Küçük bir kafe-bakkal işleten anne babanın etrafında şekillenen mutlu bir çocukluk, okul hayatı, yeni bir sosyal çevre, yabancılaşma, sınıf atlama arzusu, onaylanma ihtiyacı, öfke patlamaları, utanç, kürtaj… Seneler’e uzanan oto-sosyobiyografi yazınının da habercisi olan Boş Dolaplar, iki ayrı dünya –eğitimsiz işçi sınıfı ve eğitimli burjuva sınıfı– arasında sıkışıp kalmış, okul yaşamındaki başarılarıyla ailesinin temsil ettiği her şeye karşı kendini yeniden inşa etmeye çalışan genç bir kızın, Denise Lesur’ün hikâyesi. Ernaux, ne olmak istediğinden ziyade ne olduğuyla cebelleşmek zorunda kalan, toplumsal yükseliş sancıları çeken otobiyografik karakteri Denise’in yaşamını anlatırken her zamanki gibi sakınmasız ve cesur. “Ernaux’nun kitapları birer itiraf değil, bir tür kişisel epistemolojidir… Onları okumak, o anlaşılmaz, acı verici, zaruri ‘oluş’ sürecini anlama girişimidir.”The New Yorker “Boş Dolaplar, 1950’li yıllarda Fransa’daki sınıf sisteminden ve bir kadının sınıf atlamak, geçmişini unutmak için verdiği mücadeleden daha fazlasıdır. Bu roman, kültürel anlamda haklarından mahrum bırakılmışların kendi sesleriyle konuşmasına, gerek konusu itibarıyla gerek edebî biçimiyle, unutulmaz bir katkı sunuyor.”The Bloomsbury Review
ANNIE ERNAUX, 1940’ta, Lillebonne’da, işçi sınıfına mensup bir ailede doğdu; çocukluğunu Yvetot, Normandiya’da geçirdi. Mazbut bir sosyal çevrede büyüdü, edebiyat öğrenimi gördü ve uzun yıllar boyunca edebiyat öğretmenliği yaptı. Kişisel deneyimle toplumsal tarihi birleştiren unsurları daha ilk romanı Boş Dolaplar’la ortaya koydu. Sınıf atlama, evlilik, kadın özgürlüğü, cinsellik, kürtaj, hastalık, yaşlılık ve ölüm gibi meseleleri kendi deneyimleri üzerinden aktarırken, arka planda daima toplumsal yaşam ve onu oluşturan kültürel, siyasi, tarihî olaylara yer vererek, “toplumsal bellek” yazını olarak nitelenebilecek eserlere imza attı; başta 2022 Nobel Edebiyat Ödülü olmak üzere birçok ödüle değer görüldü. Hâlâ Cergy’de yaşamaktadır.
“Sahte hazineler sakladım boş dolaplarda
Beyhude bir gemi taşıyor çocukluğumu içimdeki sıkıntıya
Oyunlarımı yorgunluğa.”
Paul Éluard
“La Rose Publique”
***
Saat başı bacaklarımla makas yapıyorum, pedal çeviriyorum, ayaklarımı duvara dayayıp itiyorum. Bir an önce olup bitsin diye. Birden tuhaf bir sıcaklık yayılıyor, kasıklarımda bir çiçek açıyor sanki. Morumsu, çürük. Ağrı sızı yok, az sonra bastıracak ağrının habercisi olan ve dört bir yandan kopup kabaran dalga kalça kemiğine çarpıp apışarasında yok oluyor. Adeta haz duygusu. “Şunu içine sokarken biraz canın yanacak, hepsi o kadar.” Kaynar sudan çıkan kıvrık, küçük, kırmızı bir sonda. “Merak etme, şıp diye yerine oturacak.” Masanın üzerindeyim, bacaklarımın arasından kır saçlarını ve maşanın ucunda sallanan kırmızı yılanı görebiliyorum sadece. O da gözden kayboluyor. Feci bir sızı. Onu oraya iyice yerleştirmek için içime pamuk tıkıştıran ihtiyara söyleniyorum. “Sakın orana dokunayım deme, yoksa her şeyi berbat edersin… şimdi şuraya, dudakların arasına bir öpücük konduralım…” Bu kadar kanırtıldıktan, hırpalandıktan, tıka basa doldurulduktan sonra bir daha ondan hayır gelir mi diyorum kendi kendime. Sonra bir bardak kahve içiriyor bana toparlanalım diye. Çenesi durmak bilmiyor. “Bol bol yürü, derslerine de gideceksin tabii, ama akıntı olursa o başka…” Bunca pamuk ve kasığımda tıngırdayan hortumla yürümek başta hiç de kolay olmuyor. Basamakları dikkatle teker teker iniyorum. Sokağa adımımı attığımda güneş, insanlar, arabalar beni sersemletiyor. Hiçbir şey hissetmiyorum, yurda dönüyorum.
