Ekmek Alev • 60
Sızı • 64
Hediye Burun • 68
Kulübe • 75
Dönen c • 79
Çıkrığı Yok Bir Kuyu
Yediydiler.
Gençtiler. Gençlikleri yokuş yukarı akmayan bir su.
Geçmişlerinden sızan karanlık, yarınlarını görmelerine engeldi.
Korkuluydu gözleri, dökülüyordu suya.
Böyle not almıştı uzman, yatmıştı pusuya.
M.
Annesi mutfaktaydı. Aklı uzaktaydı. Evin en uzak odasında büyüklük yapıyordu kardeşine M. Kardeşi –kusarsa diye– yan yatmadaydı. Salladı öte beri kardeşini. Düzleşti sırtı bebeğin. Döndü sütler, bulandı mide. Anne birkaç sokağı daha döndü aklından. Alınacaklar vardı ve yerine hiçbir şey konamayacaklar. İnsan, aslında yıkılmaya başladığı an bir şeyleri yapmakla meşguldür kafasında. Haberi yoktur yıkıntısından, yıkılacağından. Elleri ıslaktı annenin, çatlamıştı derisi, memesi de. Bebeğin pembe ağzına süt yürüdü, koştu sonra burnuna doğru. Eller çırpındı, gözler ayın on dördü. Geldi meşhur korku. Yastığı buldu imdada. Çare, dedi çocuk aklı, bastırayım yüzüne. Babası demişti ona, gökler üstüne gürleyince. Yastığa gömüldükçe uzaklaşır korkular. Büyüsün, demişti annesine. Böyle hep bizim yatağımıza gelmek için bahane gibi gökler. Avutsun kendini yastıkla, yoksa yarın n’eyler. Yılanı sıksa boğar, derlerdi, çocuklar. Kardeşini sıksa, demezdi kimse. Elin ağzı büzülemeyen kara torba. Yapış yapış nefes. İçinde koyu bir korku annenin. Sırtında kuruyan bir şüphe. Koştu da yetişemedi mutfaktan. Çırpınmıyordu artık bebek. Yastıkta izi kalmıştı ağzının, burnunun, sütün ve canının son damlasının. Alınacaklar vardı annenin kalbinden ve yerine asla konamayacaklar. Göğsünden gözyaşı gibi akan süt, boşuna. Bir yas gibi, göğsünde iz koyarak. Bir pembe yavru yapmayan iki yarım yaraya bakarak.
Kolları kırıldı da M’nin kalamadı hiçbir yen içinde. Avutmuştu kardeşini. Artık hiçbir zaman korkmayacaktı çıktığı göklerden. Annenin çığlıklarını, morarttığı dizlerini, yerinden fırlattığı gözlerini, acıların üstünü örtemeyen toprakları, ömrüne yayılan bir avuç yastık karasını unutmada direndi de çocukluğu; içine düşen sesler, boğazlanmış hevesler, yaralayan bakışlar evirip çevirdi de koyup durdu gerçeği önüne. Zaman, elini kolunu büyüttü de kalbini bıraktı küçücük.
E.
Hayaliyle güreşiyordu baba. Eti kemiği vardı artık hayalinin. Desenleri şimdi kaktüsten gerberaya dönmüş halının üzerinde. Erkek olsun diye beklediği gelmişti işte, sırtındaydı. Dört kızın ardından gelendi E. Yaşı üzerine gelmişti babanın. Görmede zayıf gözler, duymada yetersiz kulaklar, titremede mahir eller ve avutulmuş bir yürek. Gününden ritim çalan, attıkça son adıma yaklaşan, beklemekten mürekkep bir kalpti babanın göğsünde duran. Kızların hepsinden iri doğdu oğlan. Annenin doğurmaya alışkın rahmine başka acılar tattırdı. Beşinci kolay olur, demişlerdi. Ölüyorum sandı beşincide ilk kez. Kemikleri dağıldı annenin, sanki geri dönmedi. Bir çığlık ki varmış bildiği, biriktiği. Babayı severdi anne amma usanmıştı bekleyip durduğundan. Bir annenin rahmine ısrar edince kalbi kalır mıydı hiç? Kızların lokmalarını da yuttu E. Daha kıçında bez varken bir büyüdü ki elleri ayakları. Sofralara vurur oldu, bekledi gülünmesini. Kızlar ip gibi hizada, haydi gülünsün çabuk. Babanın içinde tartamadığı bir sevinç, kırık. Göğsüne ağır gelen. Gençlik hayali tırmandı böylece boynuna adamın. At yaptı, eşek buldu, deve yordu. Büyümüştü kemikleri oğlanın, adamın kemikleri küçüldükçe. Çiçekli halıya gömdü kafasını babasının. İşte buydu hayalin, bir oğlanla güreşmek doyasıya, der gibiydi elleri. Babanın gözleri çiçeklerin damarlarını gördü son kez. Boynunda zıplayıp duruyordu oğlan. Birbirine kavuşturduğu elleriyle de sırtını dövmedeydi babanın. Oğlanın koltukta sıralanmış ablaları dudaklarını ısırmada. Anne vaktinde ayrılmış kemiklerini oracıkta bulmada. Gerbera halıya bir güzel kızıl yayılmada. Gülüyordu baba önce. Acıya döndü çabucak. Sonra bir tıkanma. Sevinçten, dedi içinden, damardan, kavuşmaktan beklenene. Oğluna akıtılan koçun kanı düştü gözünün önüne. Kalpte durup katılaşırken kendi kanı. Sevinçten gitti adam. Oğlanın tokmaklarıyla. Annenin bir daha rastlanamayan durulmuş kemiklerini, ablalarının koltukta dizilmelerini, babasından çıkan son inlemeyi, halılarda solmuş çiçekleri unutmada direndi de çocukluğu; boğazından geçmeyen lokmalar, elini vurduğu masalar, babasının elleri arasından kayıp düşen sıcaklığı gelip durdu önüne. Zaman, iştahını da ümidini de kesmişti.
