Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Bitmeyen Kavga
Bitmeyen Kavga

Bitmeyen Kavga

John Steinbeck

Bitmeyen Kavga, insanlığın bitmek tükenmek bilmeyen mücadele gücünün anlatıldığı eşsiz bir grev romanı. John Steinbeck, bir kıvılcımla doğan ve dalga dalga büyüyen bir grevi…

Bitmeyen Kavga, insanlığın bitmek tükenmek bilmeyen mücadele gücünün anlatıldığı eşsiz bir grev romanı.

John Steinbeck, bir kıvılcımla doğan ve dalga dalga büyüyen bir grevi kaleme alıyor. Torgas Vadisi’nde elma toplayıcılığı yapan işçiler, kötü muameleye ve düşük ücretlere karşı isyan eder ve bu isyan bir anda greve dönüşür. Toprak sahiplerine karşı büyük bir azimle girişilen ve iki işçinin önderliğiyle alevlenen bu kavga, tüm grevcilere büyük bir umut verir. Bitmeyen Kavga, işçilerin gündelik yaşamına odaklanan romanlarıyla benzersiz bir edebiyat evreni oluşturan Steinbeck’ten, cesaret ve ilham veren bir roman.

“Bitmeyen Kavga’da, insanlığın kendi kendisiyle tutuştuğu, acılarla dolu, ezeli ve ebedi savaşın sembolü olarak meyveliklerle dolu bir vadide girişilen küçük grevi seçtim.”
JOHN STEINBECK

“Bitmeyen Kavga, iktisadi ve toplumsal bir çalkantıdan yola çıkılarak yazılan en iyi işçi ve grev romanıdır.”
FRED T. MARCH

*

1

Sonunda akşam olmuş, dışarıda, caddede elektrikler yanmıştı. Köşedeki lokantanın neon yazısı yanıp sönüyor, havaya ikide bir koyu kırmızı bir ışık fırlatıyor ve Jim Nolan’ın odasını tatlı bir kızıllığa boğuyordu. Jim ayağını beyaz yatak örtüsüne dayamış; küçük, sert, salıncaklı bir sandalyede iki saattir oturuyordu. Nihayet ortalık iyice kararınca ayağını yataktan indirdi ve uyuşmuş bacaklarına eliyle vurdu. Bir an kıpırdamadan öylece durdu. Baldırları karıncalanıyordu. Sonra ayağa kalktı, elektrik düğmesine uzandı. Oda birdenbire aydınlandı, eşyalar meydana çıktı: büyük, beyaz yatak ve üzerinde bembeyaz pikesi, ceviz konsol, koyu renk dokumasına kadar eskimiş beyazlı kırmızılı halı.

Jim köşedeki lavaboya gitti, ellerini yıkadı ve saçlarını, parmaklarıyla tarayarak ıslattı. Lavabonun yukarısına gelen yerde, duvarın köşesine asılı aynaya baktı, bir an küçük mavi gözlerini süzdü. İç ceplerinin birinden kılıflı bir tarak çıkardı, düz kumral saçını taradı ve yana iyice yatırdı. Üzerinde koyu renk bir elbise, yakası açık flanel bir gömlek vardı. Bir havluyla sabunu kuruladı, ufalmış sabunu yatağın üzerinde açık duran kâğıt torbaya attı. Torbada bir tıraş bıçağı, dört çift yeni çorap ve bir tane daha gri flanel gömlek vardı. Odaya göz gezdirdi ve sonra torbanın ağzını kapattı. Bir defa daha şöyle bir aynaya baktı, sonra ışığı söndürdü ve odadan çıktı.

Halısız, dar merdivenlerden indi, antrenin yanındaki kapıya parmağıyla vurdu. Kapı hafifçe aralandı. Bir kadın baktı ve sonra kapıyı ardına kadar açtı. İriyarı, sarışın bir kadın meydana çıktı. Dudağının kenarında siyah bir et beni vardı.