“Bir süre sonra kasılmalar başlayacak.” Karnımın üzerine iki büklüm büzülüp, bir işaret gelmesini bekliyorum dünden beri. Peki ama, tam olarak ne oluyor? Tek bildiğim o şeyin yavaş yavaş öldüğü, sönüyor, kan dolu keseciklerde boğuluyor, sıvıyla birlikte akıyor… Ve vücudumu terk ediyor. Hepsi bu. Başım battaniyenin kokusuna gömülmüş vaziyette, yüzükoyun yatıyorum, güneş dizlerimle belimin arasını yakıyor, içimde ılık bir medcezir, yüzeyde hiçbir kıpırtı yok, her şey kilometrelerce ötedeki girinti ve çıkıntılarda oluyor. Anatomi atlaslarındaki haritalarla alakası yok. Burada, bu tuhaf yoga duruşunda akşama kadar öylece kalabilirim. Güneş tenimi delip geçse, etimi ve kıkırdakları parçalasa, bulamaç usul usul hortumdan aksa… Yok öyle bir umut. Öylece çekip gitmeyecek. Olacakları hızlandırma gayretinden vazgeçiyorum, bacaklarımı duvardan çekiyorum.
Ders programındaki yazarlardan birine çalışsam, Victor Hugo mesela ya da Péguy. Düşüncesi bile midemi bulandırıyor. Hiçbirinde benimle, yaşadığım şeyle ilgili tek kelime, şu anda hissettiğim şeyi tarif edecek, bu berbat anları atlatmama yardımcı olacak tek satır yok. Doğumdan düğüne, ölüm döşeğine kadar her duruma dair mutlaka bir dua var; kaçak bir kürtajcıya giden yirmi yaşında bir kız hakkında, dönüşte yolda yürürken, kendini yatağına atarken aklından geçenler hakkında da bir tane olmalıydı. Tekrar tekrar okurdum onu. Kitaplar dilsiz bu konuda. Güzel bir sonda tasviri, bir sonda mecazı… Yan odadaki arkadaşımdan ödünç aldığım tıp sözlüğü tüyler ürpertici ayrıntılarla, ürkütücü imalarla dolu. İnsanları korkutmaktan zevk alıyorlar, küçücük bir hava kabarcığından kimse ölmez. Ama kurbağalar farklı, onları bir süpürge çöpüyle patlatabilirsiniz… Sürekli leş kokulu, macunumsu safra tadıyla, bulantıyla boğuşmaktan, yerken bir anda tiksinti uyandıran yiyecekleri tıkınıp durmaktan, rüyamda kilometrelerce uzunlukta sosis salam görmekten, dükkânların vitrinindeki bütün renkli şeyleri yiyecek sanmaktan iyidir geberip gitmek. İki ay içinde, yediğini her an tabağına çıkarmaya hazır, koku konusunda hayli hassas bir dişi köpeğe dönüşmüştüm, ıspanağın çürük yeşili, domatesin tentürdiyot kırmızısı, ızgara bifteğin huylandıran kavruk kenarları… Hiç geçmeyen ekşimiş et suyu tadı, sanki midede bir ülser gelişiyor. Kitaplar içimi döndürüyor. Öğrencilik yapmaya çalışıyorum, not tutuyorum, dersleri dinlemeye gayret ediyorum, hiçbir şeye veremiyorum kendimi, güya öğretmen, eleştirmen ya da gazeteci olacaktım. Bu gidişle haziran ya da ekimde sınavı veremeyebilirim… Belki de bir terslik olacak, gitmeyecek bu şey… Öyleyse çalışmanın ne anlamı var… “André Gide hakkında sunumu kim yapmak ister?”
