Çarpıcı, akıcı üslubu ve nefes kesen zekâsıyla Laura Dave, iki kadının sevdikleri adamları anlama çabası içinde girift iç dünyalarında çıktıkları yolculuğu keşfediyor. İki kadın da şu zorlu soruyla karşı karşıya kalıyor: Aşk, ne kadar yalanı ve ne kadar gerçeği kaldırabilir?
– Marisa de los Santos
Hampton sosyetesi üzerine kurulmuş ilginç şekilde nükteli bir roman. Sayfaları çevirdikçe okuyucular aşkın boyutlarını sorgulatan rahatsız edici gerçekleri, bağlılık ve pişmanlığı adeta tecrübe edecekler.
– ELLE Dergisi
Taze aşkı, yok olmuş aşkı ve boşanma evresinden sonraki aşkı sorgulayan Laura Dave, okuyucuyu boşanmanın eşiğinde bile aşka inandıracak tarzda aşkın özüne iniyor. Kesinlikle sürükleyici.
– Book Reporter
*
Evlilikleri farklı sonla bitecek olan iki kadın da aynı soruya cevap aramaktadır: Bir ilişkiyi kurtarmak için ne zaman savaşmalı ve ne zaman vazgeçmeli?
Otuz beşinci yıl dönümlerinde, Gwyn Huntington ve kocası Thomas en sıra dışı kutlamayı gerçekleştirmek için arkadaşlarını ve çocuklarını evlerine davet etmişlerdir. Bu ev, Huntington Konağı, Montauk kasabasını yerle bir eden 1938’deki Büyük Kasırga’dan sonra nesillerdir bu ailenin elindedir.
Bunun yanında, bu alışılmadık hafta sonunda oğulları Nate de nişanlısı Maggie’yi ilk kez eve, Montauk’a getirecektir. Fakat Maggie bu ziyaretin bir son olup olmadığını düşünmektedir; çünkü nişanlısının yıllardır sakladığı bir sırrı açığa çıkartmıştır.
Aşk, aile ve birileriyle bir hayat inşa etmenin anlamını konu alarak birçok kitleye hitap eden Boşanma Partisi, bizi son derece sempatik olan bu iki kadının, evliliğinin sonunda olan Gwyn ve henüz başında olan müstakbel gelini Maggie’nin yaşamlarına davet ediyor. Çok farklı seçimler yapmalarına rağmen iki kadın da sürdürmek istedikleri hayata sahip olabilmek için en nihayetinde nasıl seçimler yaptıklarını keşfederler.
Boşanma Partisi, ailesi beklenmemiş bir fırtınayla sarsılan herkes için içten, komik ve derin bir roman.
LAURA DAVE
Laura Dave 1977 yılında New York’ta doğdu ve Westchester County’de büyüdü. Pennsylvania Üniversitesi ve Virginia Üniversitesi’nde öğrenim gördü. Laura, okul yıllarında “Kısa Kurgu AWP Intro Ödülü” dâhil olmak üzere pek çok ödül aldı.
Yazarlığın yanı sıra, başarılı bir gazeteci olan Laura Dave’in yazıları, New York Times, The Huffington Post, Glamour, Self, Modern Bride, Redbook, ESPN the Magazine ve The New York Observer’de yayımlanmaktadır.
Cosmopolitan dergisi Laura’yı “Yılın En Eğlenceli ve Korkusuz Fenomeni” olarak adlandırarak, onu genç kadınlar için “ilham kaynağı” olarak nitelendirdi.
Güney Kaliforniya’da yaşayan Laura Dave, yeni bir roman üzerinde çalışmalarına devam ediyor.
***
Dedikodular vardır, bilirsiniz. Dedikodular hep var olmuştur. İnsanların, ortada olan biteni doğru dürüst anlayıp dinlemeden tamamen doğru kabul ettikleri o dedikodular. İşin aslı, gerçek hikâye hakkında hiçbir fikirleri yoktur. Bütün dedikodular ve yalan hikâyeler Gwyn’i rahatsız ediyordu. Dedikodular, hatta yarı doğrular bile. Tıpkı kırmızı kadife pastası ile ilgili şu hikâye gibi. Kırmızı kadife pastası hakkındaki dedikodu, onun ilk kez, 1900’lü yıların başında, New York şehrinde bulunan Waldorf-Astoria Otel’in restoranında icat edildiği ya da yapıldığıydı. Pasta şefinin bir akşam, kırmızı gıda boyası ile yaptığı bu pastayı bir otel müşterisi o kadar çok beğenmişti ki, tarifini almak istemişti. Ancak, otelden çıkışını yaparken bu tarif için kendisine yüzlerce doları bulan bir fatura kesildiğini öğrenen kadın, bu durumdan şikâyetçi olmuş, otel ise bu hesabın iptalini kabul etmemişti. Sonuç olarak kadın, kendisine yapılan bu haksızlığın acısını çıkarmak için otelden aldığı pasta tarifini tüm arkadaşlarına hatta tüm şehre yaymıştı.
Bu hikâye kulağa oldukça ilgi çekici gelse de, tüm bunların tam bir saçmalık olduğunu çok iyi bilirdi, tıpkı kırmızı kadife pastasının gerçek hikâyesini ve geçmişini çok iyi bildiği gibi. Bu hikâye onun bakımından, eğlenceli bir dedikodudan daha çok, hep önemli bir uyarı niteliği taşımıştı. Zaten, Gwyn’in son zamanlarda edindiği tecrübelerinden ortaya çıkan gerçek hikâyelerden çoğu, onun için birer uyarı özelliğindeydi. Ah, tüm hayatı nasıl bu kadar yanlış bir yola girmişti? Ah, tüm o yaşanmışlıklar, nasıl birdenbire yok olup gitmişti? Gwyn derin bir iç çekti -genellikle yapmazdı bunu ama tüm olanları düşününce- bir kez daha, derin bir iç çekti. Ardından arabadaki saate baktı ve saatin dokuzu çeyrek geçtiğini gördü. Gwyn sabahın erken saatlerinden beri yarım saattir, East Hapmton hava alanının küçük araba parkında, kırmızı Volvo vagon tipi arabasının içinde beklemekteydi. Thomas’ın uçağının, şimdiye dek çoktan piste iniş yapmış olması gerekirdi ama ne yazık ki kendisi şu an görünürlerde yoktu.
Bunun gibi küçük hava alanlarında, olayların planladığınız gibi gitmesini bekleyemezdiniz. Ayrıca, bu konuda Gwyn’in, belki de başkalarından çok kendisini suçlaması gerekirdi. Ne de olsa Thomas’ın katıldığı tıp konferansından, verecekleri partinin sabahında gelmesi için gerekli düzenlemeleri yapan yine oydu. Gwyn, tüm bunları organize etmek için birçok plan yapmıştı. Parti için tuttuğu orkestra üyeleri yoldaydı; LAX’ten JFK hava alanına yapılan bir gecelik uçuşun ardından, diğer bir özel uçağa aktarılmışlardı ve bu saatlerde şehre varmak üzereydiler. Gwyn, Thomas’ın gittiği yerden şu an dönmesini istiyordu. Aslında bunu istemekten çok, buna ihtiyaç duyuyordu. Böylece Gwyn’in, oyunun ancak tam sonuna yetişecek olan Thomas’ı meşgul tutabilmek için neler yapması gerektiğini çözmesi gerekmeyecek ve tüm çabaları hiçbir sekteye uğramadan tamamen planladığı gibi gidecekti. Tüm bunlara karşın Gwyn, kendisine bir türlü tam olarak güvenemiyor, olayların planladığı biçimde gitmeyeceğinden büyük endişe duyuyordu. Kırmızı kadife pastası dışında… Pasta hakkında kendinden emindi, çünkü o pastayı gerçekten de çok güzel yapardı. Kırmızı kadife pastası Thomas’ın en sevdiği tatlıydı. O pasta, Gwyn’in Thomas için yaptığı ve onun için gerçekten özel olan yegâne şeylerden biriydi. O pasta Gwyn’in, Thomas için o zamana kadar hazırladığı ilk yemekti. Birinci randevularında ikisi, Gwyn’in New York’taki dairesinin çatısı üzerinde oturuyorlardı. Riverside Drive’da bulunan bu daire, Gwyn’in o zamana kadar büyük bir şehirde yaşamakta olduğu ilk mekândı. Dairenin en iyi özelliklerinden biri, Columbia’ya -Gwyn kaydını, bu üniversitenin kampüsünde bulunan eğitim fakültesine yaptırmıştı- çok yakın mesafede bulunması; bir diğeri ise nehre bakan çatı katının müthiş manzarasıydı. Thomas ilk buluşmalarında yanında bir şişe şarap getirmişti. 1945 yılı yapımı bir Château Mouton- Rothschild. Gwyn ve Thomas kırmızı kadife pastasını ve şarabı -direkt şişeden yudumlar alarak- aralarında paylaşmış ve gecenin ikisine kadar çatıda oturmuşlardı.
