Bir kralın aşkı için birbiriyle savaşan iki kız kardeşin hikâyesi..
Mary Boleyn, on dört yaşında, masum bir kız olarak kraliyet sarayına geldiğinde, VIII. Henry’nin gözlerini kamaştırır. Gördüğü ilgiyle tüm varlığı alt üst olan Mary, hem altın prensine aşık olur, hem de gayrıresmi kraliçe olarak her geçen gün artan rolüne. Ancak öyle bir an gelir ki, kralın kendisine olan ilgisi gittikçe sönmeye başladığında, ihtiraslı planlar yapmakta olan ailesinin piyonuna dönüştüğünü fark eder ve en yakın arkadaşından uzaklaşmaya ve rekabet etmeye zorlanır: Kız kardeşi, Anne Boleyn’den. İşler iyice çığırından çıktığında ailesine ve kralına baş kaldırması gerektiğinin farkına varır ve kaderinin iplerini kendi eline alır.
Son derece zengin biçimde işlenmiş, etkileyici bir aşk, seks, ihtiras ve intikam masalı. Boleyn Kızı, Avrupa’nın en heyecanlı ve gösterişli saraylarından birinin tam kalbinde yaşamış, sıradışı eğilimleri ve ihtirasları olan, içindeki sesi dinleyerek varlığını sürdürebilmiş bir kadını tanıştırıyor dünya okuruna.
Gregory’nin artistik ehliyeti sağlam yerden, bu belli, bir kurmaca yazarı olarak ortaya çıkaramayacağı hikâye yok.
Times
Tarihi romanslara düşkün okur için nefis bir deneyim olacak.
Publishers Weekly
Tudor Hanedanı’nı ortaya seren, sürükleyici bir roman. Hatta son yılların en çarpıcı tarihi romanı!
Daily Mail
***
Bahar 1521
Boğuk davul seslerini duyabiliyordum. Önümde dikilen kadın görüş alanımı tamamen kapatarak idam sehpasını görmemi engelliyordu. Tek seçebildiğim, kadının korsesinin bağcıklarıydı. Saraya geleli bir seneden fazla olmuştu ve yüzlerce şenliğe katılmıştım ama bu tür bir şenliğe ilk katılışımdı.
Bir adım yana kayıp boynumu uzattığımda, mahkûmun ona eşlik eden papazla birlikte yavaş adımlarla Kule’den yeşilliklere, kendisini bekleyen tahta platforma, ortada başını yerleştireceği kütüğe, kafasında yüzünü örten siyah başlığı ve önlüğüyle görevini ifa etmeye hazır cellada doğru ilerlediğini gördüm. Her şey gerçek bir olaydan ziyade, bir tiyatro sahnesi gibiydi. Tahtında oturan kralın aklı sanki başka bir yerdeydi, sanki içinden bağışlanmak için tekrar tekrar yakarıyordu. Hemen arkasında bir senedir evli olduğum kocam William Carey, ağabeyim George ve babam Sör Thomas Boleyn duruyordu. Hepsi de en ciddi bakışlarını takınmıştı. Bense, ipek ayakkabılarımın içinde ayak parmaklarımı oynatıp içimden kralın elini çabuk tutup mahkûmu bağışlamasını, böylece bir an evvel hep birlikte kahvaltıya gidebilmemizi diliyordum. Daha on üç yaşındaydım ve sürekli karnım acıkıyordu.
İdam platformunun ucunda duran Buckinghamshire dükü kalın paltosunu çıkarttı. Onunla amca diyebileceğim kadar yakın bir akrabalığımız vardı. Düğünüme gelmiş, bana altın bir bilezik takmıştı. Babam onun, sözleriyle kralı defalarca kırdığını söyledi. Amcam, kralın asil bir kandan geldiğini, etrafında bir kralı fazlasıyla rahat ettirecek sayıda silahlı adamı olduğunu ama yine de tahtının tamamıyla sağlam olmadığını söylemişti. Hepsinden beteriyse kralın bir oğlu ve dolayısıyla bir veliahdı olmadığını, olamadığını ve büyük ihtimalle arkasında onun tahtını devam ettirecek bir oğlan bırakamadan da öleceğini dile getirmişti.