Kadın gülümsedi, “Ba… Bay Nolan,” dedi.

“Ben gidiyorum,” dedi Jim.

“Ama, herhalde yine geleceksiniz. Odanızı başkasına vermeyeyim, değil mi?”

“Hayır. Büsbütün gidiyorum. Mektup aldım.”

Kadın şüphelendi. “Buraya hiç mektubunuz gelmedi ama,” dedi.

“Çalıştığım yere geldi. Artık dönmeyeceğim. Size bir haftalık peşin kira vermiştim.”

Kadının yüzündeki gülümseme yavaş yavaş kayboldu. Yüz ifadesinde büyük bir değişiklik olmamakla birlikte kızdığı anlaşılıyordu. Sert sert, “Ama bana bir hafta önce haber vermeliydiniz,”

dedi. “Âdet böyledir. Vaktinde haber vermediğiniz için paranızı geri veremem.”

Jim, “Biliyorum,” dedi. “Peki, öyle olsun. Ama burada daha ne kadar kalacağımı bilmiyordum ki…”

Ev sahibi yeniden gülümsedi. “Doğrusu sessiz sedasız bir kiracıydınız,” dedi. “Gerçi burada çok kalmadınız ama… Bir gün yolunuz tekrar bu taraflara düşerse doğruca buraya geliniz. Size muhakkak yatacak bir yer bulurum. Gemiciler limana geldikçe her
zaman bana uğrarlar. Onlara daima yatacak yer bulurum. Başka yerlere gitmezler.”

“Peki, Bayan Meer, gelirim. Anahtarı kapının üzerinde bıraktım.”

“Işığı söndürdünüz mü?”

“Evet.”

“Ben zaten yarın sabaha kadar yukarı çıkacak değilim. Biraz içeri girip bir şey içmez misiniz?”

“Yok, teşekkür ederim. Bir an önce yola çıkmalıyım.”

Kadın gözlerini zekice kıstı. “Bir derdiniz var gibi. Söyleyin, belki size bir yardımım dokunur.”

“Hayır,” dedi Jim. “Bir derdim yok. Yeni bir işe başlıyorum da.

Eh, iyi geceler, Bayan Meer.”

Kadın pudralı elini uzattı. Jim torbasını öteki eline aldı ve bir an kadının elini tuttu, parmaklarının altındaki yumuşak deriyi hissetti.

“Unutmayın,” dedi kadın, “size her zaman yatacak bir yer bulurum. Herkes döner dolaşır, yıllar sonra yine bana gelir. Gemiciler, tüccarlar…”

“Gelirim, unutmam. İyi geceler.”

Jim kapıdan ayrılıp kaldırıma çıkan beton basamaklara ininceye kadar kadın arkasından baktı.

Jim sokağın köşesine doğru yürüdü ve bir kuyumcu dükkânındaki saate baktı: Yedi buçuk. Hızlı hızlı sağ tarafa doğru yürümeye başladı; önce büyük mağazaların, sonra belirli işlerle uğraşan dükkânların ve en sonra da toptancıların bulunduğu sokaklardan geçti. Durgun bir akşamdı; dar sokaklarda kimseler yoktu. Depo kapıları kalaslarla ve tel kafeslerle örtülmüştü. Nihayet üçer katlı tuğla binaların bulunduğu eski bir mahalleye geldi. Binaların zemin katlarında tefeci ve eskici dükkânları, üst katlarında ise piyasada tutunamamış dişçi ve avukat yazıhaneleri vardı. Jim her geçtiği kapının üzerindeki numarayı okuyordu; sonunda aradığını buldu. Karanlık bir kapıdan içeri daldı, muşamba döşeli ve basamak kenarları sarı pirinç çemberli dar bir merdivenden çıktı. Merdivenin başında küçük bir gece lambası yanıyordu; uzun koridordaki kapılardan yalnız birinin buzlu camında ışık vardı. Jim bu kapıya doğru yürüdü, üzerindeki “16” sayısına baktı ve kapıyı vurdu.

Sert bir ses işitildi: “Gir.”

Jim kapıyı açtı ve çıplak büroya girdi. İçeride küçük bir masa, metal bir dosya dolabı, portatif bir karyola ve iki sandalyeden başka bir şey yoktu. Masanın üzerinde bir elektrik ocağı duruyor, onun da üstünde, küçük bir teneke ibrikte, kahve kaynıyor ve buhar çıkıyordu. Masanın arkasında bir adam resmî bir tavırla Jim’e baktı. Önünde duran karta göz attı. “Jim Nolan mı?” diye sordu.

“Evet.” Jim, adamı dikkatle süzdü: Temiz, koyu renk bir elbise giymiş ufak tefek bir kişi. Sık saçları ortadan ayrılmıştı; sağ kulağının üzerinde bir buçuk santim genişliğinde, beyaz, yatay bir yara taranarak getirilmiş sık saçlarla örtülmeye çalışılmıştı. Gözler keskin ve siyahtı. Fırıl fırıl dönen bu sinirli gözler Jim’den karta, sonra duvardaki takvime, sonra bir çalar saate ve tekrar Jim’e baktı. Burun büyüktü; üstü geniş, ucu ince bir burundu. Ağız muhakkak ki bir zamanlar dolgun ve yumuşakmış; ama devamlı bir gerginlik ağzı büzmüş ve her iki dudakta derin birer çizgi bırakmıştı. Adam kırkını geçkin değildi ama, yüzünde dayanıklılık gösteren derin çizgiler vardı. Elleri de gözleri gibi sinirliydi; kocaman eller vücuduna göre küçük kalıyordu. Uçları düz, uzun parmaklarında kalın tırnaklar vardı. Elleri, kör bir adamın etrafını yoklayan elleri gibi, dolaşıp duruyor, kâğıdın ucuna dokunuyor, masanın kenarını takip ediyor, yeleğindeki düğmelerle birer birer oynuyordu. Sağ el elektrik ocağına uzandı ve fişi çıkardı.

Jim yavaşça kapıyı kapattı, masaya yaklaştı. “Bana buraya gelmemi söylediler,” dedi.

Adam birdenbire ayağa kalktı ve sağ elini uzattı. “Adım Harry Nilson. Müracaat kartın önümde.” Jim uzatılan eli sıktı. “Otur, Jim.” Sinirli ses tatlıydı; ama zoraki bir tatlılıktı bu.

Jim, boş sandalyeyi aldı, masanın yanına oturdu. Harry masanın gözlerinden birini çekti. Üstü delinmiş bir kutu süt çıkardı; kutunun üzerindeki delikler kibrit çöpleriyle kapatılmıştı. Yanına bir kâse şeker ile iki kalın fincan koydu.

“Bir fincan kahve içer misin?”

Jim, “Elbette,” dedi.

Nilson, siyah kahveyi fincanlara boşalttı. “Bizde bütün müracaatlar bu yoldan geçer, Jim. Senin kartın evvela üyeli komitesine gitmiştir. Şimdi de ben, seninle konuşup hakkında bir rapor hazırlayacağım. Komite raporu inceleyecek ve üyeliğinin onaylanıp onaylanmaması hakkında karar verecek. Onun için biraz fazlaca sual sorarsam kusura bakma.” Sütü kahvesine boşalttı, sonra başını kaldırıp baktı; gözleri bir saniye gülümsedi.

Jim, “Evet, biliyorum,” dedi. “Üye kabulünde Union League Club’den daha titiz davrandığınızı zaten işitmiştim.”

“Öyle!” Şeker kâsesini Jim’e uzattı, sonra birdenbire sordu. “Niçin partiye girmek istiyorsun?”

Jim kahvesini karıştırdı. Zihnini toplamak için yüzünü buruşturdu. Önüne baktı. “Evet… Bir sürü ufak tefek sebepler gösterebilirim. Ama en önemlisi şu: Ailem bu düzen yüzünden yıkılıp gitti.

Babam işçi kavgalarında büyük silleler yedi ve sonunda ayyaş bir adam olup çıktı. Çalıştığı mezbahayı dinamitlemek isterdi. Sonunda göğsünden bir polis kurşunu aldı.”

Harry, Jim’in sözünü kesti. “Babanın adı Roy Nolan mıydı?”

“Evet. Üç yıl önce vurdular.”

“Yazık. Baban o tarafların en mert adamıymış. Tek başına, çıplak elle beş polisi yere serermiş.”

Jim gülümsedi. “Evet, gerçekten yere sererdi, ama her defasında beş polisle değil de altı polisle karşılaşmamış olsaydı. Kavgalarda adamakıllı dayak yerdi. Eve kanlar içinde gelir, yemek sobasının yanında dururdu. O zaman biz babamı kendi başına bırakırdık.

Ağzımızı açıp bir tek laf söylemezdik. Yoksa hemen boşanır, ağlamaya başlardı. Sonra anam kendisini yıkarken bir köpek gibi inim inim inlerdi.” Jim bir an durdu. Sonra devam etti: “Bilirsiniz, babam mezbahada kasaptı. Kuvvetlenmek için boyuna taze kan içerdi.”

Nilson birdenbire Jim’e baktı, sonra uzaklara bakmaya başladı.

Müracaat kartının köşesini büktü, sonra başparmağının tırnağıyl tekrar düzeltti. Tatlı bir sesle, “Anan sağ mı?” diye sordu.

Jim gözlerini kıstı. “Bir ay önce öldü,” dedi. “Ben hapishanedeydim. Serserilikten otuz gün hapse mahkûm edilmiştim. Anan ölüyor diye haber verdiler. Yanımda bir polisle eve gittim. Yapılacak bir şey kalmamıştı. Konuşamıyordu bile. Anam Katolik’ti. Ama babam onu kiliseye göndermezdi; kiliselerden hoşlanmazdı. Anam yatakta gözlerini bana dikmiş bakıyordu. ‘Papaz ister misin?’ diye sordum. Cevap vermedi. Yine öylece bana bakıp durdu. Sabaha karşı saat dört sularında öldü. Hiç de ölmüşe benzemiyordu. Cenazeye gitmedim. Belki de bırakmazlardı ya… Ben de gitmek istemiyordum zaten. Herhalde anam artık yaşamak istemiyordu. Cennet, cehennem gözünde yoktu.”

Harry sinirlenmişti. “Kahveni iç, bitir. Biraz daha koyayım. Senin dalgın bir halin var. Sakın başka bir şey kullanmayasın?”

“Uyuşturucu mu? Hiçbir zaman…”

Nilson bir kâğıt parçası çekip çıkardı ve üzerine bir-iki not yazdı. “Niye seni serserilikten hapse attılar?”

Jim kesin bir davranışla anlatmaya başladı. “Tulman’ın büyük mağazasında çalışıyordum. Ambalaj kısmı şefiydim. Bir gece sinemaya gitmiştim. Sinemadan dönerken Lincoln Meydanı’nda bir kalabalık gördüm. Ne olduğunu anlamak için durup baktım. Parkın ortasında bir adam söz söylüyordu. Daha iyi görebilmek için Senatör Morgan heykelinin kaidesine çıktım. Sonra birdenbire sirenler işitildi. Polislerin yan taraftan çıktığını gördüm. Bir kısmı da arkadan geliyordu. Bir polis, haberim olmadan tam ense köküme bir sopa indirdi. Ayıldığını zaman serserilikten mahkûm edilmiş olduğumu gördüm. Uzun zaman kendime gelemedim. Sopa tam şurama inmişti.” Jim parmaklarını ense köküne bastırdı. “Heriflere, ‘Ben serseri değilim, iş güç sahibiyim, isterseniz Tulman mağazasının müdürü Bay Webb’i çağırıp sorun,’ dedim. Çağırıp sordular. Webb, evvela, benim nerede yakalandığımı sordu. Polis komiseri, ‘Solcu bir mitingde yakaladık,’ dedi. Sonra Bay Webb beni tanımadığını söyledi. İşte o zaman şapa oturduk.”

