Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Bir Yazarın Güncesi
Bir Yazarın Güncesi

Bir Yazarın Güncesi

Virginia Woolf

Virginia Woolf öldüğünde, ardında kendi elyazısıyla doldurulmuş 26 defter bıraktı. Woolf 27 yıl boyunca bu defterlerde, neler yaptığını, kimleri gördüğünü, özellikle bu insanlar hakkında,…

Virginia Woolf öldüğünde, ardında kendi elyazısıyla doldurulmuş 26 defter bıraktı. Woolf 27 yıl boyunca bu defterlerde, neler yaptığını, kimleri gördüğünü, özellikle bu insanlar hakkında, kendisi hakkında, yazdığı ya da yazmayı umut ettiği kitaplar hakkında neler düşündüğünü neredeyse kesintisiz denebilecek bir şekilde kaydetti. Bu defterlerde, yazmakta olduğu ya da gelecekte yazmaya niyetlendiği kitaplar hakkında kendi kendisiyle söyleşti.

Bir Yazarın Güncesi, Woolf’un, romanlarından her birini tasarlarken, yazarken ya da gözden geçirirken olay örgüsü ya da biçim, roman kişisi ya da serim gibi, yaratma sürecine dair karşısına çıkan problemleri tartışmaktadır. Onun sanatsal üretiminin içeriden, alışılmamış bir resmini çizerken amaçlarına, hedeflerine ve yöntemlerine de ışık tutar.

“Virginia Woolf’u yakından tanımamız için Bir Yazarın Güncesi yeter de artar bizlere.”
Mîna Urgan

“Virginia Woolf’un Bir Yazarın Güncesi’ni okuyarak cesaretimi topladım… bu günlüğü okuyun.”
Sylvia Plath

İçindekiler
Önsöz / LEONARD WOOLF ……………………………………….7
Çevirmenin Notu / FATİH ÖZGÜVEN…………11
1918……………………………………………………………………………….15
1919……………………………………………………………………………….22
1920……………………………………………………………………………….40
1921……………………………………………………………………………….49
1922……………………………………………………………………………….64
1923……………………………………………………………………………….79
1924……………………………………………………………………………….88
1925……………………………………………………………………………….98
1926…………………………………………………………………………….114
1927…………………………………………………………………………….134
1928…………………………………………………………………………….153
1929…………………………………………………………………………….174
1930…………………………………………………………………………….186
1931…………………………………………………………………………….201
1932…………………………………………………………………………….215
1933…………………………………………………………………………….231
1934…………………………………………………………………………….256
1935…………………………………………………………………………….279
1936…………………………………………………………………………….308
1937…………………………………………………………………………….322
1938…………………………………………………………………………….337
1939…………………………………………………………………………….362
1940…………………………………………………………………………….377
1941…………………………………………………………………………….419

Önsöz
LEONARD WOOLF

Virginia Woolf düzenli olarak günce yazmaya 1915’te başladı. Bunu 1941’e kadar sürdürdü, son günce yazısını ölümünden dört gün önce yazdı. Her gün düzenli olarak yazmadı. Bazen günler boyu art arda, genellikle ise birkaç gün arayla yazardı, sonra birkaç haftalık bir ara verirdi. Ama güncesi 27 yıl boyunca neler yaptığı, kimleri gördüğü, özellikle de bu insanlar hakkında, kendisi hakkında, yazdığı ya da yazmayı umut ettiği kitaplar hakkında neler düşündüğü konusunda kesintisiz denebilecek bir kayıt defteri niteliğindedir. Güncesini boş kâğıtlara yazardı (8 1/4’e 10 1/2 inç yani teknik tabiriyle büyük mektup kâğıdı.) Önceleri kâğıtlar bu iş için kullanılan halkalarla tutturulurdu, ama ileriki tarihli güncelerin çoğu ciltlenmiştir. Güncelerin yazılı olduğu kâğıtları matbaadan arta kalan kâğıtlarla ciltlerdik. Güncelerin çoğu yayınevimiz The Hogarth Press’te şiir kitaplarının ciltlerinde kullandığımız, onun çok sevdiği renkli, desenli İtalyan kâğıtlarıyla kaplıdır. Yazacağı kâğıtları alır, onun kullanımına hazır olacak biçimde ciltlerdik, günceleri gibi romanlarını da bu çeşit defterlere yazmıştır. Öldüğünde, ardında kendi el yazısıyla doldurulmuş böyle 26 defter bırakmıştır.