H.
Kar yolları örtmüştü. Köyü çevreleyen dağların başlarında aylarca etrafı gözetleyen kar, dağlardan ayaklanıp gelmiş, yolları ve kısmetleri kapatmıştı. Kısmetler kapanınca başka kapıları aralandı kaderin. Her yer beyaz olmuştu bir gecede. Toprak, altına saklananlarla birlikte kapanmıştı içine. Anne başındaki ağırlığa çare olur diye sarmıştı yine başını beyazla. Baba evin üst yanındaki ağaçlardan getirdiği odunları sırtlamıştı. H, beyazın türlü diline kulak kabartmıştı. Annesine bakınca sıkılmış dişlerini gördü önce. Sonra kızarmış alnını, irileşmiş gözlerini. Hasta olalı H’ye hep dişleriyle bakıyordu annesi. Usanmıştı H. Yapacak bir şey aramıştı. Kar, kalkmak bilmiyordu. Yolun ötesi zordu. Annesinin dişleri yorganın beyazından sızıp geliyordu bazı geceler. Korkup annesini de çağıramıyordu hem. Öyle değil oğlum, demişlerdi ona. Hastalık böyle yaptı onu. Önceden böyle değildi. Başka oğlu yoktu annenin. Beyaz hapları vardı onun yerine. Başa sarılandan hemen sonra gelen beyaz haplar. Kardan önce almış, toprağa gömmüştü H onları. Beyazın altındaki beyaz, karaların içindeydi şimdi. Yedeği de yoktu hem. Kar, tedbirleri de sebepleri de örtmüştü tastamam. Beyazlar olmazsa bana sarılır sanmıştı anam. Anne başını duvarlara vurmaya başladı. Babanın odunları ıslanmıştı. H, bacağını soktuğu kardan geri alamıyordu. Annenin başına giden kan, köyün tıkanmış yolları gibi. Durdu, kapandı akış. Bağırdı anne. Beyazlara seslendi. Gelen olmadı. Beyazlar giderse annenin dişleri de gider, gözleri gelir yerine, diye düşünmüştü H. Hastalıktan önceki gibi; sakin ve okşayıcı. Başını karlar okşuyordu artık H’nin. Baba, annenin başını duvarlardan söküp sonuna varamayacağı yollara düştüğünde H, bacaklarını ve saçlarını karlardan arındırıp kurumak için eve dönmüştü. Evin boşluğu ve kapıların ardındaki sessizlik, H’nin içinde bir buz kütlesini kırmıştı. Sobanın arkasına zor atmıştı kendini, çözülüyordu. Sıkıntı büyüdü, evin her yanına yayıldı. Çocuk aklı, kızgın soba borusunun tutarsa kolay kolay bırakmayacağını öğreneli henüz üç kış olmuştu. Ertesi gün tek başına geldi babası eve. Tanıdığı tanımadığı herkes eve gelmişti de annesinin başını vurduğu kireç beyazı duvarları görmesine engel olamamıştı. Başını okşayanların ellerinden kar suları damlıyordu. Kendi ellerine baktı H; topraktan arta kalan, dolmuş, kara, kirli, alıngan. Babasının uzun süre dağların başlarından alamadığı gözlerini, karların altındaki hapları kazarken incinen tırnaklarını, tanımadığı insanların kara bulanmış kokularını unutmada direndi de çocukluğu; her kış dillenen kar hikâyeleri, baharda alevlenen boya badana işleri, köyün bir türlü kurumayan dili getirip koydu önüne acısını. Zaman, türlü mevsimleri geçirdi de karın sessiz öfkesi bir türlü çıkmadı içinden.
L.