Böyle bir düşünce ağızdan asla yüksek sesle çıkmamalıydı. Kral, mahkeme, bütün ülke kraliçenin bir oğlan doğurması, üstelik de elini çabuk tutması gerektiğini biliyordu. Aksini iddia etmek şu anda dükün, yani amcamın kararlı ve korkusuz adımlarla çıktığı idam sehpasının tahta basamaklarına giden yolda ilk adımı atmış olmak demekti. İyi bir saray adamı bu tür nahoş gerçeklere değinmekten kaçınmalıydı. Saray hayatı her zaman neşeli ve coşku dolu olmalıydı.
Stafford Amcam, son sözlerini söylemek üzere sahnenin ön tarafına yürüdü. Söylediklerini duyamayacak kadar uzaktaydım ve zaten kralı izliyor, öne çıkıp amcamı affetmesini bekliyordum. Şu anda idam sehpasının üzerinde duran bu adam, sabahın erken saatlerinde güneşin altında kralın tenis oyununa eşlik etmiş, at üstünde mızrak yarışında onun rakibi olmuş, yüzlerce kez onunla içip kumar oynamıştı. Çocukluğundan beri kralın kader arkadaşıydı Ve kral şimdi ona, halkın önünde unutulmaz bir ders veriyordu ama sonra onu bağışlayacaktı ve hep birlikte kahvaltıya gidebilecektik.
Uzaktaki minik siluet günah çıkarttığı papaza döndü. Kutsanmak üzere başını eğdi, sonra haçı öptü. Kütüklerin önüne diz çöküp iki eliyle tahtaya yapıştı. İçimden nasıl bir şeydir acaba, diye geçirdim. İnsanın yanağını pürüzsüz cilalı tahtaya yaslaması, nehirden gelen ılık rüzgârı koklaması, başının tepesinde martıların sesini duyması nasıl bir şeydir acaba? Şu yaşananın gerçek olmadığını, tiyatrodan öte gitmeyeceğini bile bile de olsa celladı arkasında hissederek başını yere dayamak amcam için tuhaf bir his olsa gerekti.
Cellat baltasını havaya kaldırdı. Krala doğru döndüm. Müdahale etmekte gecikiyordu. Gözlerim tekrar sahneye kaydı. Amcam başı yerde, kollarını iyice yana açmış, baltanın bir işaretle her an inebileceğini bilerek rızasını gösteriyordu. Tekrar krala döndüm. Artık ayağa kalkması gerekiyordu. Ama o, acımasız çehresiyle hâlâ öylece oturuyordu. Ben krala bakarken davullar kısa bir süreliğine tekrar gümbürdedi, aniden sustu, ardından baltanın, ilk darbenin, ikincinin ve üçüncünün sesi duyuldu. Odun kesmek kadar tanıdık bir sesti. Gözlerime inanamayarak kafanın samanların üzerinde sekişini, tuhaf bir biçimde güdük kalan enseden fışkıran kıpkırmızı kanı seyrettim. Karabaşlıklı cellat kocaman kanlı baltayı kenara koydu, kafayı gür, dalgalı saçlardan kavrayarak havaya kaldırıp o tuhaf maskemsi şeyi hepimize gösterdi. Gözleri alnından burnuna dek siyah bir kumaşla bağlanmış yüzün, o son meydan okuyan sırıtışla dişleri ortaya çıkmıştı.
Kral yavaşça tahtından kalktı ve içimden çocukluğun verdiği saflıkla. Yüce Tanrım, bu ne kadar utanç verici bir durum olacak. Çok gecikti. Her şey kötü gitti. Zamanında müdahale etmeyi unuttu, diye geçirdim.
Fakat yanılıyordum. Geç kalmamış, unutmamıştı. Amcamın saray eşrafı önünde ölmesini istiyordu. Böylece herkes öğrenecekti. Tek bir kral vardı, o da Henry’di. Tek bir kral olabilirdi ve o da Henry’di. Ve tahtına bir oğlan doğacaktı. Aksini dile getirmek bile utanç verici bir ölüme maruz kalmak demekti.
Saray ahalisi, nehrin yukarısına ilerleyen üç ayrı saray kayığıyla sessizce Westminister Sarayı’na geri döndü. Kayıklar flamaları coşkuyla dalgalanarak ve zengin kumaşlarını şöyle bir göstererek hızla ilerlerken, nehrin kenarındaki adamlar şapkalarını çıkartıp diz çöktü. Bense nedimelerle birlikte ikinci kayıkta, kraliçenin kayığındaydım. Yanımda annem vardı. Nadiren yaptığı üzere benimle ilgilenerek göz ucuyla bana baktı ve “Çok solgun görünüyorsun, Mary. Miden mi bulandı?” diye sordu.
“İdam edileceğini düşünmemiştim,” dedim. “Kralın onu affedeceğini sanmıştım.”
Annem öne eğildi ve dudaklarını sandalın çatırtıları, kürekçilerin davul sesleri arasında söyledikleri duyulamayacak biçimde kulağıma dayadı. “O zaman aptalsın,” diye kestirip attı. “Bunu dile getirmekle daha da büyük bir aptallık ediyorsun. Etrafına bak ve öğren, Mary. Sarayda hataya yer yoktur.”
“Yarın Fransa’ya gidiyorum ve dönüşte ablan Anne’i eve getireceğim,” dedi babam Westminister Sarayı’nın merdivenlerinde bana. “İngiltere’ye döneceğine göre Kraliçe
Mary’nin sarayında onun da bir yeri olmalı.”
“Fransa’da kalacağını sanıyordum,” dedim. “Bir Fransız kontuyla falan evlenir diye düşünüyordum.”
Babam başını iki yana salladı. “Onun için başka planlarımız var.”
Biliyordum ki, ne tür planları olduğunu sormak anlamsız olacaktı. Bekleyip görmem gerekiyordu. En büyük korkum ona benimkinden daha iyi bir evlilik ayarlamaları ve benim de, hayat boyu birkaç adım önümde sürüdüğü eteğinin peşinden gitmek zorunda kalmamdı.
“Öyle asma suratını,” dedi babam hışımla.
Flemen saray gülümsememi takındım. “Tabii babacığım,” dedim emre itaat ederek.
Babam gülümsememi başıyla onayladı ve onu reveransla uğurladım. Sonra doğrulup yavaşça kocamın yatak odasına gittim. Duvarda küçük bir ayna vardı, önüne geçip yansımama baktım. “Hiç endişelenme,” diye fısıldadım kendi kendime. “Sen bir Boleyn’sin, bu küçümsenecek bir şey değil ve annen bir Howard olarak doğdu, ülkenin en saygın ailelerinden. Sen bir Howard kızısın, bir Boleyn kızısın.” Sonra dudağımı ısırdım. “Ama o da öyle.’’
Boş saray gülümsememi takınınca aynadaki sevimli yüz de bana gülümseyerek karşılık verdi. “Boleyn kızlarının en genciyim ama en önemsizi değilim. William Carrey’le, kralın en saygın adamlarından biriyle evliyim. Kraliçenin en sevdiği ve en genç nedimesiyim. Kimse bunu değiştiremez. O bile bunu benden alamaz.”
Annem ve babam bahar fırtınaları yüzünden gecikti ve çocukça bir beklentiyle ablamın teknesinin batmasını ve onun boğulmasını umut ettiğimi fark ettim. Onun öldüğünü düşündüğümde içimde gerçek bir acıyla karışık bir sevinç hissediyordum. Benim için Anne’siz bir dünya düşünülemezdi ama Anne’le ikimize de tek bir dünya yetmezdi.
Sonuç olarak, Anne kazasız belasız geldi. Babamın onunla birlikte imparatorluk iskelesinden çakıllı patikaya çıkıp saraya doğru yürüdüğünü gördüm. Birinci kattan aşağı bakarken bile elbisesinin salınışını, pelerininin hoş kesimini görebiliyordum ve pelerinin, etrafında dalgalanışını seyrederken içimden bir an safça ona imrendim. Gözden kaybolana kadar bekleyip sonra telaşla kraliçenin dinlenme odasındaki sandalyeme koştum.
Beni, kraliçenin halılarla kaplı odalarında kendi evimdeymiş gibi rahat görmesinin iyi olacağını planlamıştım. Ayağa kalkıp onu zarafetle ve bir yetişkin olarak karşılayacaktım. Ama kapılar açılıp içeri girdiğinde aniden duygularıma yenik düştüm. “Anne!” diye bir çığlık kopararak fırlayıp eteklerimi hışırdata hışırdata ona koştuğumu fark ettim.
İçeri başı dimdik, o kibirli bakışlarını savurarak giren Anne de aniden on beş yaşında asil bir genç kız olmaktan çıkıp kollarını boynuma savuruverdi.
“Uzamışsın,” dedi nefes nefese, kollarını sıkı sıkı belime sarıp yanağını benimkine bastırırken.
“Kocaman topuklarım var.” Tanıdık parfüm kokusunu içime çektim. Sıcacık teninden sabun ve gül, kıyafetlerinden lavanta kokusu geliyordu.
“İyi misin?”
“Evet, sen?”
“Bien sur! Nasıl gidiyor? Evlilik?”
“Kötü değil. Güzel giysiler falan.”
“Ya kocan?”
“Çok asil. Sürekli kralla beraber, en tuttuğu adamlarından.”
“Yaptınız mı?”
“Evet, yıllar oldu.”
“Acıdı mı?”
“Hem de nasıl.“
*
Yüzümdeki ifadeyi çözmek için geriledi.
“Çok da değil canım,” dedim, lafı çevirerek. “Nazik olmaya çalışıyor. Bana hep şarap veriyor. Sadece baştan sona rezillik işte, hakikaten ”
Kaşları düzeldi, gözleri etrafta dans ederken gülümsedi. “Nasıl bir rezillik mesela?”
“Gözümün önünde kaba işiyor!”
Kahkahalara boğuldu “Olamaz!”
“Eve! Kızlar,” dedi babam. Anne’in arkasından yanımıza gelerek. “Mary, Anne’i al ve kraliçeye takdim et.”
Anında dönüp onu nedimelerin arasından geçirerek şöminenin kenarındaki koltuğunda dimdik oturan kraliçeye doğru götürdüm. “Sert bir kadın,” diye uyardım Anne’i “Fransa gibi değil burası.”
Aragonlu Katherine, berrak mavi gözleriyle Anne’i şöyle bir süzdü ve bir an ablamı bana tercih edecek diye ödüm patladı.
Anne muhteşem bir Fransız reveransıyla kraliçenin önünde eğilip sanki sarayın sahibiymiş gibi bir edayla doğruldu. Sesinden o ayartıcı Fransız aksanı akıyordu ve bütün el kol hareketlerinde Fransız sarayının etkileri vardı. Anne’in bu şık hareketlerine, kraliçenin buz gibi karşılık verişini sevinçle zihnime not ettim. Onu cam kenarına çektim “Fransızlardan nefret eder,” dedim. “Böyle devam edersen seni asla yanına almaz.”
Anne omuz silkti. “En revaçta olan onlar. İster beğensin, ister beğenmesin. Başka var mı?”
“İspanyollar olabilir mi?” diye önerdim. “Yani illâ başka bir şey olmak istiyorsan…”
Anne kendini tutamayıp kahkahasını bastırarak kıkırdadı. “O başlıklardan mı takayım yani! Kadın sanki biri kafasının üstüne çatı oturtmuş gibi görünüyor.”
“Şşşt,” dedim paylayarak. “Güzel bir kadın. Avrupa’nın en iyi kraliçesi.”
Yaşlı bir kadın, dedi Anne acımasızca. “Avrupa’nın en çirkin giysilerinin içindeki yaşlı bir kadın gibi, üstelik Avrupa’nın en aptal milletinden. Bizim İspanyollara ayıracak vaktimiz yok.”
“Biz kim bu arada?” diye sordum soğuk bir sesle. “İngilizler değil belli ki.”
“Les Français!” dedi sinir bozucu bir tavırla. “Bien sur! Ben her şeyden çok bir Fransız’ım artık.”
“Sen İngiltere’de doğdun ve İngiliz soyundansın, tıpkı George ve ben gibi,” dedim donuk bir sesle. “Ve ben de tıpkı senin gibi Fransız sarayında yetiştirildim. Neden sürekli farklıymış gibi davranmak zorundasın?”
“Çünkü herkes bir şeyler yapmak zorundadır.”
“Ne demek bu şimdi?”
“Her kadının kendini öne çıkaracak, göze çarpacak, onu ilgi odağı yapacak bir şeyi olmalıdır. Ben de Fransız olacağım.”
“Yani olmadığın bir şeymiş gibi rol yapacaksın,” dedim onaylamayarak.
Bana dönüp gülümsedi ve siyah gözleri sadece onun becerebileceği bir edayla beni tarttı. “Senden ne daha az, ne de daha çok rol yapıyorum.” dedi alçak sesle. “Benim küçük kardeşim, benim küçük altın kardeşim, ballı sütüm.”
Gözlerimi gözlerine diktim, açık renk gözlerim onun koyu renk gözleriyle buluştu, onun gibi gülümsediğimi, onun koyu renkli bir yansımam olduğunu biliyordum. “Ah, şu mesele,” dedim, sözünün aslında ne kadar doğru olduğunu bildiğimi reddederek. “Şu mesele.”
“Kesinlikle,” dedi. Ben koyu renkli, modayı takip eden, zor bir Fransız olacağım ve sen tatlı, açık sözlü, adil İngiliz. Muhteşem bir ikili olacağız. Buna hangi erkek karşı koyabilir?”
Güldüm. Beni güldürmeyi her zaman becerebiliyordu. Demir pencereden aşağı baktım ve kralın av tayfasının ahırların bulunduğu alana geri döndüğünü gördüm.
“Şu giden kral mı?” diye sordu Anne. “Gerçekten dedikleri kadar yakışıklı mı?”
Harika bir adam. Gerçekten. Dans ediyor, ata biniyor ve ah, anlatamam sana!”
“Şimdi buraya gelecek mi?”
“Büyük olasılıkla. Her zaman onu görmeye gelir.”
Anne düşünmeden göz ucuyla kraliçenin kadınlanyla birlikle oturup dikiş diktiği yere baktı. “Nedenini pek bulamadım ama …”
“Çünkü onu seviyor,” dedim. “Harika bir aşk hikâyeleri var. Kraliçenin kralın ağabeyiyle evlenmesi, ağabeyin o genç yaşta öyle ölmesi, sonra kadının nereye gideceğini ya da ne yapacağını bilememesi, kralın onu alıp karısı ve kraliçesi yapması. Harika bir hikâye ve kral ona hâlâ âşık.”
Anne, yay gibi uzanan mükemmel kaşlarından birini kaldırıp odada çevresine bakındı. Nedimelerin hepsi av tayfasının döndüğünü duymuş, kral Henry kapıyı ardına kadar açtığında tablo gibi görünecek biçimde dizilmiş, koltuklarını çevirip eteklerini açarak oturmuşlardı. Kral eşikte durup karısına düşkün genç bir adam gibi koca sesiyle bir kahkaha attı. “Sana sürpriz yapacağımı düşünerek geliyorum ve seni dalgın dalgın dikiş dikerken yakalıyorum!”
Kraliçe irkildi. “Hepimiz ne kadar şaşırdık!” dedi sıcacık bir sesle. “Ne hoş bir sürpriz!”
Kralın yoldaşları ve arkadaşları onu odaya doğru takip etti. Önce ağabeyim George girdi, eşikte gözleriyle Anne’i aradı, sevincini yakışıklı asil yüzüne yansıtmayıp eğilerek kraliçenin eline uzandı. “Majesteleri.” Nefesini kadının eline doğru bıraktı. “Sabahtan beri güneşteyim ama ancak şimdi gözlerim kamaştı.”
Kraliçe de onun siyah kıvırcık saçlarına bakarken nezaketle o küçük gülümsemelerinden birini lütfetti. Kız kardeşini selamlayabilirsin.”
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBoleyn Kızı 1. Kitap
- Sayfa Sayısı820
- YazarPhilippa Gregory
- ÇevirmenCanan Sakarya
- ISBN9944485401
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviArtemis Yayınları / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Dağların Adamı Barnabo ~ Dino Buzzati
Dağların Adamı Barnabo
Dino Buzzati
İnsanın yalnızlıkla imtihanı Gazeteci, ressam ve hepsinin ötesinde ünlü romancı Dino Buzzatinin ilk romanı Dağların Adamı Barnabo ilk kez Türkçede Yazar, sembollerle dolu gerçeküstü...
- Anayurt – Drizzt Efsanesi 1.Kitap ~ R. A. Salvatore
Anayurt – Drizzt Efsanesi 1.Kitap
R. A. Salvatore
Bildiğimiz yerlerden uzakta, farklı bir boyutta, tanımadığımız akıllı ırkların; Kara Elf’lerin yaşadığı karanlık bir yer; Menzoberranzan… Soylu evin prensi; Drizzt Do’Urden, kendi ırkında olmayan...
- Mephisto: Bir Kariyerin Romanı ~ Klaus Mann
Mephisto: Bir Kariyerin Romanı
Klaus Mann
“Bu ülkede kirli bir yalan hüküm sürüyor. Toplantı salonlarından, mikrofonlardan, gazete köşelerinden, beyazperdeden haykırıyor. Koca ağzını açıyor, boğazından irin ve veba kokusu geliyor: Bu...