Günce, içinde adı geçen insanlar nedeniyle onun sağlığında yayımlanamayacak kadar özeldi. Kanımca, hemen her örnekte, günce ya da mektupları bölüm bölüm yayımlamak bir hatadır, özellikle de yayımlanmayan parçalar yaşayan kişilerin duygularını ya da şöhretlerini incitmemek kaygısıyla çıkarılıyorsa. Yayımlanmayan parçalar hemen her zaman günce ya da mektup yazarının gerçek karakterini çarpıtır ya da gizler ve Akademi üyesi yazarların kendilerini sundukları gibi, kırışıklıkları, sivilceleri, çizgileri ve pürüzleri gizlenmiş ulvi bir resmin ortaya çıkmasına yol açarlar. En iyi durumda, hatta hiç kesintisiz olsalar bile, günceler yazar hakkında çarpıtılmış ve tek yanlı bir resim sunarlar, çünkü güncesinin bir yerlerinde Virgina Woolf’un kendisinin de belirttiği gibi, insan alışkanlıkla sadece belli bir ruh durumunu –diyelim ki, kızgınlık ya da yoğun mutsuzluk– kaydeder ve tersi duygular içindeyken güncesine bir şey yazmaz. Portre, demek ki, daha başından tek yanlıdır ve başka biri de kalkar başka bir özelliği ortadan kaldırırsa, bir karikatür olur çıkar.

Gene de bu elinizde tuttuğunuz kitap Virgina Woolf’un güncelerinden seçilmiş parçalardan oluşmuştur. O da kısmen, bütün günce yazanlar gibi, yaptıklarını ve insanlar, hayat ve evren hakkında düşündüklerini yazmak amacıyla günce tutmuştu. Ama güncesini bir yazar ve sanatçı olarak çok kişisel bir biçimde de kullanmıştı. Onlarda, yazmakta olduğu ya da gelecekte yazmaya niyetlendiği kitaplar hakkında kendi kendisiyle söyleşmiştir. Onlarda, romanlarının her birini tasarlarken, yazarken ya da gözden geçirirken olay örgüsü ya da biçim, roman kişisi ya da serim gibi günbegün karşısına çıkan problemleri tartışır. Uzgörü sahibi hiçbir kimsenin çağdaş bir yazarın edebiyat tarihindeki yerinin ne olacağını kesinkes tahmin etmeyeceği düşünülürse, onun da romanları ve sanatçı olarak konumu tartışma konusu edilmiştir. Bazı eleştirmenler ve inceliklere daha az vâkıf kimi okurlar son dönem romanlarından rahatsız olmuşlardır. Ama gerçek bir sanatçı olduğunu hiç kimse inkâr etmemiş ve Profesör Bernard Blackstone gibi, birçok kişi de onun “büyük bir sanatçı olduğu”, “başka hiç kimsenin yapmaya cesaret edemediği şeyleri olağanüstü yetkin bir biçimde yaptığı,” ve onun dünyasının “kristalin koca kaya kütlelerinin altında varlığını sürdürmesi gibi” her zaman varlığını sürdüreceğinden kuşku duymamıştır. Bu önsözde söz konusu etmek istediklerim açısından şu da önemli ki, romanlarını anlayamayan ya da onlardan hoşlanmayan ya da alaya alan birçokları onun The Common Reader’da (Sıradan Okuyucu) ya da öteki deneme kitaplarında küçümsenmeyecek bir edebiyat eleştirmeni kimliğinde karşımıza çıktığı konusunda görüş birliğindedirler.

26 cilt günce yazısını dikkatle taradım, parçalar seçtim ve elinizdeki ciltte onun kendi yazarlığına göndermede bulunan hemen her şeyi topladım. Ayrıca üç farklı alıntı çeşidini de kapsadım. Birincisi, onun, güncesini kendi yazarlığını denemenin ya da sınamanın bariz bir yolu olarak kullandığını gösteren bazı bölümler. İkincisi, dolaylı ya da dolaysız, kendi yazdıklarını ilgilendiren bölümler. Bunları özellikle seçtim, çünkü okura bazı sahne ve kişiler, yani yazarlığının hammaddesinin zihninde doğrudan yarattığı etkiler konusunda bir fikir veriyorlar. Son olarak da, onun, okumakta olduğu kitaplar hakkında yorumlarda bulunduğu belli bölümleri aldım.

Kitap, Virgina Woolf’un yazar olarak amaçlarına, hedeflerine ve yöntemlerine ışık tutuyor. Sanatsal üretimin içeriden, alışılmamış bir resmini çiziyor. Kitabın değeri ve ilginçliği elbette ki büyük ölçüde Virginia Woolf’un eserinin değeri ve ilginçliğine bağlı. Profesör Blackstone’un yukarıdaki görüşleriyle aynı fikirde olmasam, bu kitabı yayına hazırlamazdım. Kanımca, o gerçek bir sanatçı ve bütün kitapları da gerçek birer sanat eseridir. Günceleri, hiçbir şey olmasa dahi, onun kendini yazarlık sanatına adayışındaki olağanüstü enerjiye, kararlılığa ve yazdığı her satırı yeniden, yeniden yazıp-bozmaya, okumaya götüren sarsılmaz yazar vicdanına tanıklık ediyorlar. Dalgalar’ın büyük bir sanat yapıtı olduğu duygusunu taşıyorum, kitaplarının şüphesiz en iyisi. Deniz Feneri ve Perde Arası da, bence, kendi başlarına bir varlık sürdüreceklerdir. Öteki kitapları, bunlar kadar parlak başarılar olmasalar da, dediğim gibi “gerçek” sanat eserleridir ve her zaman okumayı ve incelenmeyi hak edeceklerdir. Bu görüşü, bir değerlendirme olarak değil bu kitabı yayımlamamın gerekçesi olarak ortaya koyuyorum.

Günceleri yayına hazırlarken bu seçmeye almadığım bölümleri belirtip belirtmemeyi düşündüm. Sonunda genel bir kural olarak bunu yapmama kararı aldım. Çıkarttığım bölümler ve onları gösteren üç noktalar o kadar sık olacaktı ki sonuçta bu okuru rahatsız edecekti. Bu da beni yeniden yukarıda değindiğim noktaya getiriyor. Okur, bu seçmede yayımlananların güncelerin ancak çok küçük bir bölümünü oluşturduğunu ve bu seçilen parçaların Virginia Woolf’un yazarlığıyla ilgisi olmayan konulardan oluşan bir yığının içine gömülü durduğunu unutmamalıdır. Bu husus sürekli olarak akılda tutulmadığı takdirde, kitap, onun yaşamı ve kişiliği hakkında çok çarpıtılmış bir resim ortaya koyabilir.

Virginia Woolf, güncesinde neyi nerede yazdığını her zaman belirtmemekte, ama bu da okur için ender olarak olmasa olmaz cinsten bir önem taşımaktadır. Aşağıdaki bilgiler söz konusu olabilecek tereddütleri ortadan kaldıracaktır. 1915’ten Mart 1924’e kadar Richmond’daki Hogarth House’da oturduk. Burası güncede sadece “Hogarth” diye geçer. Aynı zamanda, Sussex’te, Lewes yakınlarındaki Asheham House’u da kiralamıştık, burası da güncede sadece ‘”Asheham” olarak geçer. Asheham’a âdet olduğu üzere yalnızca haftasonları ve tatillerde giderdik. 1919’da Asheham House’un kontratı bitince, Lewes yakınlarındaki Rodmell’de, Monks House’u satın alıp 1919 yılının Eylülü’nde oraya taşındık. 1924’te Hogarth House’u sattık ve güncede “Tavistock” diye geçen Tavistock Meydanı 52 numaralı evi kiraladık. 1924 Martı’ndan 1939 yılı Ağustos ayına kadar orada oturduk. O yıl Mecklenburgh Meydanı 37 numaraya taşındık. 1940 yılında Mecklenburgh Meydanı’ndaki ev bombalanınca oradan taşındık ve Virginia Woolf’un 1941 yılındaki ölümüne kadar Monk’s House’da oturduk.

Eklediğim liste güncede adı sık geçen kimseler hakkında okura bir fikir verecektir.

1 Ocak 1953

1918

5 Ağustos Pazartesi

Önce Christina Rossetti,* sonra da Byron hakkındaki izlenimlerimi kaydetmek üzere bir defter edinmeyi beklerken onları buraya yazayım diyorum. Bir kere büyük miktarlarda Leconte de Lisle** satın aldığım için pek az param kaldı. Christina’nın doğuştan şair olmak gibi büyük bir seçkinliği var, bunu kendisinin de çok iyi bildiği anlaşılıyor. Ama Tanrı’ya dava açacak olsam ilk tanıklığa çağıracaklarımdan biri o olurdu. Okurken melankoli çöküyor. Önce kendini aşktan yoksun bıraktı, ki bu hayattan da yoksun bırakmaktı; sonra da dinî inancı öyle gerektiriyor diye düşündüğü için, şiirden. İki iyi talibi çıktı. Birincisinin hakikaten de kendine özgü tuhaflıkları vardı. Vicdanlıydı. O ise sadece belli bir tonda bir Hıristiyan’la evlenebilirdi. Adam onun istediği tonda bir Hıristiyan olmayı ancak belli sürelerle götürebiliyordu. Sonuçta Katolik Kilisesi’ni seçti ve kaybetti. Daha da kötü olan Mr. Collins vakasıydı –gerçekten harika bir düşünce adamı – dünyadan habersiz bir münzevi– Christina’ya tapınmayı aklına koymuştu, fakat onun imana getirilmeye hiç niyeti yoktu. Bu nedenle, onu ancak evinde ziyaret etmeye gidebilirdi, ki hayatının sonuna kadar da böyle yaptı. Şiiri de iğdiş edilmişti. İncil’deki mezmurları şiirleştirmeye kalkıştı mesela; ve şiirini tümüyle Hıristiyan doktrinlerinin emrine verdi. Sonuçta, düşünüyorum da, çok ince, orijinal bir yeteneği kurutup bir deri bir kemik hale getirdi, ki bu yetenek ondan sadece daha da inceltilmeyi bekliyordu, diyelim, bir Mrs. Browning’inkinden* daha ileri götürülmeyi. Çok kolay yazıyordu; içinden geldiğince, çocuklar gibi diyeceği geliyor insanın, sahici bir yetenek kendisini çoğunlukla böyle gösterir; halen gelişmektedir. Doğal bir müzikalite gücü var. Düşünüyor da. Hayalgücü var. Kaba mizahi ve nüktedan da olabilirmiş, bunu düşündürtecek kadar ayağını yere bastırtıyor okurun. Bütün fedakârlıklarının karşılığında ise korkular içinde öldü, Tanrı’nın bağışlamasına erdiğine emin olamadan. Gene de itiraf edeyim ki şiirini sadece şöyle bir gözden geçirdim, kaçınılmaz olarak zaten okumuş olduklarıma gitti elim.

7 Ağustos Çarşamba

Asheham güncesi kılı kırk yaran çiçek, bulut, böcek ve yumurta fiyatı gözlemlerimi emip alıyor; tek başına olunca da kaydedilecek başka bir olay olmuyor. Bir tırtılın ezilmesi trajedimiz oldu; en heyecanlı olaysa hizmetçilerin dün Lewes’dan geri gelmeleri, L.’nin bütün savaş kitaplarını, benim içinse The English Review’u yüklenmiş olarak, Brailsford’un Milletler Cemiyeti üzerine bir yazısı var, bir de Katherine Mansfield’in ‘Mutluluk’u üzerine. ‘Mutluluk’u “Bu kadının işi bitti artık!” diye haykırarak yere fırlattım. Hakikaten, böyle bir öykü ona kadın ve yazar olarak daha ne kadar çok inanç duymayı gerektirecek, bilemiyorum. Zihninin çok sığ bir toprak olduğu gerçeğini kabullenmem gerekiyor korkarım, çok çıplak bir kayanın üzerine döşenmiş, ancak bir iki santim kalınlığında bir toprak. ‘Mutluluk’ ona daha derine inme fırsatı verecek kadar da uzun. Bunun yerine yüzeysel zekiliklerle yetiniyor; fikir bütünüyle cılız, ucuz; her ne kadar kusursuzluktan uzak da olsa gene de ilginç olan bir zihnin görüş kudretini yansıtmıyor. Kötü de yazıyor. Ve sonuç da, dediğim gibi, bana onun insan olarak nasırlaşmış ve sert biri olduğu izlenimini verdi. Yeniden okuyacağım; ama sanmıyorum değişeceğimi. Bunun gibi şeyler yazıp durmaya devam edecek, o ve Murry* bunlardan gayet de memnun kalacaklar. İçime sular serpildi şimdi gelmedikleri için. Yoksa kişiliğiyle ilgili bütün bu itirazlarımı bir öyküye yansıtmaya çalışarak anlamsızca mı davranıyorum?

Her neyse Byron’ıma devam etmek beni çok mutlu etti. Onda hiç olmazsa erkek erdemleri var. Hatta, kadınlar üzerindeki etkisini ne kadar kolayca kestirebildiğimi fark ederek eğlendim – özellikle de oldukça bön ya da eğitimsiz, ona kafa tutamayacak kadınlar üzerinde. Çoğu da onu ehlileştirmek istemiştir herhalde. Ta çocukluk yıllarımdan bu yana (Gertler olsa böyle derdi, sanki bu onu özellikle dikkat çekici biri yapıyormuş gibi) bir yaşam öyküsünü tümüyle öğrenmek alışkanlığındayımdır ve hakkında bulabildiğim her türlü bilgi kırıntısıyla hayalimde o kişinin bir benzerini canlandırmak isterim. Bu tutkuya kapıldım mı, ister Cowper ister Byron olsun, o ad en olmayacak sayfalarda gelir dikilir karşıma. Sonra birden bu figür uzaklaşır ve bildik ölülerden biri olur çıkar. B.’nin şiirinin had safhada kötü oluşundan pek etkilendim – Moore’un neredeyse hayranlıktan dili tutularak alıntıladığı parçaların. Bu Albüm zırvalığının neden şiirin en soylu ateşi olduğunu düşünmüşler? L. E. L’den ya da Ella Wheeler Wilcox’tan pek bir farkı yok ki. Onu bilinçli olarak iyi yaptığı şeyden de vazgeçirdiler, ki bu da hiciv yazmaktı. Doğu’dan çantasında hicviyelerle (Horace parodileri) ve Childe Harold ile döndü. Childe Harold’ın yazılmış, yazılacak en iyi şiir olduğuna inandırdılar onu. Fakat gençliğinde hiçbir zaman inanmadı şairliğine; yeteneği olmadığının kanıtı – ne kadar kendinden emin, dogmatik bir insan olduğu düşünülürse. Oysa Wordsworthler, Keatsler her şeyden çok buna inanırlar. O, karakter olarak bana biraz Rupert Brooke’u* hatırlatıyor, gerçi bu Rupert’ın aleyhine bir şey. Ne olursa olsun By ron’ın müthiş bir kudreti var; mektupları bunu kanıtlıyor. Birçok bakımdan çok soylu bir karakteri de; gerçi hiç kimse yüzüne karşı yapmacıklıklarına gülmediği için giderek Horace Cole’e benzemiş, bu da pek istenir şey değil. Ancak bir kadın alay edebilirdi onunla, bunun yerine ona tapınmışlar. Lady Byron’a gelmedim daha, ama herhalde, gülmek yerine sadece onaylamamakla yetinmiştir. O da böylece ‘Byronic’ oldu.

9 Ağustos Cuma

İnsanlarla uğraşmamız gerekmediğinde huzurlu ve rahat oluyoruz, böyle zamanlarda Byron da olsa okunur. Bir yüzyıl sonra bile ona âşık olmaya hazır olduğumu hissettirdiğime göre, sanıyorum Don Juan konusundaki fikrim yanlı olabilir. Herhalde bu uzunluktaki şiirlerin en okunabiliri; bunu biraz da yaylı gibi, gelişigüzel, rastgele, dörtnala yazılış metoduna borçlu. Bu metot başlı başına bir keşif. İnsanın arayıp da bulamadığı şey – içine ne koyarsanız alacak esnek bir biçim. Bu yüzden, girdiği havayı o an kâğıda dökebiliyordu; aklına gelen her şeyi söyleyebiliyordu. Şairane olmak peşinde değildi; böylece sahte romantizme ve hayalperestliğe dayalı o kötü dehasından kaçınabildi. Ciddi olduğunda samimi; ve hangi konudan isterse ses getirebiliyor. 16 Kanto yazıyor bir kere bile sağrılarını kamçılamaya gerek duymadan. Onda, babamın, Sir Leslie’nin o ehil ve nüktedan zekâsıyla, ‘sapına kadar erkek bir tabiat’ diyeceği şeyden olduğu anlaşılıyor. Bu tür ‘memnu’ kitapların yalanlara sofuca bir saygı gösteren derli toplu kitaplardan daha ilginç oldukları fikrindeyim. Gene de, peşinden gidilmesi kolay bir örnekmiş gibi gelmiyor; ve hatta bütün serbest ve kolay şeyler gibi, ancak becerikli ve olgun yazarların bunları başarıyla kıvırabileceklerini düşünüyorum. Ama Byron parlak fikirlerle doluydu – bu da onun şiirine bir kavilik veriyor ve beni okumamın ortalık yerinde çevremdeki manzaradan ya da odamdan alıp dışarıya küçük gezintilere götürüyor. Bu gece de onu bitirmenin zevkini tadacağım – gerçi, hemen her kıtasından zevk aldığım düşünülürse bunun neden, bir zevk olması gerekiyor, onu da gerçekten bilmiyorum. Ama hep öyle olur, kitap iyi bir kitap da olsa kötü bir kitap da. Maynard Keynes* de aynı biçimde, okurken sondaki ilanları bir eliyle kapattığını itiraf etti, okuyacağı kısmın ne kadar olduğunu tam olarak bilebilmek için.

19 Ağustos Pazartesi

Bu arada Sophokles’in Elektra’sını bitirdim, buralara kadar sürüklenip durmuştu, ama aslında o kadar da müthiş zor değil. Bana hep taze gelen şey hikâyenin kusursuzluğu. Bundan iyi bir oyun yapmamak pek mümkün gibi görünmüyor. Sayısız oyuncu, yazar ve eleştirmenin vurduğu cilayla oluşturulmuş, geliştirilmiş ve de fazlalıklarından arındırılmış geleneksel olay örgüleri kullanmanın sonucu belki de bu, sonuçta denizin yusyuvarlak yaptığı bir cam parçası gibi oluyorlar. Ayrıca, seyirciler neler olacağını önceden bildiğinde, daha ince ve derin nüanslar görünür oluyor, sözcüklere gerek kalmıyor. Her neyse insan okurken olanca dikkatini vermeli ya da her satıra, her imaya gereken ağırlığı vermeli diye düşünüyorum; göze görünen çıplaklığın sadece yüzeyde olduğunu da. Ama, metne yanlış duyguları yansıtma sorunu gene de var. Jebb’in ne kadar çok şey görebildiğini fark etmem genellikle azap duymama yol açıyor; tek kuşkum, acaba çok fazlasını mı görüyor, bence kötü bir çağdaş İngiliz oyunu okurken bu olabilir, insan kafaya koyarsa. Sonuçta Yunanca’nın o kendine özgü çekiciliğinde güçlü ve açıklanması zor bir yan kalıyor her zamanki gibi. Daha ilk sözcüklerden insan metinle çeviri arasında dağlar kadar fark olduğunu hissediyor. Kahraman soyundan kadınlar, Yunanistan’da da İngiltere’de de aşağı yukarı aynı. Emily Brontë tipinde biri. Klitemnestra ve Elektra’nın ana kız oldukları çok açık ve bu yüzden de aralarında bir sempati olmalı, gerçi belki de tersine dönen sempati en keskin nefreti doğuruyordur. E., aileyi her şeyin üzerinde tutan kadın tipi; babayı. Geleneğe evin erkeklerinden daha çok saygısı var; kendisini babasının kasıklarından doğmuş hissediyor, annesinin değil. Garip şey, görenekler her ne kadar tamamen sahte ve gülünç de olsalar hiçbir zaman bizim İngiliz göreneklerinde hep olduğu gibi basit ve vakardan uzak bir görünüm almıyorlar. Elektra, Viktorya Dönemi’nin ortalarında yaşayan kadınlardan çok daha sınırları belli bir hayat yaşamış, ama bunun onun üzerinde bir etkisi olmamış, onu sert ve görkemli yapmanın dışında. Yürüyüşe bile tek başına çıkamıyordu; bizde ise bir hizmetçi kızla bir atlı arabaya bakardı.

10 Eylül Salı

Sussex’te Milton okuyan tek kişi ben olmasam da sırası gelmişken Paradise Lost hakkındaki izlenimlerimi yazmak niyetindeyim. İzlenimler lafı, aklımda kalan türden şeyleri oldukça iyi açıklıyor. Birçok bilmecesini okunmadan bıraktım. Tadına tam olarak varamayacak kadar çabuk yol aldım. Mamafih, bu tadın bütününün bu konuda en yüksek düzeyde kafa yormuş düşünce adamlarının harcı olduğunu anlıyorum ve buna inanmaya da bir ölçüde hazırım. Beni çarpan, bu şiirle ötekiler arasındaki son kerte farklılık. Bu da, sanıyorum, duygunun o yüce mesafeliliğinde ve kişisellikten uzak oluşunda yatıyor. Sedire uzanıp Cowper* okumadım hiç, ama sedirin Paradise Lost’un alt düzeyden bir karşılığı olduğunu düşünüyorum. Milton’un özü tümüyle melek bedenleri, meydan savaşları, uçuşlar, evler hakkında harikulade, güzel ve ustaca tasvirler den oluşuyor. Konu edindiği dehşet ve uçsuz bucaksızlık ve acı ve yücelik, fakat hiçbir zaman insan yüreğindeki tutkular değil. Hangi büyük şiir insanın sevinçlerine ve üzüntülerine bunca az ışık tutmuştur? Yaşamı anlamakta yardım etmiyor bana; Milton’ın yaşadığını, ya da kadınlar, erkekler tanıdığını pek az hissedebiliyorum; evlilik ve kadının görevleri hakkındaki o aksi huylu şahsilikleri dışında. O, maskülinistlerin ilkiydi fakat tenkitleri kendi şanssızlığından ileri geliyor ve evliliğindeki kavgalarda bile nispetçi bir kestirip atma olarak kendini gösteriyor. Ama ne kadar da pürüzsüz, güçlü ve ayrıntılı bütün bunlar! Ne şiir! Bunun yanında Shakespeare’in bile biraz sorunlu, kişisel, heyecanlı ve kusursuzluktan uzak görünebileceğini anlıyorum. Anlıyorum ki bu esans; hemen hemen geri kalan bütün şiir bunun inceltilmiş hali. Üsluptaki o dile gelmez incelik; süregiden yüzey meselesini bitirip bir kenara koyduğunuzda orada üst üste sürülmüş tonları görebiliyorsunuz, sadece yeterince gözlerinizi dikip bakmanız yeterli. Ta derinlerde insan hâlâ başka terkipler, reddedişler, uyuşmalar ve maharetler yakalıyor. Dahası, onda Lady Macbeth’in dehşeti ya da Hamlet’in çığlığı gibi hiçbir şey bulunmamakla, hiç merhamet ya da duygudaşlık ya da sezgi olmamakla birlikte, figürleri şahane; bunlarda insanoğlunun evrendeki yerimiz, Tanrı’ya karşı görevimiz, dinimiz hakkındaki düşüncelerinin çoğu özetlenmiş durumda.

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Flush – Bir Köpeğin Romanı ~ Virginia WoolfFlush – Bir Köpeğin Romanı

    Flush – Bir Köpeğin Romanı

    Virginia Woolf

    “… güçlü kuvvetli, enerji dolu, yaşama sevinci içinde genç Robert Browning bir bomba gibi patlamıştı Elizabeth Barrett’in sessiz hasta odasında. İngiliz edebiyatının en ünlü...

  2. Dalgalar ~ Virginia WoolfDalgalar

    Dalgalar

    Virginia Woolf

    Birçok okuru tarafından Virginia Woolf’un başyapıtı olarak kabul edilen Dalgalar, modernist edebiyatın en yoğun ve şiirsel romanlarından biri. Bir grup arkadaşın hayatlarını çocukluk dönemlerinden...

  3. Jacob’ın Odası ~ Virginia WoolfJacob’ın Odası

    Jacob’ın Odası

    Virginia Woolf

    Jacob’ın Odası, Virginia Woolf’un yazarlık hayatında geleneksel anlatıdan modernist deneysel anlatıya geçişi simgeleyen bir kilometre taşı. Edward Çağı İngilteresi’nde başlayan Jacob’ın Odası, Jacob Flanders’ın...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Yılan ve Zambak ~ Nikos KazancakisYılan ve Zambak

    Yılan ve Zambak

    Nikos Kazancakis

    Ruhumun içerisinde beliriverdin, biliyordum geleceğini. Bekliyordum da Seni. Tıpkı kışın donmuş ve ıssız, acı çekerek bekleyen yeryüzü gibi Seni bekliyordum. Sen baharsın, ağır ağır...

  2. Bir Kayıp Denizci ~ Gabriel Garcia MarquezBir Kayıp Denizci

    Bir Kayıp Denizci

    Gabriel Garcia Marquez

    Olay, 28 Şubat 1955 günü duyuldu. Kolombiya Deniz Kuvvetleri’ne bağlı Caldas muhribi, Antiller’de azgın bir fırtınaya yakalanmış, mürettebattan sekiz kişi dalgalara kapılıp kaybolmuştu. Kaybolan...

  3. Ruhlar Evi ~ Isabel AllendeRuhlar Evi

    Ruhlar Evi

    Isabel Allende

    Sonsuzluk çok uzun bir zaman.Rosa doğduğunda tıpkı porselenden yapılma bir taşbebek gibi bembeyaz, pürüzsüz, kırışıksız bir bebekti, saçları yeşil, gözleri sarıydı, ebe kadının istavroz...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur