Sokakta yürürken bir televizyon muhabiri size pat diye mikrofon uzatıp En son ne zaman delirdiniz? Ağladınız? Sevindiniz? Merhamet duydunuz? Şımardınız? Âşık oldunuz? Acıdınız? Sinirlendiniz? Gözünüzden yaş gelene kadar güldünüz? diye sorarsa, bu soruların cümlesine birden Mine Sotanın son kitabını okuduğumda. diye cevap verebilirsiniz. Bir ömrü bir güne sığdıran bir kelebek gibi, hayattan hayata konan bu kitap, size Aman çimlere basmayalım, aman turistlere iyi davranalım, vergimizi de ödeyelim dışındaki iyilikleri de hatırlatacak, hatırlatmakla da kalmayıp içinizde, herkese merhamet etmek, yamuk yaptıklarımızdan özür dilemek, efendime söyleyeyim sokağa fırlayıp çevrede dolaşan insanları Hepinizi çook seviyorum, canlarım benim! diye sımsıkı kucaklayıp çay ısmarlamak, keçi gibi ağaçlara tırmanıp erik toplamak, ıslık çalarak su birikintilerinde zıplamak gibi istekler de doğuracaktır. Herkesin şikâyet edip kimsenin ayrılamadığı şu canına yandımının dünyasının kaç bucak olduğunu, bilimsel olarak değil milimsel olarak açıklayan bu kitabı okuyup cümle dertlerinizin üzerine üfleyin gitsin. Stresle sıkılmış tüm vidalarınız gevşesin, çocukluğunuz içinizden size bakıp muzipçe gülümsesin, sizi gören herkes Yok yok, sen de bir haller var vaaarr desin, üzüntü, tasa, içinizi sıkan ne varsa bitsin Keyifli keyifli okumalar, okudukça kıkır kıkır gülmeler, güldükçe güzelleşmeler Hadi bakalım.
***
içindekiler
işte böyleyken böyle… / 7
hepinize günaydın / 13
yeşil bıyıklı sami amca / 18
topuklu sacide / 21
sokak sakinleri / 23
memnun oldum necati / 26
düriye’nin kalayları / 29
necati’nin tenha yanları / 32
florayn şermin / 35
bingil bingil, dangıl dungu / 39
çıt çıt nermin / 41
şadumaaannnnn / 46
tozlu dede / 51
hayriye hanım teyze / 54
velet mi velet / 57
hani bir eeeeroöl vardı / 59
çocukluğum, eski dostum / 62
hatıra konservesi / 66
terbiyesiz çikolatalar / 70
tayfun ve canına yandımının dünyası / 74
yüzüklerin en efendisi / 79
hey vedat! bi baksana… / 82
her an gidici vasfiye teyze / 85
on yıllık ölü / 88
şifali eltiler / 91
gazi yakup amca / 95
tansiyon pazarlığı / 97
idrak yolları iltihabı / 100
aynı hamamlar, aynı taslar / 103
karga kanından çil kremi / 105
böcekçi abi / 108
şener prodakşin / 111
bol köpüklü fahriye teyze / 114
otobüs halkı / 117
eşref ile kezban’dan aile dramı / 121
ğaaaaaaaaaaaa!… senfoni / 125
emekliler ülkesi / 128
uzun kirpikli fehmi abi / 133
sıradaki sıram / 138
kuyrukta erkek direnişi / 141
can pazarı / 143
kalan sağlar bizimdir / 145
canımın içi cemil / 148
ayaküstü vasiyet / 151
uyuyan güzel teyze / 154
amcalar ve teyzeler / 157
zavallı ben / 160
talihsiz hayvancıklarım / 162
her gelen bize geliyo… / 166
eşşek kadar uzaylı / 169
kurtarıcı itfaiyeci / 172
sıtkı sıyrılmış / 175
hayal meyal muhayyel / 178
uzaylı mahallesi / 181
kazazede mükerrem / 183
ya ne uzaylısı ya! / 186
şıpıdık şıpıdık / 190
hepinize iyi akşamlar / 193
İŞTE BÖYLEYKEN BÖYLE
Demek bu kitabı elinize alıp “Neden bahsediyor acaba?” diye tanıtım yazısını okumaya başladınız ha! O zaman emniyet kemerlerinizi bağlayıp, derin bir nefes alarak okuyun bakalım. Bunu siz istediniz!