Arkadaşıyla tepeye oturmuştu L. Tepe, zorlamadan yükseliyor, sonra birden kesilip uçuruma düşüyordu. Evleri tepenin hemen altındaydı. Kuş seslerini dinleyerek beş dakikada çıkmışlardı buraya. Oraya kadar çıkmayın, gözümüzün önünden ayrılmayın, dedikleri yerdi. Sen daha önce hiç uçmadın mı, demişti L. Babasından öğrendiği bir gülüşle kamçılamıştı arkadaşını. Arkadaşı uçuruma varmadan son ağaca sırtını dayamış, diyecek söz bulamamıştı. Yüzünde toprağa eğilmiş bir mahcubiyet belirdi. Odunun kıymığını bilmeyen, keserin sapını kavrayamayan ellerini yererken babasının kendine doğrulttuğu sesi vardı L’nin ağzında. Su toplamış ellerinden, kıymıklanmış parmaklarından çok, geceleri sırtında açan kanatlarını önemsiyordu L. Babası, L’yi iyice yormuş olmanın gururuyla sık sık tekrarlıyordu: Temiz uyur bu gece. Kıvırdığı burnuyla, eğdiği ağzıyla ağacın kovuğuna çakmıştı arkadaşını. Ben her gece rüyamda uçuyorum, bilsen nasıl zevkli, dedi sonra. Başka yolu yok, anlamında gösterdi uçurumu arkadaşına. Buradan inemezsen rüyanda da uçamazsın hiç, dedi L. Arkadaşının göğsü inip kalkmaya başlamış, gözleri topraktan kalkmıştı. Çocuklara bir şey olmaz, korkma, dedi. Bir güzel uyursun, temiz. Ben kaç kere indim buradan yola. Sonra hep uçtum rüyamda. Ağacın sırtından aldığı güçle itti kendini arkadaşı. Çekildi önünden L. Yüzünü döndü arkadaşı, bir çırpıda sarkıttı ayaklarını boşluğa. Korkma, diye bağırdı son kez L. Dönüp yola doğru koşmuştu, karşılamaya. Çekildi arkadaşının elleri. Boşluk aldı büyüttü çocuğu. İnmişti ama canı yoktu. Artık hep uçacaktı. L seviniyordu arkadaşı için. Temiz uyur bu gece, dedi babasının sesiyle. Tepelerden inen boşlukları, dikenleriyle çıkmaya devam eden kanatlarını, babasının ağzından ayaklarını sarkıtıp düşen arkadaşını unutmada direndi de çocukluğu; kuşların gökyüzünü dolduran uçuşu, toprağın yeri kaplayan sertliği, ağaçların gözlerini alan yeşilliği eksik etmedi anıyı gözünün önünden. Zaman, tüm boşlukları doldurdu da içine düşüp durduğu tepe oyuklarını dolduramadı hiç.
İ.
Can sıkıntısından ölücem, diyordu sürekli. Diline ıslık etmişti ağız dolusu sıkıntıyı. Yanaklarını şişirip şişirip patlatıyordu. Dilini ağzında her yere değdiriyor, yine de geçmiyordu. Yılan olacaksın, deyip duruyordu yaşlı kadın. Peltek ve yaralayıcıydı konuşurken. Bana da öğret, demişti çocuk, insan nasıl peltek olur. Kendine ördüğü aynı renk bilmem kaçıncı kazağı da giyebileceğinden emindi yaşlı kadın. Kazağın toprağı çağıran renginden gözlerini ayırıp İ’yi takip ediyordu. İ, kazağa batıp çıkan şişlerin ucunda kıvrılır gibi…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıBoşlukdikeni
- Sayfa Sayısı80
- YazarGökhan Yılmaz
- ISBN9789750857225
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Hasret – Hasret En Büyük Esarettir ~ Canan Tan
Hasret – Hasret En Büyük Esarettir
Canan Tan
Gittin… Bir yemin kaldı aramızda Yarısı senin Yarısı benim… Hasret, izleri Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet öncesi döneme uzanan, gerçek yaşamdan alınmış kırık bir aşkın...
- Sen Benim Döneceğim Yalnızlığımsın ~ Gürdal Çakır
Sen Benim Döneceğim Yalnızlığımsın
Gürdal Çakır
Yeni neslin gelecek vaat eden yazarlarından… CENGİZ SEMERCİOĞLU Aşk, Gürdal Çakır’ın satırlarında siyahi bir asaleti taşıyor. Hem öfkeli hem duygusal. AYŞE ÖZYILMAZEL Güçlü bir...
- Alleben Öyküleri ~ Ülkü Tamer
Alleben Öyküleri
Ülkü Tamer
Alleben neresi? Anteplilerin iyi bildiği gibi Alleben, Antep’in içinden onu çoğaltarak geçen, kentin kültürünü biçimlendiren uzun ve güçlü Fırat Nehri’nin geçmişte “gürül gürül akan”,...