Bornin’in bakışları amfide geziniyor. Üç satır bile yazacak halim yok, ayrıca ne Gide ne de bir başkası hakkında söyleyecek bir sözüm var, sahteyim ben, annemle babamın dükkânının vitrinindeki karton şişeler gibi sahte, Bornin de sahte, buruşmuş, pörsük penisiyle, burnumun dibinde kımıldayan elleriyle, kelimeleri yaya yaya konuşmasıyla o da sahte, mutlaka biliyor, aşağılık, yağ tulumu, yumurta kafa, gitgide genişliyor, çürük et suyu ağzıma kadar yükseliyor, dişlerimi sıkıyorum, fırlayıp dışarı çıkmaya kalksam, bütün sınıf hamile olduğumu anlar. Daha aşağılayıcı ne olabilir. Geberip gitsem daha iyi.
Sancı başlıyor, zikzaklar çizerek ilerliyor, yumuşak zerreler halinde patlıyor. İçimde muhteşem bir havai fişek gümbürtüsü, göz kamaştırıcı bin bir çeşit renk olmalı. Sıcaklık hissi birden geçiyor, hiçlik, zevkin sonunun sonu. İçimdeki şey sarpa sararsa, bir daha hayatım boyunca haz duyamam herhalde. Ceza. Ya şu halimi görseler… “Sonun kötü olur.” Bu ezelî kehanet bizim ihtiyarların ağzından ilk ne zaman dökülmüştü acaba? Bir ay önce, az kalsın suratlarına haykıracaktım hamileyim diye, sırf kopacak felaketi, nasıl sarsıldıklarını, suratlarının nasıl morardığını görmek, yüzlerinden hiç eksik olmayan o trajik maskeyle histerik bağırış çağırışlarını duymak için. Ben de neşe ve öfkeyle haykıracaktım, müsebbibi sizsiniz diye, çirkinler, sefiller, hödükler, sizin yüzünüzden yaptım… Tek kelime söyleyemedim. Her şey bir yana, tek başıma halletmeliydim, duysalar engel olurlardı. Böyle bir şeyi onlara söylemeye asla cesaret edemem. Onlarınsa akıllarının köşesinden bile geçmez… Ellerinden geleni yaptılar benim için… Papatya desenli muşamba örtünün üzerinde, kendilerince akşam yemeği yiyorlar, tavuk ve bezelye, en iyisinden, Cèdres’deki inşaata gidip bir baksaydık diyor annem, mağazalar, dükkânlar yapıyorlarmış yolun karşı tarafına, rekabet başlayacak, bu konunun tepesini attırdığını söylüyor babam, kavgaya tutuşuyorlar. Sanki oradayım. Onları ve dükkânlarını düşünmek istemiyorum. Onlarla buradaki pırıl pırıl tuvalet, yepyeni, tertemiz duvarlar, kitap rafları arasında bir bağ kuramıyorum. Lesur’lerin kızı değilim burada. Fakülteli kız. Kampüsün bahçesi yapraklarla kaplı, parmaklıkların kenarına park etmiş arabaların üzerleri, çimlerin arasındaki dar yollar, hışır hışır, göz kamaştırıcı. Adeta bir Monticelli tablosu. Zihnimde yer etmiş kültür kırıntıları, Lectures pour tous sayılarındaki gravürleri saymazsak, lise sona kadar resim sanatından bihaberdim. Ağaç dallarının arasından sızan güneş huzmeleri önümü keserken, ağzımdaki kekre tadı silip götüren sert havayı dişlerimin arasında hissederek yaprakları çatırdata çatırdata bir koşu tutturmak vardı şimdi… Oysa buraya kapanmış, düşük yapmayı hızlandıracak ne kadar hareket varsa deniyorum, bir sırtüstü bir karın üstü yatıyorum, dizlerimi kırıyorum, köprü yapıyorum, bağdaş kurup oturuyorum… Pis aşağılık, adi burjuva ne biçim gülerdi şimdi. Elimle kasığımı yokluyorum, başlayacağı ânı gözümün önüne getirmeye çalışıyorum, top patlaması, lunapark balonu, gayzer fışkırması, öyle bir şey.
Ceza, başka bir insan eliyle ıslah. Küçük kırmızı bir sonda marifetiyle. Yirmi yılın sonunda gele gele buraya gelmek. Kimsenin kabahati değil. Bir tek benim, baştan sona benim suçum. Kim miyim ben? Önce bakkal Lesur’ün kızı, sonra her daim sınıf birincisi. Ve pazar günleri beyaz soket çorap giyen bön kız, burslu öğrenci. Sonraysa… kaçak kürtajcı tarafından içine edildiği için sonrası olmayabilir. Ben ve vitrindeki fasulye konserveleri, üç yıl boyunca giydiğim pas rengi manto, kitaplar, kitaplar, şunu okumuş muydun, temmuz kermesinde ezilmiş çimler, nazik el, böyle yapmamalısın… Her yerde insanlar, elini kolunu oynatan, sendeleyen bir sürü insan. Dört bir köşeden çıkıyorlar, suratları mosmor, kollarını sallaya sallaya yürüyorlar, sefil ihtiyarlar, yakındaki düşkünlerevinin kaçıkları, elleri hep bir yerde gezinen pis sapıklar, konserve kavurma alıp deftere yazdıranlar. Onları hor gördüğümün hep farkındaydılar, patatesleri Lesur’ün kızı verseydi. Şimdi intikam alıyorlar. Daktilo kız, sekreter, onları biliyorlar, kırmızı ojeli tırnakları, pamuk gibi beyaz elleriyle hafiften burnu büyük kızlar. Üniversite öğrencisi, bu bambaşka bir şey, ne okuyor, edebiyat, boşluk, sis perdesi, elleri böğürlerinde kalakalıyorlar, bizim ihtiyarların zaten daha fazlasını anlatabilmesi mümkün değil. Faka bastım. Bir ters harekete bakar tıp sözlüğünün göz korkutan tanımlarındaki gibi kan revan içinde kalmam. Hepsinin haberi olacak tabii, laflamak için can atarak dükkâna üşüşecekler, “nasıl olmuş, nasıl olmuş”, bakkal tezgâhının önünde kuyruğa gire…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBoş Dolaplar
- Sayfa Sayısı168
- YazarAnnie Ernaux
- ÇevirmenSiren İdemen
- ISBN9789750758386
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Palomar ~ Italo Calvino
Palomar
Italo Calvino
İtalyan edebiyatının ünlü kalemlerinden Italo Calvino’nun ölümünden üç sene önce yayımladığı Palomar adlı bu kitabı, yazarın daha önce Corriere della Sera ve Repubblica adlı...
- Bilirbilmezler ~ Gustave Flaubert
Bilirbilmezler
Gustave Flaubert
Bouvard ile Pécuchet, bilgisizliklerinden ve ahmaklıklarından kaynaklanan sınırsız bir gözüpeklikle her konuya el atan iki arkadaştır; görünüşleri gibi tutumları ve tutkuları da gülünçtür. Ama...
- Şeytanın Çalgıları ~ Nancy Huston
Şeytanın Çalgıları
Nancy Huston
Nancy Huston, kendisine Goncourt des lycéens Ödülü’nü kazandıran Şeytanın Çalgıları’nda, iki farklı tarih, iki farklı coğrafya, apayrı iki kültür ve bambaşka kadınlık halleri üzerinden, aradan...