“Dikkat! Kütahya’dan gelip Antarktika’ya gitmekte olan Zonguldak yolcularının dikkatine! Mars’a gidecek olan otobüsümüz kalkmak üzeredir. Zırt Turizm hepinize hayırlı yolculuklar diler!” anonsuyla başlayıp, halı yıkama bağımlısı Fahriye Teyzenin bodrumuna saklanmış uzaylının yaka paça çıkartılıp tartaklanmasıyla biten bir günün hikâyesidir bu.
Bir hayat içindeki on yüz bin hayatın, on yüz bin hayatın içindeki bir tek hayatın hikâyesidir…
Karpuz çekirdeğinin içine sığdırılmış karpuzun, zamanı mutlaka gelir diye saklanan samanların, bir türlü kırağı çalmayan acı patlıcanların, her zaman söyleyecek bir çift lafı olanların, değirmenlerini taşıdıkları suyla döndürenlerin, attığı çığlıkları kimseye duyuramayanların hikâyesidir…
Hikâyeden bir günün değil, “Hadi ya! Deme be! Yok artık!” dedirtecek sıradan bir günün hikâyesidir…
Sokakta yürürken bir televizyon muhabiri size pat diye mikrofon uzatıp “En son ne zaman delirdiniz? Ağladınız? Sevindiniz? Merhamet duydunuz? Şımardınız? Âşık oldunuz? Acıdınız? Sinirlendiniz? Gözünüzden yaş gelene kadar güldünüz?” diye sorarsa, bu soruların cümlesine birden “Mine Sota’nın son kitabını okuduğumda.” diye cevap verebilirsiniz. Ve akabinde elinizdeki çantaya at gibi binerek “Dehh!” deyip sokak boyunca koşarak gözden kaybolabilirsiniz…
Bir ömrü bir güne sığdıran bir kelebek gibi, hayattan hayata konan bu kitap, size “Aman çimlere basmayalım, aman turistlere iyi davranalım, vergimizi de ödeyelim…” dışındaki iyilikleri de hatırlatacak, hatırlatmakla da kalmayıp içinizde, herkese merhamet etmek, yamuk yaptıklarımızdan özür dilemek, efendime söyleyeyim sokağa fırlayıp çevrede dolaşan insanları “Hepinizi çook seviyorum, canlarım benim!” diye sımsıkı kucaklayıp çay ısmarlamak, keçi gibi ağaçlara tırmanıp erik toplamak, ıslık çalarak su birikintilerinde zıplamak gibi istekler de doğuracaktır.
Yeşil bıyıklı Bakkal Sami Amcanın anadan üryan diye sattırmadığı jelibonların akıbetini, kafası içine göçük Tayfun’un yanıp tutuştuğu kıza ahirette takmak için aldığı yüzüğün kaç ayar olduğunu, küçük damacanasıyla su satan minik yetim Cemil’in kalan son bir bardak suyu da “susamıştır” diye annesinin mezarına dökerken aklından neler geçirdiğini, evlendiği andan itibaren dokuz ayda bir düzenli olarak çocuk dünyaya getiren Asuman Ablanın neden bu kadar verimli olduğunu, Zeki Müren’in Muhayyel Ablaya “Kabul buyurunuz efenim” diyerek niye bir bardak su verdiğini, balinaların denizatlarına binerek neden dörtnala gittiklerini, burnunu selpağa silen sümüklü böceğin neden bu kadar sümüklü olduğunu, sukutırın altında kalan Mükerrem Ablanın deprem olmadan evden dışarıya neden hiç çıkmadığını merak ediyorsanız, elinizde tuttuğunuz kitabı kasaya götürüp kitapçıya “Bunu alıyorum!” deyin. Çünkü bu kitap da sizden stresinizi alacak, anahtarını kaybettiğiniz moral kapınızı aralayıp size, “Buyurun girin. Siz de bir gün yüzü görün” diyecek.
Ha, “Söylemem derdimi kimseye, derman olmasın diye.” şey ediyorsanız orası tabi ki sizin bileceğiniz iş. Ama okuyan arkadaşlarınızın “Ay bu kitaba bayıldım!” deyip sokaktaki kedilere bile gülümsemesine de sakın fesatlanmayın.
Körlerin görmezden, sağırların duymazdan gelerek birbirlerini seve seve ağırladığı, tasların ve hamamların aynı kaldığı, herkesin şikâyet edip kimsenin ayrılamadığı şu canına yandımı-nın dünyasının kaç bucak olduğunu, bilimsel olarak değil milimsel olarak açıklayan bu kitabı okuyup cümle dertlerinizin üzerine üfleyin gitsin. Stresle sıkılmış tüm vidalarınız gevşesin, çocukluğunuz içinizden size bakıp muzipçe gülümsesin, sizi gören herkes “Yok yok, sen de bir haller var vaaarr…” desin, üzüntü, tasa, içinizi sıkan ne varsa bitsin…
Keyifli keyifli okumalar, okudukça kıkır kıkır gülmeler, güldükçe güzelleşmeler… Hadi bakalım.
HEPİNİZE GÜNAYDIN
“Kütahya’dan gelip Antarktika’ya gitmekte olan Zonguldak yolcularının dikkatine! Mars’a gidecek olan otobüsümüz kalkmak üzeredir. Lütfen yerlerinize! Zırt Turizm’i tercih ettiğiniz için hepinize teşekkür ederiz. İyi yolculuklar.” “Hı?…”
“Anneeee! Ceyda bana küfür ettiiiii!”
“Ne diyosun başımın belâsını! İki lâf edicez, burada bari bi rahat bırakın beni bee!”
“Anne etmedimmm!”
“İçinden etti. Ben duydum.”
“Çaaatt!”
“Ğağığaaööaaa!”
“Çabbukk evee!”
“Hııh??…”
“Ulan sayın yolcularımız! Ben kime diyorum ha! Binin şu tekeri patlayısıca otobüse!”
“Höyhh!”
“Saygıdeğer dinleyicilerim sizleri önce en derin sevgi, saygı ve muhabbetlerimle selâmlıyorum. Lütfettiniz, geldiniz. Alkışlarınızla beni yücelttiniz. Elleriniz altın tutsun güzellerim! Sağ olun benim aziz, muhterem ve hatırşinas dinleyenlerim… Bana bu güzel çiçekleri gönderen sayın tornavida kralı Nahit Vidacıoğlu’na, Zonguldak eşrafından sayın doktorum Ragıp Kalburüstü Beyefendiye ve sevgili anneciğim muhterem Zaferan Hanıma ve siz tüm şeker dinleyenlerime teşekkürü bir borç bilirim. Canlarımm, ciğerlerimm aşklarııımm…! “Dane dane benleri var yüzündee yüzündee yüzünde… Can alıcı bakışları gözündee gözündee gözünde.”
“Hufff!”
“Hey sayın yolcular! Hooop! Nereye yaa?! Çaylar müessesemizin ikramı falan değildir. Herkes ücretini ödesin. Yoksa kimse bu otobüse binemez. Bu bir soygundur, eller yukarı!”
“Offfi…”
“Sinsi levrekler, fesat istavritlerden nefret ediyordu. Kurnaz hamsiler ise ikisinin de ne mal olduğunu biliyordu… Midyelerin de içine kapanık olmalarına inanmamalı. Çünkü denizkesta-neleri her şeyin farkındaydılar… Ve kambur balinalar, denizatlarına, binerek hızla oradan uzaklaştılar… Neyşınıl Coğrafi gururla sundu… Gelecekte görüşürüz… Unutmayın! Gelecek de bir gün gelecek!… Aşk bir sudur, iç iç kudur. Hepiniz hoşça kalın.”
“Düriye uyurgezermiş biliyo musun Muhayyel?”
“Ayyy ne korkunç! Evlerden dışarı!”
“Dülüllülü… dülülülülüüü!”
“Simitçiyaaaa! Taze gevrek simidiyaaaa!”
“Sayın yolcular. Hepinize yazıklaar olsuun, tüüüüü!”
“Hıa hıa hıaaaa!…”
Hani korku filmlerinde öyle sahneler vardır ya, korkmaktan yorulmuş kurban adayı tam katili öldürdüğünü sandığında, yerde kıpırdamadan yatan katil bir anda pat diye gözlerini açıp donuk donuk bakar ya, bu sabah işte aynen öyle uyandım.
Pencerenin dibinde konuşan komşuların diyalogları, zırıldayan çocuklar, rüyamdaki bir türlü susmak bilmeyen en saçmasından ve de sapanından otobüs anonsu, kimin düğünü olduğunu bilmediğim bir düğündeki şarkıcının bol teşekkürlü karşılama konuşması, arada bir çalan telefonun dülülüsü, gece kapatmayı unuttuğum televizyondaki balıklı belgesel, yamuk yumuk bir montajla uyku aralığıma dolup beynimi tokatlamış, ardından omurilik soğanıma bir yumruk vurarak ortasından cücüğünü çıkarıp yemişti. Ve ben bu yüzden uyku âleminden uyanıklık âlemine balıklama dalmıştım.
Hatta rüyamın bir yerlerinde Nuri Alço bana bir demet çiçek uzatıp “Buyur al. Akşama bunlarla yemek yaparsın. Sarımsak da koy. Ama üşenirsen dışarıda da yeriz.” falan bile dedi. O esnada da küpe takmış bir sümüklü böcek, burnunu elindeki selpağa siliyordu.
Yavaşça sağ tarafımdan kalktım. Zaten istesem de sol tarafımdan kalkamazdım. Çünkü sol tarafım yoktu, yatakta aradım ama bulamadım. Sanırım bütün gece solumun üzerinde yatmaktan sol bölgem feci şekilde uyuşmuş, alıp başını gitmişti.
Parçalarımı birbirine ekleyip oturmayı başardıktan birkaç saniye sonra telefonumun alarmı çalmaya başladı: “Didtiri didtiri dit!”
Bastım düğmesine, kapattım çenesini.
Ayağa kalkıp oynatabildiğim kadar kollarımı oynatmaya çalıştım. Sözüm ona sabah egzersiziydi bu.
O sırada Hayrettin öttü. Hayrettin, bir horoz. Çevremdeki apartman ormanının içinde nerede yaşadığını hiçbir zaman bulamadığım dakik bir horoz. Hep aynı saatte birkaç kez öter ve susar. Bundan başka, varlığına dair bir delil yoktur. Ve bunu yıllardır yapar. Kaç yaşında olduğunu artık kendisi biliyor.
El yüz yıkama ve diş fırçalama etkinliğinden sonra mutfağa girdim. Ekmeğin kalmadığını hatırlayıp üzerimi değiştim ve evden çıktım.
Sabahın yedi buçuğunda gazete ve ekmek almak için, ne zaman kapanıp ne zaman açıldığını hiçbir zaman göremediğim ve benim “nöbetçi bakkal” dediğim yeşil bıyıklı Sami Amcanın bakkalına doğru yürümeye başladım.
YEŞİL BIYIKLI SAMİ AMCA
Aslında bakkalın adıSami değildi, Fahrettin’di. Ama ben kendisine neden bilmem “Sami Amca” diyordum. Rüzgârda sallanırken sürekli gacırdayan yağlı boyayla yazılmış tabelasında da “Sami” yazmıyordu. “Şentutukoğulları Gıda Mark” yazıyordu. Market kelimesinin sonundaki “et” yer yetmediği için alta yazılmıştı.
Yıllardır bakkallık yaptığından, onu orada satılan bir mamul gibi gördüğüm Sami Amca, başının tepesine hiç saç uğramamış, gözlükleri sürekli burnunun üzerinde duran, gömleğini gırtlağının son düğmesine kadar ilikleyen, arkasındaki rafta sıralanmış çeşit çeşit bisküviler kadar cansız ve sessiz duran bir adamcağızdı. Para üstünü genellikle tam veremez, ya eksik ya fazla verirdi. Mekânla o kadar uyumluydu ki, sanki bakkal inşa edilirken oraya yerleştirilmiş, sonra da vidalarla tutturulup o mekânın bir parçası haline getirilmişti.
Fosforlu yeşil bıyıkları vardı. Mahalle halkı, onun bıyıklarının, günde beş paket sigara içtiği için böyle bir renk aldığını söylerdi, ama bilemiyorum.
Bu amcanın ilginç bir yanı da, adı Fahrettin olduğu halde kendisine “Sami Amca” dediğimde hiç itiraz etmemesi, “Adım Fahrettin kızım, ne Sami’si?” dememesiydi.
Bakkalın kapısına geldim. Kapının köşesinde duran, içine konulmuş, daha doğrusu tepilmiş sıcak ekmeklerden dolayı camlarından buhar süzülen ekmek dolabının yanına yanaştım. Kapıdan içeri baktım. İlginç! Sami Amca ayaktaydı.
Üstüne yine son düğmesine kadar iliklenmiş bir gömlek giymiş, fakat sabahın bu saatinde artık nereden icap ettiyse bir de kravat takmıştı. Altında ise ne alâka, mavi beyaz çizgili bir pijama vardı. Belini de göbeğinin üzerine kadar çekmiş, o vaziyette küçük çay kutularını rafa diziyordu.
Güleceğim gelmişti, ama gülemiyordum. Birden arkasını dönüp, sanki “1732’den beri bu bakkala kimse gelmedi!” diyecek gibi bir edayla bana baktı.
Kendisini süzmeyi birden kesip “Günaydın Sami Amca!” dedim. “Sahırmhırmğn” gibi bir şey söyledi. Sanırım “Sana da günaydın!” demekti bu.
Ekmek dolabındaki ekmeklerin buhardan dolayı ıslanmamış olanlarından iki tane alıp içeri girdim. Sami Amca hemen masadaki yerine oturdu.
“Gazete gelmedi mi?” diye sordum. “Gelecek” dedi. “Ne zaman?” dedim. Gene “Gelecek” dedi. Bu vaadinin hangi zaman dilimine ait olduğunu söylemedi. Israr etmedim.
Aldığım iki ekmeğin parasını uzattım. Araları sapsarı olan parmaklarıyla parayı elimden aldı. Üzerini bekledim, vermedi. “Ekmeğe zam mı geldi?” diye sordum. “Dünkü ekmeğin parasını da aldım, vermemiştin.” dedi. “Hayır Sami Amca, ben dün ekmek almaya bile gelmedim. Ondan önceki gün geldim, onun da parasını verdim.” dedim. Gözlerini kapadı. Yeşil bıyıklarını oynattı. Sanırım düşünüyordu. Sonra gözlerini açtı. “Tamam, doğrusun. Vermeyen topuklu Saci-de’ydi…” dedi.
TOPUKLU SACİDE
Bir kez olsun topuksuz ayakkabı giymediği, hep bir karış topuklarla dolaşıp, yolda yürürken bütün mahalleyi tak takk takkkk! sesleriyle inlettiği için kendisine bu isim lâyık görüldüğü rivayetler arasındaydı.
Kulağına bilezik kadar küpeler takar, kolları kuyumcu vitrini gibi dolaşırdı. Fakat bakkaldan aldığı bir tek sakızı bile yazdırır, “yaz tahtaya al haftaya” sistemiyle hayatını sürdürürdü.
Suratını hiç makyajsız olarak görmediğim bu hanım, onca kozmetik malzemesini de deftere mi yazdırıyordu bilmem, taksitle ruj satılmadığını ya da bir sürümlük ruj olmadığını biliyordum. Ama sanki her boyadan kiloluk alıp avuç avuç suratına buluyordu. Yüzüne bazen o kadar çok fondöten sürerdi ki, bu halde gülümsemeye kalksa suratındaki kalın tabaka, aylarca yağmur yememiş kurak toprak gibi çatlayıp patır patır dökülecek sanırdım.
Bazen denk geldiğimde, makyajının altındaki gerçek yüzünü merak edip çaktırmadan dikkatlice bakardım. Gözleri, oynamak için sokağa çıkmış, fakat diğer herkes eve gitmiş hissiyle bakıyor, saçları ne kadar rolüne hazır hale getirilmeye çalışılmışsa da “amaan boşver” gibi duruyor, dudakları söylemek isteyip de söyleyemediklerinin kıdemli tereddüdünü taşıyor gibiydi. İfadesi ise hepten kayıptı. Bu hanımı görünce hiç yaşamadığım bir şeylerin yorgunluğu çökerdi üzerime.
Kendisine ne zaman rastlasam selâm verirdim, ama o selâmımı almaz, bana hep “Mersi şekerim!” derdi.
Mahallemizin “Asoşeytıt pires ajansı” olan komşumuz Muzaffer Teyzeden edindiğim bilgilere göre onun da adı aslında “Sacide” değilmiş. Mahalledeki kadınlardan biri, bu “Topuklu Sacide” denilen hanımın süsünü püsünü ve huyunu ezelî nefreti olan eltisi Sacide’ye benzettiğinden dolayı “Aynı bizim kör olasıca Sacide” dediği için kadının adı Sacide kalmış. Asıl adı “Melâhat”mış.
SOKAK SAKİNLERİ
Bakkal Sami, verdiğim paranın üstünü yarı anlaşılır, yarı anlaşılmaz kendince bir ifadeyle “Gusra-kalma” diyerek avucuma uzattı. Aslında ne dediğini anlamayabilirdim, ama onu uzun zamandır tanıdığım için “Samice” bildiğimden kurduğu cümleyi anlamıştım. Uzattığı para üstünü aldım ve “Hayırlı işler!” diyerek bu bisküvi aromalı mekândan çıktım.
Arkamdan “Gaste gelecek!” diye seslendi. Dönüp “Ne zaman?” dedim. “Gelecek!” dedi ve kaldığı yerden çaylarını dizmeye devam etti.
Eve dönerken yol kenarında bir sürü karga, bir oraya bir buraya volta atarak kahvaltılık bir şeyler arıyorlardı. Onların gidecek bir “Bakkal Sami”si yoktu. Ah “Küçük Emrah’larım benim. Gerçi onların da gazete ve taze ekmeğe ihtiyaçları yoktu, ama olsun. İçime gene de bir gariplik doldu. Elimdeki ekmeklerin birinden bir lokma kopartıp kargalara doğru attım. Önce hepsi takım halinde havalandı, gene aynı hızla takım halinde yere kondular. Ve ardından gagaları dikip ekmeğe hırsla hücum ettiler.
Baktım bir parça ekmek için birbirlerine düşecekler, onlarda da her şey insanlar âlemindeki gibi, birbirlerinin canına kıymasınlar diye hemen ekmekten minik minik parçalar kopartıp üzerlerine attım. Aklımca kargalara kahvaltı ısmarlıyordum. Bu sefer kanat dolusu debelenmeye başladılar. Ben ekmek attıkça sanki kahvede kavga çıktı. Etrafta tüyler müyler uçuştu. Elimdeki ekmeğin son lokmasını da atıp yoluma devam edecekken, kargalardan bir tanesi F-16 gibi üzerime doğru uçmaya başladı. Korktum. Hızlı hızlı yürüdüm. Böyledir zaten. Besle kargayı oysun gözünü.
Orada öylece hiç kıpırdamadan durup, onlara ekmek atınca beni korkuluk mu sandılar nedir… Heri Potırımsı bir manzarayla, uçuşan kargaların arasından geçip tek ekmekle eve geldim.
Mutfağa girdim ve ekmeği masanın üzerine bıraktım. Pervin’i ocağa koydum. Bu arada “Per-vin” çaydanlığım oluyor. Beyaz emayeden mamul, üzeri minik lale desenli, tahta saplı bir çaydanlık bu…
Büyük annemden devraldığım bu emektar çay demliği, kendisini tutan ellere yıllarca çay vermişti. Demlediği çayıyla demli muhabbetlere ön ayak olmuştu. Kısacası karakterli bir eşyaydı. Kıyamadım, “Adı Pervin olsun.” dedim. Neden dedim bilmiyorum. Sanırım Türk filmlerinden şey ettim.
Cam kenarına oturup, Fahriye Teyzenin ıslak halısı hiç eksik olmayan balkonuna baktım. Gene ne zaman yıkamış, ne zaman asmış, muammaydı.
Sokakta, topallayarak dolaşan kuyruğu kopuk kedi Tevfik’ten, tepişen kargalardan ve tepesinde yıllardır takılı kalmış bir adet uçurtma bulunan atkestanesi ağacının yapraklarını sallayarak uyandıran rüzgârdan başka kimsecikler yoktu…
MEMNUN ÖLDÜM NECATİ
Pat! Yalnızlık geldi. Hey gidi kadim dostum yalnızlık. Kimse yokken de yanımda, herkes varken de yanımda… “Madem bu kadar sadıksın, sana da bir isim koyalım.” dedim. Düşündüm düşündüm, ona uygun bir isim bulmadım.
Çayı hatırladım. “Pervin ne âlemde bir bakayım.” diyerek mutfağa girdim. Bizim Pervin sinirlenmiş, ağzına geleni söylüyor, suyunu muyunu fokur fokur etrafa saçıyordu. “Tamam kız kızma, geldim işte.” dedim ve altını kısıp çayı demledim.
Tekrar cam kenarına döndüm. Birden “Necati” diyesim geldi. Necati… Kimdi ki bu Necati? Ne çocukken, ne okulda, ne çevremde ne de akraba-i taallukatımda Necati isimli biri yoktu. Ayrıca ne birine “Necaaatiii!” diye seslenmiştim, ne de “Memnun oldum, ben de Necati.” diyen biriyle tanışmıştım. Acaba komşunun muhabbet kuşlarından birinin adı mıydı bu? Bir dakika bir dakika… Tabi yaa! Yedi sekiz yaşlarındaydım. Büyük annemin bir tavuğu vardı. Adını “Necati” koymuştum. O zamanlar o ismi yeni öğrenmiştim, çok hoşuma gitmişti. Ben “Necati” dedikçe “Gıdak gurk!” diye peşimden gelirdi.
Bir gün büyük annemlere gitmiştik. Tam yemek zamanıydı. Hep beraber sofraya oturduk. Birden aklıma Necatimin guruldayan midesi geldi. Ben açsam o da açtı. Canım tavuğumdu o benim. Elimden yem yiyen, sonra da gagasını bana kaldırıp gözlerimin içine bakan, sonra gene başını büküp avucumu gagalayan bir tanecik dos-tumdu.
“Ben Necati’ye yem verip geleyim. O da yemeğini yesin.” diyerek sofradan kalktım. Masada büyük annemin ahretliği Tahsine Teyze de vardı ve bana “Yedi o yiyeceğini! Sen otur kendi yemeğini ye.” dedi.
Kadından korktum, oturdum. Sözleri çok esrarlı geldi bana. Az sonra sofraya bir tencere getirdi ve masaya koydu. Tabağımı alıp, tencerenin kapağını açtı “Al bak Necatini getirdim. Geh bili bili bili.” dedi, güldü.
Aman Allahım! Beynimde şimşekler çaktı. İçimde atom bombaları patladı. Yemler, tüyler etrafa saçıldı. Kafamın tepesinden bir yanardağ fışkırdı. Necatim, benim güzel Necatim tencerede dizlerini bükmüş, suyun içinde cascavlak oturuyordu. Yanında da Necatimin suyuna pilav. Bu manzara karşısında gel de büyüyünce “Sapık Normın” olma. Necatimle konuşurdum ben. Her gün benim için yumurtlardı o. Birilerine küsüp…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Gençlik Kitapları Hiciv-Mizah
- Kitap AdıBişey Söylicem Ama Gülmek Yok
- Sayfa Sayısı200
- YazarMine Sota
- ISBN9789756107638
- Boyutlar, Kapak11,5 X 21,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCarpe Diem Kitap / 2009-12
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kendine Bir İyilik Yap ~ Bilge Göksu
Kendine Bir İyilik Yap
Bilge Göksu
Hayat bir sevdadır… Onu yaşa! Hayat bir hediyedir… Onu al! Hayat bir bilmecedir… Onu çöz! Hayat bir fırsattır… Onu yakala! Hayat bir şarkıdır… Ona...
- Yolculuk Nereye Hemşerim ~ Gülse Birsel
Yolculuk Nereye Hemşerim
Gülse Birsel
Kitabımın kapağı için ginger adlı aletin üzerinde fotoğraf çektirmemin iki sebebi var: Birincisi, mizahi yönü. Bu aracı ve bu aracın üzerinde seyahat etme fikrini...
- Dan Ve Buzdan Piramit ~ Thomas Taylor
Dan Ve Buzdan Piramit
Thomas Taylor
Dan’in hayaletlerle kurduğu bağ, onu bu kez Londra’nın en yüksek noktasında kimsenin cesaret edemeyeceği bir görevle yüzleştiriyor. Ancak herkesin bilmesi gereken bir şey var...