Nilson kızgın ocağın fişini tekrar prize soktu. İbriğin içinde kahve fıkırdamaya başladı. “Sarhoş gibisin, Jim. Neyin var?”

“Bilmiyorum. Üstümde bir sersemlik var. Geçmişimle bütün ilgimi kestim. Buraya gelmeden önce oturduğum yerden ayrıldım. Oysa bir haftalık kirasını peşin vermiştim. Artık oraya da dönmemek ve ilişiğimi büsbütün kesmek istiyorum.”

Nilson, kahve fincanlarını doldurdu. “Bana bak Jim, parti üyesi olmanın ne demek olduğunu sana anlatmak isterim! Verilecek her kararda oy hakkın vardır, ama mesele bir defa oya konulup kararlaştırıldı mı, verilen karara boyun eğmek zorundasın. Savaşın içinde faal olarak çalışanlara paramız olduğu zaman ayda yirmi dolar yiyecek bedeli vermeye çalışırız. Ama ben bugüne kadar paramızın olup da bunu verdiğimizi görmedim doğrusu. Şimdi sana yapacağın işi söyleyeyim: Kavganın içinde, işçilerle birlikte çalışacaksın ve günde bazen on altı, bazen on sekiz saat çalıştıktan sonra parti görevlerini yapacaksın. Yiyeceğini, bulunduğun yerden çıkarabilirsen ne mutlu sana. Bütün bunları yapabilecek misin?”

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Sardalye Sokağı ~ John SteinbeckSardalye Sokağı

    Sardalye Sokağı

    John Steinbeck

    Steinbeck, İkinci Dünya Savaşı sırasında kaleme aldığı Sardalye Sokağı’nda savaşı unutmak istercesine sıradan insanların günlük hayatlarına odaklanıyor. Monterey’in Sardalye Sokağı, adını buradaki konserve fabrikalarından...

  2. İnci ~ John Steinbeckİnci

    İnci

    John Steinbeck

    Bir Meksika halk hikâyesinden esinlenmiş İnci, bir zamanlar İspanya Kralı’na büyük zenginlikler getiren bir koyda yaşayan fakir bir inci avcısının, Kino’nun ve ailesinin hikâyesini...

  3. Cennet Çayırı ~ John SteinbeckCennet Çayırı

    Cennet Çayırı

    John Steinbeck

    Bir doğa harikası olan Cennet Çayırı keşfedildikten sonra kimisi kafasında ütopyacı fikirlerle, kimisi başka hayatlardan kaçmak için buraya gelmiş, görünüşte sıradan yaşamlar süren sakinler...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Fettan ~ Jillian LarkinFettan

    Fettan

    Jillian Larkin

    Caz… İçki… Erkekler Bu tehlikeli bir karışımdır. Her kız sahip olamadığını arzular. On yedi yaşındaki GLORIA CARMODY bir flapper gibi yaşamak istiyor bununla birlikte...

  2. Yetenek ~ Vladimir NabokovYetenek

    Yetenek

    Vladimir Nabokov

    “Sevmediğin bir yerden ayrılırken incecik bir hüzün yaşadın mı hiç ey okur? Kalp kırılmaz sevdiğimiz nesnelerle vedalaşırken olduğu gibi. Islak bakış gözyaşını tutarak çevrede...

  3. Palto ~ Nikolay Vasilyeviç GogolPalto

    Palto

    Nikolay Vasilyeviç Gogol

    >Gogol, 1842 yılında Rus edebiyatında neredeyse belli bir gelişmenin başlangıç noktasını oluşturan, “Palto” adlı uzun öyküsünü kaleme alır. Rus edebiyatının özellikle de gerçekçi kolunun...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur