YENİ DÜNYA KADAR DERİN VE ZENGİN
Boşluk, Meksika’nın sıcak kalbi ve 1950’lerin soğuk McCarthy Amerikası arasında kalan bir adamın güvenlik arayışının, insanın içine işleyen hikâyesi. Amerika’da dünyaya gelip Meksika’ya giden Harrison Shepherd, sosyetenin basamaklarını tırmanmaya çalışan uçarı annesi Salomé için bir yüktür. Meksikalı ressamlar Diego Rivera ile Frida Kahlo’nun ve Frida’yla aşk yaşayan, sürgündeki Bolşevik lider Lev Troçki’nin evlerinde çalışmaya başlayan genç Shepherd, kendini istemeden de olsa sanat ve başkaldırının içinde bulur. Şiddetli bir ayaklanma onu II. Dünya Savaşı’na yeni kapılmış Amerika’ya sürükler. Ancak siyasi rüzgârlarla gerçek ve yalan, kuzey ve güney arasında savrulmaya devam edecektir
Kimlik, aşk, sadakat ve masum insanları yok eden suçlamaların yıkıcı gücü üzerine sürükleyici bir roman.
“On yıl boyunca beklemeye değen bir kitap.”
Literary Review
“Bu kitap insanın kalbine işliyor.”
Los Angeles Times
“Nefes kesici baş döndürücü.”
New York Times
“Muhteşem.”
Marie Claire
“Geçmişte Amerika’da yaşanan korkunç çılgınlık ve günümüzdeki inkâr hakkında öfke dolu ve konusuna hâkim bir roman.”
The Times
“Bu çarpıcı roman ustalıkla işlenmiş bir kimlik ve sadakat öyküsü.”
Daily Express
***
Pixol Adası, Meksika, 1929
Başlangıçta uluyanlar vardı. Böğürtülerine her zaman şafağın ilk saatinde başlarlardı; gökyüzünün eteği beyazlaşmaya başlar başlamaz. Önce bir tanesi ulurdu: Bir testere bıçağının çıkardığı sese benzeyen, zoraki, ritmik bir inilti. Bu ses yakınlarda bulunan diğerlerini uyandırır, korkunç ezgisine avazları çıktığı kadar bağırarak eşlik etmeleri için onları dürterdi. Kısa bir süre sonra bordo-boğazlı ulumalar kumsalın uzaklarındaki diğer ağaçların arasında yankılanmaya başlar ve tüm cangıl kükreyen ağaçlarla dolana kadar sürerdi. Başlangıçta olduğu gibi, dünyanın her sabahında bu böyleydi.
Çocuk ve annesi, ağaçların arasında çığlık atanların fincan-gözlü iblisler olduğuna, insan etlerini midelerine indirebilmek amacıyla, kendilerine ait bölgelerin sınırlarını korumak için kavga ettiklerine inanırlardı. Enrique’nin evinde kalmak üzere Meksika’ya taşınmalarından sonraki ilk yıl, her sabah şafak vaktinde ulumaları duyup dehşet içinde uyanmışlardı. Anne, bazen seramik kaplı holde oğlunun yatak odasına koşar, salıverilmiş saçları, yatakta buz tuttukları için donmuş balıklara benzeyen ayaklarıyla kapı eşiğinde belirir, tığ işi yatak örtüsünü bir ağ gibi oğlu ile kendi üzerine sıkıca sarmalar, dinlerdi.
Bu yerin bir hikâye kitabı gibi olması gerekiyordu. Kuzey Amerika’da, Virginia’daki soğuk, küçük yatak odasında, oğluna verdiği söz buydu: Eğer Enrique’yle Meksika’ya kaçarlarsa, kendisi zengin bir adamın gelini olabilirdi ve oğlu da ananas tarlalarıyla çevrelenmiş bir çiftliğin genç toprak ağası olabilirdi. Ada, evlilik yüzüğüne benzeyen parlak bir deniz şeridiyle çevrelenmiş olacaktı ve ana karanın üzerinde bir yerlerde toprağın mücevheri, Enrique’nin servetini elde ettiği petrol yatakları bulunacaktı.
Ama hikâye kitabının adı Zenda Mahkûmu‘ydu. O genç bir toprak ağası değildi; annesi de, aradan aylar geçmesine rağmen, hâlâ bir gelin olamamıştı. Enrique onları tutsak eden, hissettikleri dehşeti kahvaltısını ederken soğuk gözlerle izleyen kişiydi. Beyaz peçeteyi gümüş halkasından çekerek gümüş yüzüklü parmaklarının arasına alıp kucağına yerleştirirken ve çatal bıçak kullanarak kahvaltısını dilimlerken, “Bu uluma aullaros,*” derdi. “Avlanmakla geçirecekleri bir güne başlamadan önce, sınırları belirlemek için birbirlerine uluyorlar.”
Yiyecekleri biz olabiliriz, yatak örtüsünün oluşturduğu örümcek ağının içinde birbirlerine sokulduklarında, korkutucu kükreyişlerin gittikçe yükselen sesini dinlerken, anne ve oğul aynı düşünceyi paylaşırlardı. Bütün bunları defterine yazmalısın, demişti anne, Meksika’da başımıza gelenlerin hikâyesini. Böylece, bizden geriye kemiklerimizden başka bir şey kalmadığında, birileri nereye gittiğimizi bilecek. Oğluna şu şekilde başlamasını söylemişti: Başlangıçta aullaros vardı; kanımızı içmek için bağırıyorlardı.
Bütün hayatı boyunca, babası binayı yaptırdığından ve indios* kırbaçlayarak onları kendi ananas tarlalarını ekmeye zorladığından beri, bu hacienda* Enrique’nin evi olmuştu. Korku salmanın sağladığı yararları anlayacak şekilde yetiştirilmişti. Bu yüzden, gerçeği onlara ancak bir yıl önce söylemişti: Uluyanlar yalnızca maymunlardı. Bunu söylerken masanın karşısına bakmamıştı bile, gözleri tabağındaki önemli yumurtaları görüyordu yalnızca. Hor gören gülümsemesini bıyığının altına gizlemişti, ki burası iyi bir gizleme yeri değildi. “Köydeki her cahil Yerli onların ne olduğunu bilir. Sabahları bir çift uyuşuk hayvan gibi yatakta saklanacağınıza dışarı çıksaydınız, siz de bilirdiniz.”
Bu doğruydu: Yaratıklar yaprak yiyen, uzun kuyruklu maymunlardı. Böylesine bir uluma, gerçekte bu kadar sıradan olan bir şeyden nasıl çıkardı? Ama çıkıyordu. Oğlan erkenden dışarı çıkıp maymunların beyaz gökyüzü altında yayılan dal örtüsünün yukarısında kalan yerlerini saptamayı öğrenmişti. Dalgalanan kol ve bacaklar üzerinde dengelenmiş tüylü ve kambur bedenleri dalları birer gitar teli gibi okşamak için uzanan kuyruklar. Anne maymunlar, tehlikeli yükseklerde doğan ve hayatta kalabilmek için dallara asılan küçük bebekleri özenle kucaklardı bazen.
Yani ağaç iblisleri diye bir şey yoktu. Ve Enrique de aslında şeytani bir kral değil, yalnızca bir adamdı. Düğün pastalarının üzerine süs diye konulan minik adamlara benziyordu: aynı ayrık ve parlak saçlar, yuvarlak kafa, aynı küçük bıyık. Ama oğlanın annesi minik gelin değildi ve tabii ki, pastanın üzerinde bir çocuğa yer yoktu.
Onunla bu konuda alay etmek istediği zaman, Enrique’nin iblislerden söz etmesine gerek kalmazdı; gözlerini yukarıya, ağaçlara doğru yuvarlaması yeterliydi. “Buradaki tek iblis, gereğinden fazla hayal gücü olan bir oğlan,” derdi genellikle. Bu bir matematik problemi gibiydi; oğlana baş ağrısı veriyordu, çünkü denklemin yanlış olan bölümünün hangisi olduğunu çözemiyordu: bir Oğlan olmak mı, ya da Hayalperest olmak mı. Enrique, başarılı bir adamın hayal gücüne hiç ihtiyacı olmadığına inanıyordu.
İşte hikâyeye başlamanın başka bir yolu daha ve bu da doğru.
Balıklar kuralı, insanlar kuralıyla aynıdır: Köpek balığı geldiğinde bütün balıklar kaçışır ve seni yem olarak bırakırlar. Onları birlikte hareket etmeye, tehlike yanı başlarına ulaşmadan hemen önce kaçmaya yönlendiren tek bir ürkek yüreği paylaşırlar. Bir şekilde bilirler.
Okyanusun altında insansız bir dünya vardır. Siz, parıldayan balıklardan oluşan ilahi bir ışığın çevrelediği mercan ormanlarının mor ağaçları arasında sürüklenip giderken, denizden yapılmış çatı üstünüzde sallanır. Güneş suyun içerisinden geçerek alev almış oklar gibi aşağılara ulaşır, pullu gövdelere dokunur ve her bir yüzgeci tutuşturur. Binlerce balık bir sürüyü oluşturur, ama her zaman birlikte hareket ederler. Büyük, parlak, kırılgan bir birliktelik.
Aşağısı onlar için mükemmel bir dünyadır; aralarından, suyun içinde nefes alamayan bir tanesi dışında. O gümüş tavana asılı, büyük, çirkin bir kukla gibi sallanırken burnunu tutar Küçük tüyler kollarını çimen gibi kaplar. Solgundur; küçük bir oğlana ait olan pürüzlü derisi, üzerine yansıyan suyun oluşturduğu ışıkla aydınlanmıştır, olmak istediği pullu, pürüzsüz gümüş deniz adamı değildir. Balıklar etrafında dolanıp durur ve o kendini yalnız hisseder. Bunun aptalca olduğunu bilir, çünkü o balık değildir ama yine de yalnız hisseder. Her şeye rağmen orada kalır; aşağıdaki hayatın içine kısılıp kalmış olarak ve o parlak, sıvı hayat çevresinde akıp giderken, balıkların şehrinde yaşayabilmeyi dileyerek. Parıldayan sürü bir taraftan içeri çekerken diğer taraftan dışarı iter; nefes alan büyük bir yaratık gibi içeri ve dışarı hareket eden benekler kalabalığı. Bir gölge ortaya çıktığında, balık kitlesi hemen kendi merkezine doğru atılır, sıkı, güvenli bir çekirdeğe doğru çekilir ve oğlanı dışanda bırakır.
Kendilerini kurtarmayı ve onu yem olarak bırakmayı nasıl bilebilirler? Kendi Tanrıları vardır; kalabalık dünyalarındaki heryüreğin bağlı olduğu bir ipi tutarak onların tek-balık zihinlerini yöneten bir kukla oynatıcısı. Biri dışında bütün yürekler.
Oğlan balıkların dünyasını Leandro ona bir dalış gözlüğü verdikten sonra keşfetmişti. Leandro, aşçı, bütün bir gün boyunca bir şeyler avlıyor numarası yaparak kumsal boyunca uzanan tepelerde dolaşmaktan başka hiçbir işi olmayan, Amerikalı pısırık oğlana acımıştı. Dalış gözlüğünün camdan lensleri vardı, kauçuk lastiğinden yapılmıştı ve birçok parçası bir havacı gözlüğünden bozmaydı. Leandro, gözlüğü henüz hayattayken erkek kardeşinin kullandığını söylemişti. Buğulanmaması için, takmadan önce içine nasıl tükürülmesi gerektiğini göstermişti.
“Andele. Git şimdi. Suyun içine gir,” demişti. “Şaşıracaksın.”
Soluk derili oğlan titreyerek, beline kadar gelen suyun içinde durmuştu ve bunun herhangi bir dilde duyulabilecek en berbat sözcük olduğunu düşünmüştü: Şaşıracaksın. Her şeyin değişmek üzere olduğu bir an. Anne’nin, Baba’yı terk ettiği an (bağırışlar, duvarda kırılan bardaklar), oğlanı Meksika’ya götürdüğü an ve oğlanın küçük, soğuk evin koridorunda durmaktan başka bir şey yapamayıp kendisine ne yapması gerektiğinin söylenmesini beklediği an. Değiş tokuşlar asla iyi değildi: trene binmek, bir baba ve sonra baba yok. Washington’daki konsolosluktaki Don Enrique, sonra annesinin yatak odasındaki Enrique. Her şey şimdi değişiyor; sen titreyerek koridorda dururken ve bir dünyadan diğerine geçmeyi beklerken.
Ve şimdi, her şeyin ardından bu: Leandro’nun bakışları altında, beline gelen derinlikteki okyanusta durmak. Bir grup köy çocuğu da gelmiş, koyu tenli kollarını sallıyor, istiridye toplamak için kullandıkları uzun bıçakları taşıyorlardı. Beyaz kum, yıpranmış mokasenler gibi ayaklarının yanlarını sertleştirmişti. Seyretmek için durmuşlardı; bütün sallanan kollar durmuş, oldukları yerde donup beklemişlerdi. Derin bir nefes alıp o mavi yere dalmaktan başka yapabileceği bir şey kalmamıştı oğlanın.
Ve, ah Tanrım oradaydı; yerine getirilen bir söz, bir dünya. Renk çılgını balıklar; çizgili ve benekli, altın gövdeler, mavi kafalar. Bu sırılsıklam dünyada asılı duran, sivri burunlanyla mercanları karıştıran balık toplulukları, bir cemaat. Bir çift tüylü ağaç gövdesini, yani bacaklarını didiklemişlerdi. Bu görkemli nesnelerin onlar için yeni bir manzara olmaktan başka bir anlamı yoktu. Oğlanın erkeklik organı biraz sertleşmişti o kadar korkmuş, o kadar mutluydu. Bundan sonra, denizde amaçsızca batıp çıkmayacaktı. İçinde mavi sudan başka hiçbir şey bulunmayan bir okyanusa inanmayacaktı.
Bütün gün, renkler koyulaşmaya başlayana kadar, sudan çıkmayı reddetmişti. Şansına, annesi ve Enrique yeteri kadar içmişlerdi. Amerika’dan gelen adamlarla beraber havayı purolarıyla mavileştirerek, Obregón’un bir suikasta kurban gitmesini tartışarak, indiosun her şeyi sahiplenmesine yol açacak toprak reformlarını şimdi kimin durduracağını merak ederek terasta oturuyorlardı. Ortada bu kadar çok mezcal ve misket limonu olmasaydı, annesi erkek konuşmalarından sıkılmış olabilirdi ve oğlunun boğulmuş olup olmadığını merak etmeyi düşünebilirdi.
Merak eden sadece Leandro olmuştu. Ertesi sabah, oğlan kahvaltı hazırlanışını izlemek amacıyla mutfak bölümüne girdiğinde, “Picaro, bunu ödeyeceksin. Bir adam işlediği her suçun bedelini ödemelidir,” demişti. Leandro, bütün öğleden sonrayı, bu eve getirdiği dalış gözlüğünün bir ölüm aletine dönüşmesi konusunda endişelenerek geçirmişti. Oğlanın cezası, bir tortilla büyüklüğünde, ateş kadar sıcak, güneşin kavurduğu bir yarayla uyanmak olmuştu. Suçlu, gecelik entarisini yukarı kaldırarak kızarmış derisini gösterdiğinde, Leandro gülmüştü. Kendisi Hindistan cevizleri gibi kahverengiydi ve güneş yanığı konusunu düşünmemişti. Ama bu kez, hizmetlilerin efendilerine hitap etmek için kullandığı resmî dili kullanmamış, usted pagará dememişti. Onun yerine, arkadaşlar arasında kullanılan şekilde, tu pagarás, ödeyeceksin, demişti.
Suçlu pişman değildi: “Bana gözlüğü verdin, yani bu senin suçun.” Ve tekrar geri giderek, günün büyük bölümünü denizde geçirmiş ve güneş, oğlanın sırtını bir çaydanlığın kalın kabukları gibi kıtır kıtır olana kadar yakmıştı. O gece, “Picaro, yaramaz oğlan, neden bu kadar aptalca şeyler yapıyorsun?” diyerek söylenen Leandro, yanığın üzerine domuz yağı sürmek zorunda kalmıştı. No seas malo demişti, teklifsizce, “sen”; arkadaşların, sevgililerin veya yetişkinlerin çocuklarına kullandıkları dilde. Kendisini, hangisinin yerine koyduğunu bilmenin imkânı yoktu.
Kutsal Hafta‘dan önceki cumartesi akşamı, Salomé müzik dinlemek için kasabaya gitmek istedi. Meydanda dolaşırken asılacağı bir dirseğe ihtiyacı olduğu için, oğlu da onunla gelmek zorundaydı. Oğlunu göbek adıyla çağırmayı tercih ediyordu: William ya da sadece Will. Ancak, bu isim onun ağzından wheel* olarak çıkıyordu; yalnızca hareket halindeyken iş gören bir şey. Onun adı Salomé Huerta’ydı. Amerikalı bir Sally, sonra bir süreliğine Sally Shepherd olmak için, genç yaşta evden kaçmıştı, ama hiçbir şey fazla uzun sürmezdi. Amerikalı Sally bitmişti.
Bu yıl, somurtkan Salomé’nin yılıydı; henüz kimse bilmese de, Pixol Adası’ndaki haciendada geçireceği son yıl. O gün somurtuyordu, çünkü Enrique’nin, yeni elbisesiyle gösteriş yapabilmesi için onunla birlikte zocalo* etrafında dolaşmaya hiç niyeti yoktu. Enrique’nin yapacak çok işi vardı. İş, kütüphanesinde oturarak her iki elini de kaygan saçlarının arasından geçirmek, mezcal içmek ve bir dizi sayı sütunuyla uğraşırken yakalarına kadar terlemek demekti. Bu şekilde, o hafta bıyıklarına kadar mı, yoksa kasıklarına kadar mı para içinde yüzdüğünü öğrenirdi.
Salomé yeni elbisesini giydi, ağzına boyadan bir yay kondurdu, oğlunu kolundan tuttu ve kasabaya yürüdü. Burunlarına önce zocalonun kokuları geldi: kavrulmuş vanilya çekirdekleri, Hindistan cevizi sütüyle yapılmış şekerler, kaynatılmış kahve. Meydan, kollarını birbirlerine ağaç gövdelerini boğan sarmaşıklar gibi dolamış, sarmaş dolaş yürüyen çiftlerle doluydu. Kızlar çizgili yün etekler, dantel bluzlar giymiş ve dar belli erkek arkadaşlarının kollarına girmişlerdi. Meydanın çevresini mükemmel bir şenlik havası sarmıştı: Köşelerdeki direklerlere, neredeyse herkesin kafasının üzerine gecenin parlak bir parçasını püskürten, dört uzun sıra ampul bağlanmıştı.
Meydanın etrafında bulunan, aşağıdan aydınlatılmış otellerin ve diğer binaların demir balkonlarının üzerinde kaş şeklinde gölgeler vardı. Küçük katedral, yatak odasına elinde bir mum taşıyarak gelen birisi gibi, olduğundan daha uzun ve tehditkâr görünüyordu. Müzisyenler, sivri çatısı ve ferforje parmaklıkları, meydanın etrafındaki dev incir ağaçları da dâhil olmak üzere diğer her şeyle beraber beyaza yeni boyanmış küçük, yuvarlak pavyonun içinde duruyorlardı. Ağaçların gövdeleri karanlıkta parlıyordu, ama yalnızca belli bir noktaya kadar; sanki suyun yükseldiği noktalarda iz bırakan bir kireç seli yakın zamanlarda kasabayı basmış gibiydi. Zarif, kertenkele derisi ayakkabıları ve bacaklarını gösteren, son moda, ipekli elbisesiyle oradaki hiç kimseye benzemediği halde, Salomé hareket eden insan nehriyle birlikte meydanın çevresinde dalgalanmaktan mutlu görünüyordu. Kalabalık onun için yol açtı. Büyük bir olasılıkla, Yerlilerin arasında yeşil gözlü bir İspanyol kökenli olmak onu memnun ediyordu, ya da daha iyisi, bir Criolla olmak: Meksika’da doğmuş, ama yine de hiç Yerli kanıyla karışmamış bir safkan. Mavi gözlü, yarı Amerikalı oğluysa konumundan onun kadar memnun değildi; yayvan yüzlü kasaba insanlarının arasında büyüyen, uzun, yabani bir ot. Bugünlerde okul kitaplarında kullanıldığı gibi, Ulusun Kastları’nı gösterecek güzel bir resim oluşturabilirlerdi.
Oğlunun dirseğini, sevginin acımasız yengeç kıskaçlanyla çim- dikleyen Salomé, “Gelecek yıl,” dedi İngilizce olarak, “buraya kendi kız arkadaşınla geleceksin. Bu, yaşlı buruşuğunla birlikte yürüyeceğin son Noche Palmas.” Salomé Amerikan argosuyla konuşmayı seviyordu; özellikle de kalabalık arasındayken. “İşte buna bitiyorum,” derdi aniden, kelimeleriyle her ikisini görünmez bir odanın içine yerleştirip kapıyı kapatarak.
“Bir kız arkadaşım olmayacak.”
“Gelecek yıl on dört yaşını bitireceksin. Daha şimdiden Başkan Portes Gil’den daha uzunsun. Neden kız arkadaşın olmasın ki?”
“Portes Gil gerçek bir başkan bile değil. Obregón öldürüldüğü için başkan oldu.”
—
* Uluyanlar. (ç.n.)
* Amerika kıtasında yaşayan yerliler, (ç. n.)
* İspanyolca konuşan ülkelerde konaklama imkânı olan arazi, büyük çiftlik veya plantasyon. (ç. n.)
* İngilizcede yan yana gelen iki “e” harfi, uzatılan bir “i” olarak okunur ve bu kelime “tekerlek” anlamına gelir. (ç.n.)
* Ana meydan, (ç. n.)
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBoşluk
- Sayfa Sayısı672
- YazarBarbara Kingsolver
- ÇevirmenÇela Saranga
- ISBN6055360733
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviPegasus / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Boleyn Kızı 1. Kitap ~ Philippa Gregory
Boleyn Kızı 1. Kitap
Philippa Gregory
Bir kralın aşkı için birbiriyle savaşan iki kız kardeşin hikâyesi.. Mary Boleyn, on dört yaşında, masum bir kız olarak kraliyet sarayına geldiğinde, VIII. Henry’nin...
- İyi Günde Kötü Günde ~ Mary Balogh
İyi Günde Kötü Günde
Mary Balogh
New York Times çok satan yazarı Mary Balogh, skandallarla dolu Regency dönemi İngiltere’sinden tutku dolu Huxtable ailesini sunar. Ailenin ortanca kızı olan gururlu ve...
- Simülakron – 3 ~ Daniel F. Galouye
Simülakron – 3
Daniel F. Galouye
Kamuoyu araştırmalarının önüne geçmek amacıyla tasarlanan sanal şehir gerçeğe öyle yakındır ki sakinleri yaşadıkları hayattan en ufak bir kuşku duymaz. Bu dünyayı tasarlayan ekipten...