Gwyn o zamanlar şarabın köşedeki şarküteriden satın alınmış olduğunu tahmin etmişti, düşünebildiği tek ihtimal de zaten buydu. Şarabın binlerce dolar değerinde olduğunu elbette bilemezdi. Bundan Thomas’ın da haberi yoktu. Gwyn’i görmek için şehre inmeden hemen önce babasının şarap mahzeninden bir şişe kapıp dışarı çıkmıştı. O zamanlar yirmi iki yaşında olan Gwyn, şarabın gerçek değerini biliyor olsaydı, onu içmeye asla yanaşmazdı.
Fakat Gwyn o ilk gecede kendi isteği dışında da olsa, karşısındaki adam ile ilgili en önemli şeyi öğrenmiş oldu. Thomas pastadan geriye kalan son parçayı kendisi için saklamıştı. Elbette kısa bir süre için aralarında sevimli bir tartışma yaşanmıştı -kalan son parçayı sen al; hayır, ben senin almanı istiyorum- Yine de, sonuçta, pastadan kalan son parçayı alan Thomas olmuştu. Bu tam da Thomas’a uygun bir davranıştı ama şimdi, pastanın son parçasını alan Gwyn olacaktı.
Gwyn’in cep telefonu çantasının dibinde durduğu hâlde etrafa oldukça yüksek bir ses yayarak çalmaya başladı. Çantasının içinden cep telefonuna doğru uzanan Gwyn, arayanın Eve olmasını umut etti. Lütfen, arayan o olsun, diyordu içinden. Eve, Gwyn’in bu akşam vereceği partinin yiyecek – içecek servisinden sorumlu olan kişiydi. Eve Stone ayrıca, Quogue, New York’ta bulunan “Eve’in Mutfağı” adlı ikram servisinin de sahibiydi.
Gwyn sabahtan beri boş yere Eve’e ulaşmaya çalışmıştı. Şu an tek düşünebildiği şey ise, vereceği partide yapılacak ikram servisi hakkında kendisinin hiçbir bilgisi olmadığı gerçeği karşısında ne yapabileceği idi.
Gwyn’in bir boşanma partisinin nasıl düzenleneceği, bu tür bir partinin nasıl verileceği hakkında hiçbir bilgisi yoktu. Gerçi çevresinde kutlanan birkaç boşanma partisine katılmıştı. Ayrıca bu tür bir ayrılık safhasında bulunan kişileri sağlıklı bir boşanma süreci yaşamaya, hatta bunu bir kutlamaya dönüştürmeye teşvik eden birkaç kitap bulup satın almıştı: “Tek başına eskisinden daha güçlü yürüyeceksiniz. Onunla son dansınızı şimdi yapın; Hoşça kal, Merhaba demenin yeni bir yolu olabilir!” Fakat ne yazık ki tüm bu kitaplar Gwyn gibi, bir boşanma partisi vermek fikrini sadece yüzeysel olarak algılayan ya da bu fikirle dalga geçerek içten içe gülen kişilerin anlayacağı dilde yazılmamıştı.
Bu tür şeyler iyi bir şekilde sonuçlanabilirdi.
Tüm bunlar -sadece- sona erebilirdi.
Gwyn, ancak dördüncü çalışının sonunda telefon kapağını başparmağının tek dokunuşuyla kaldırarak çağrıya cevap verdi. “Eve, sen misin?”
“Eve de kim? Hayır anne. Benim.”
.
Telefonda kendini “benim” şeklinde tanıtan kişi, Gwyn’in kızı Georgia idi. Gwyn’in kızının anne ve babasının arasında yaşananlar hakkında hiçbir fikri yoktu. Ne kızı, ne de oğlu; ebeveynlerinin boşanacakları dışında, şu anda hiçbir şey bilmiyorlardı. Gwyn çocuklarını ne zamandır yaşanan olaylarla ilgili tüm ayrıntıları öğrenmelerinden korumaya çalışmaktaydı. Ya da en azından kendi kendine yaptığı açıklama buydu. Fakat dürtüleri her vakit bu düşünceler kadar masumane olmayabiliyordu. Belki onlara her şeyi anlatmamasının sebebi bunu bir kez yaptığında geri dönüşünün olmayacağını bilmesinden kaynaklanıyordu. Çünkü gerçekten neler olup bitiğini yüksek sesle dile getirdiği an başka bir şeye inanmak hakkında yapacağı seçim şansını da yitirecekti.
“Neler yapıyorsun, bir tanem?” diye sordu Gwyn, telefonunu iyice kavrayarak. “Her şey yolunda mı?”
“Yolundadan kastın nedir?”
“Mesela, şu an doğumhanede misin?”
“Bildiğim kadarıyla, hayır.”
“Güzel,” dedi Gwyn kafasını sallayarak. “Bunu duymak güzel.”
Bu, gerçekten de iyi bir haberdi. Gwyn, Georgia’ya bu soruyu ne zaman sorsa kızının buna sinirlendiğini biliyor, yine de aldığı bu cevap hep içini rahatlatıyordu. Georgia Los Angeles’dan geri döndüğünden beri, son birkaç haftadır Gwyn ile birlikte kalıyordu. Bu arada kızının Fransız erkek arkadaşı Denis, -Georgia’nın onlara, oğlanın adını her zaman doğru söyledikleri hâlde, sıklıkla hatırlatmayı sevdiği gibi, Fransızca dilinde ismi Den-ee olarak telaffuz ediliyordu- müzik grubuyla birlikte Omaha Nebraska’da bir albüm kaydediyordu. Bu arada yirmi beş yaşındaki Georgia şu an sekiz buçuk aylık hamile ve karnında sadece on buçuk aydır tanıdığı bir adamın bebeğini taşıyordu. Herhangi biri Gwyn’e kızının bu hareketi karşısında neler düşünüyor olduğunu sorsaydı; o, bunun pek de mantıklı bir davranış şekli olmadığını söylerdi. Fakat ona fikrini soran kimse olmamıştı.
Ona Maggie hakkında ne düşündüğünü soran da olmadı. Maggie ile sadece telefonda konuşmuştu ama o kızın gülüşünde Gwyn’in çok hoşuna giden ve ona güvenmesini sağlayan bir şeyler vardı. Gwyn’in zaman içinde öğrendiği en önemli şeylerden biri insanın gülüşünün onun aslında kim olduğunu tam olarak yansıttığıydı. Maggie’ninki içten gelen, güçlü ve cömert bir gülüştü. Bu özelliklerden, en azından bir tanesi mutlaka, Nate’i de etkileyecekti.
Aslında Gwyn bu iki meziyetin de oğlunun karakterine katkıda bulunmasından çok daha fazla memnuniyet duyardı.
“Anne.”
“Georgia.”
“Babamın uçağı hâlâ piste inmedi mi? Onunla konuşmam gerek. Denis elini bir tirbüşonla kesmiş ve bu gerçekten ciddi bir şeyse, uçak yolculuğu yapmak istemiyor. Yani, belki de Omaha’daki bir hastaneye gitmesi gerekiyordur. Yaralanan sol eli olduğundan, işini doğru düzgün yapması için o elini çok iyi şekilde kullanması onun için her şeyden önemli. Biliyorsun o grubun bas gitaristi.”
“Bateri çalıyor olsa, bir şey değişir miydi peki?”
“Anne, lütfen ciddi ol! Denis’e ne yapması gerektiğini anlatması için, babacığıma ihtiyacım var.”
Babacığım. Georgia ne yapması gerektiğini söylemesi için hâlen babasını arıyor, işine geldiği için, hâlen babacığının kızı olarak kalmayı tercih ediyordu. Denis ve Georgia’nın yakında doğacak çocukları için de aynı şey mi geçerli olacak diye düşünüyordu Gwyn – babayla arada kurulan sevgi daha kolay mı gelişiyor, daha mı uzun süreli oluyordu?- Çocukları her zaman babalarının yanına yer almak zorunda mıydı? Neden tüm sevgi, çocukları için çok daha az vakit ve emek harcamış olan tarafa gidiyordu, babaları çocuklarının sevgisini, kendinden daha mı fazla hak ediyordu?
“Babana söylerim seni arar, canım.”
“Teşekkür ederim,” dedi Georgia, hemen ardından sanki aniden bir şey hatırlamış gibi sesinin tonunu yükseltti. “Ah, az kalsın unutuyordum; babama şu meditasyon merkezinde çalışan kadının kendisini, ev telefonundan tekrar aradığını söyler misin? Kadının anlattıklarından ben pek bir şey anlayamadım ama babamın onu geri aramasını istiyor. Söylediğine göre, babamın cep telefonu çalışmıyormuş. Ayrıca, babamın kendisini, hangi konu hakkında aradığını anlayacağını söyledi.”
Gwyn o anda kalbinin donup kaldığını hissetti. Meditasyon merkezinden Thomas’a gelen kaçıncı telefondu bu. Nasıl olmuştu da kocasıyla bu duruma gelmişlerdi? Gwyn, Savannah – Georgia yakınlarındaki bir bölgenin kilisesinde 2500 kişilik bir cemaate vaizlik hizmeti sunan, Güneyli bir papazın kızıydı. Ve Gwyn, Thomas ile evliliklerinin ilk birkaç senesi boyunca onu, Noel ve Paskalya Yortusu gibi dini bayramlarda kendisiyle beraber evini ziyaret etmesi için onu güç bela ikna edebiliyordu. Thomas ancak, bunu yapmanın kendisini, ikiyüzlü biri gibi hissettirdiğini iyice belirttikten sonra son derece gönülsüzce Gwyn’in ailesinin evini ziyaret ederdi. Gwyn’e; “İnanıyormuş gibi yapmak, bu rolü üstlenmek istemiyorum.” derdi. O bir doktor, bir bilim insanıydı. Hayatı boyunca tüm bahislerini de bilim inancının üzerine oynamıştı. “Mutlaka ya biri ya da öteki olmak zorunda değil.” derdi Gwyn kocasına.
Evet, derdi kocası. Öyle olmak zorunda.
Fakat dokuz ay önce, Southampton Üniversitesi bünyesinde her hafta verdiği, “sağlık hizmetleri reformu” seminerinden geri dönen Thomas, Gwyn’e maneviyat ve Doğu ruhaniliği üzerine düşünmeye, eskisinden çok daha fazla vakit ayırdığını anlatmıştı. Budizm ile ilgili derslere katılmak için Pazar akşamları üniversitede geç saatlere kadar kalacak, bir meditasyon kursuna başladığı için de her Salı sabahı Oyster Körfezi’ne gidecekti. Son olarak karısına, Chakrasambra Budizm Merkezi’ndeki tüm bir hafta sonu inzivaya çekileceği için, Manhattan’a kadar araba kullanmak zorunda kalmak istemediğini açıkladı. Bu merkezde kaldığı süre boyunca kendisine en az üç gün ulaşılamıyordu.
“Sadece bu tür konuları tanımak, anlamak istiyorum.” demişti Thomas.
İkisi arasındaki gerçek sorunlar ise, Thomas bu tür konuları sadece tanıyıp, anlamaktan daha fazlasını yapmak istediğinde başladı.
Sanırım hayatım değişik bir yolda ilerlemeye başladı, dedi Thomas, bir restoranda akşam yemeği yerlerken. Yeşil mercimek çorbası ve kızarmış lüfer balığı ısmarladıktan hemen sonra, oldukça sıradan bir şeyden bahsedermiş gibi sakin, gelişi güzel bir şekilde araya sıkıştırmıştı bu cümleyi.
Sipariş ettiği yemekler hakkındaki düşüncelerini değiştirmiş kadar sakindi konuşması. Sanki bu sözlerinin doğuracağı sonuçlar, ikisinin de hayatını kökten sarsmayacaktı.
.
Şu an bu yolun benim hayatımda ne gibi değişiklikler yaratacağı, tam olarak ne anlama geldiği gibi konular hakkında tam bir belirsizlik yaşıyorum. Bilirsin…
Hayır, Thomas, dedi Gwyn. Bilmiyorum.
Evliliğimiz.
Hava alanının küçük araba parkında bekleyen Gwyn, kendisine arabasının dikiz aynasından bakarken cep telefonunu hâlen kulağının yanına tutuyordu. Gwyn simetrik hatlara sahip olan bir kadındı. Bu, şu an içinde bulunduğu durumda kendisi hakkında düşünebileceği en hoşuna giden özelliğiydi. Geri kalanların tümü -omuzlarına dökülen bakımlı, sarı saçları; uzun, düzgün bacakları; sakin ve parlak mavi gözleri; durgun ve pürüzsüz teni, işte o nefes kesen güzelliği- kendisine ihanet etmişti. Oysa tam elli sekiz sene boyuca, bu güzelliği kendini güvende hissettirmişti. Evliliğinde, aile hayatında, kendi cildinin altında… Aslında hiçbir zaman güven altında olmamıştı. Şimdi ise kocası, hiç tanımadığı bir adam gibi davranıyor, oğlu onu ziyaret etmek istemiyor, kızı ise bir türlü taşındığı evinden ayrılmıyordu.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBoşanma Partisi
- Sayfa Sayısı256
- YazarLaura Dave
- ÇevirmenBegüm Korkmaz
- ISBN9786054478330
- Boyutlar, Kapak13,5x21,
- YayıneviKaNeS Yayınları / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Davetiye ~ Vi Keeland
Davetiye
Vi Keeland
Aşk bazen gün gibi ortadadır. Bazen de… Şehrin en büyülü mekânında gerçekleşecek düğüne hiç beklenmedik bir davetiye almıştım. Fakat ufak bir sorun vardı: Davetiye...
- On Üç’ü Bağlamak – Tommen Erkekleri Serisi 1 ~ Chloe Walsh
On Üç’ü Bağlamak – Tommen Erkekleri Serisi 1
Chloe Walsh
Johnny Kavanagh her şeye sahipti. Ragbi sveasında dikkate değer bir rakipti. Yıldız olmaya kararlı bir şekilde zirveye doğru tırmanıyordu. Yoluna herhangi bir engelin çıkması...
- Ardında Bıraktığın Kadın ~ Jojo Moyes
Ardında Bıraktığın Kadın
Jojo Moyes
Ardında bıraktığın kadını hatırlıyor musun? Paris’te Balayı devam ediyor… Genç ve güzel Sophie, savaşa giden ressam kocası Édouard’ın yokluğunda ailesini ne pahasına olursa olsun...