Hayır, bilim bir yanılsama değildir. Ancak bilimin bize veremediğini başka bir yerden elde edebileceğimizi düşünmek kesinlikle bir yanılsama olacaktır.
Yaşamını zihnin arkeolojisine adayan Sigmund Freud bu kitabında da insan psikolojisinin karmaşık yapısını gözler önüne seriyor; ancak bu sefer geçmişi incelemekle yetinmeyip geleceğe dair bazı tahmin ve önerilerde bulunma cesaretini de gösteriyor.
Freud bu metninde, bilincimize kök salmış yanılsamaların, özellikle de bir yanılsama olarak adlandırdığı din olgusunun kültürdeki (diğer bir deyişle uygarlıktaki) yerini tartışmaya açıyor. Din, kültür ve insan ruhu arasındaki ilişkiyi ele alarak bu yanılsamaların dünyaya bakışımızı nasıl etkilediğini, dolayısıyla da yaşamlarımızı nasıl şekillendirdiğini gözler önüne seriyor.
Bir Yanılsamanın Geleceği, yazılmasının üzerinden neredeyse yüz yıl geçmiş olmasına rağmen her okuyanı, zihnimizi ve ortak kaderimizi etkileyen yanılsamalarla yüzleşip bunları geride bırakmaya çağıran kışkırtıcı bir eser olma niteliğini sürdürüyor.
1
Belirli bir kültürün içinde belli bir süre yaşadıktan ve sık sık bu kültürün kökenlerini ve izlemiş olduğu gelişim sürecini araştırmaya çalıştıktan sonra, insan ara sıra bakışlarını karşı yöne çevirip bu kültürün nasıl bir kaderle karşılaşacağını ve ne gibi dönüşümler geçirmeye mahkûm olduğunu sorma isteği de duyar. Ancak böyle bir girişimin pek de etkili olamayacağı çok geçmeden ortaya çıkar; bunun çeşitli sebepleri vardır ve en başta da insan faaliyetini tüm boyutlarıyla değerlendirebilecek çok az sayıda kişinin bulunduğu gerçeği gelir. Çoğunluk kendini bir ya da birkaç alanla sınırlamak zorunda kalmıştır, gelgelelim kişi geçmişi ve bugünü hakkında ne kadar az şey bilirse geleceğe ilişkin yargısı da o denli belirsiz olacaktır. Dahası, özellikle de geleceğe ilişkin bir yargıya varma hususunda, bireyin öznel beklentileri değerlendirilmesi güç bir rol oynar; ama bu beklentilerin de bireyin kendi yaşantısındaki tamamen kişisel unsurlara, mizacı ve hedeflerine ulaşma konusundaki başarı veya başarısızlıkları tarafından şekillenen bakış açısının az veya çok ümitvar olmasına bağlı bulunduğu görülür. Son olarak da insanların genellikle içinde yaşadıkları zamanı hayli naif biçimde, içeriğini değerlendirme becerisinden yoksun bir halde deneyimlemeleri gerçeği dayatır kendini; şimdiki zamanın, geleceğe dair bir değerlendirme yapmamızı sağlayacak bazı ipuçları sunabilmesi için insanların öncelikle içinde bulundukları zaman ile aralarına biraz mesafe koyması, yani şimdinin geçmişte kalmış olması gerekir.
Kısacası kültürümüzün olası geleceği hakkında bir yorum yapmanın cazibesine kapılan herkes, az önce değindiğim çekincelerin yanı sıra her türlü tahmine içkin belirsizliği de göz önünde bulundurmanın faydasını görecektir. Dolayısıyla ben de bu aşırı büyük görevden hızla kaçacak ve büyük resimdeki konumunu belirler belirlemez uzun süredir dikkatimi çekmekte olan daha küçük bir alanı incelemekle yetineceğim. İnsan yaşamının, hayvansal koşulların üzerine çıktığı ve böylece kendini hayvanların yaşamından ayrıştırdığı tüm yönleri anlamında kullandığım insan kültürü (ve kültür ile uygarlığı birbirinden ayırmayı reddediyorum), bilindiği üzere, gözlemcisine kendini iki yönüyle gösterir. Söz konusu kültür bir yanda, insanların doğanın güçlerini denetim altına almak ve insani ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlayacak kaynakları temin etmek üzere edindiği tüm bilgi ve beceriyi, diğer yanda da insanların birbirleriyle ilişkilerinin, özellikle de mevcut kaynakların paylaşımının düzenlenmesi için gerekli olan tüm kurum ve kuralları içerir.
Kültürün bu iki yönü birbirinden bağımsız değildir, bunun ilk nedeni insanların karşılıklı ilişkisinin mevcut kaynakların mümkün kıldığı dürtü tatmini miktarından büyük ölçüde etkilenmesidir; ikincisi, insanlar, bir başkasıyla olan ilişkilerinde, bu kişinin emeğinden faydalandığı veya onu cinsel nesne olarak kullandığı sürece ortada bir meta ilişkisinin bulunmasıdır; üçüncüsü de her bireyin, kültürün insanların evrensel çıkarına hizmet ettiğini düşünmek yerine onun karşısında yer alması, yani bir kültür düşmanı olmasıdır. Varlıklarını tek başlarına sürdürebilme becerileri ne kadar az olursa olsun insanların, birlikte yaşamayı mümkün kılmak için kültürün kendilerinden beklediği fedakârlıkları ağır bir yük olarak görmeleri hayli tuhaftır. Başka bir deyişle kültürün bireye karşı savunulması gerekir, zira tüm düzenlemeleri, kurumları ve kuralları da bu amaca hizmet eder. Bunlar sadece belirli bir kaynak paylaşımını sağlamayı değil, aynı zamanda bu bölüşümün sürdürülmesini de hedefler; aslında doğanın ehlileştirilmesine ve kaynakların üretimine katkı sunan her şeyin insanların düşmanca dürtülerine karşı korunmaya ihtiyacı vardır. İnsanlığın yarattığı şeyler kolayca yıkılabilir, bunların inşasında faydalanılan bilim ve teknoloji onları yok etmek için de kullanılabilir. Bu da kültürün, baskı ve iktidar araçlarını ele geçirmeyi başarmış bir azınlığın gönülsüz bir çoğunluğa dayattığı bir şey olduğu izlenimini vermektedir.
Bu zorlukların kültürün kendi doğasından değil, bugüne kadar geliştirilmiş olan kültür biçimlerinin kusurlarından kaynaklandığını varsaymak elbette doğaldır. Gerçekten de bu eksiklikleri göstermek zor değildir. İnsanlık doğa üzerindeki denetimini sürekli artırıyorken, hatta bunu daha da ileriye taşıması bekleniyorken insan ilişkilerinin düzenlenmesinde durum farklıdır, zira bu alanda kesin bir ilerlemeden söz etmek mümkün değildir ve birçok insan da tarihin her döneminde (tıpkı bugün de olduğu gibi), kültür mirasının bu kısmının, yani bu küçük ilerlemelerin gerçekten savunulmaya değer olup olmadığını kendince sorgulamıştır muhtemelen. İnsan ilişkilerini; zoru ve dürtülerin bastırılmasını reddederek kültürün sebep olduğu memnuniyetsizliğin kökünü kurutacak ve böylece insanların herhangi bir içsel uyumsuzluktan rahatsızlık duymadan kendilerini mevcut kaynakları edinmeye ve onlardan zevk almaya adayabilmesini sağlayacak şekilde yeniden düzenlemenin mümkün olduğu düşünülebilir.
Bu kesinlikle “asr-ı saadet” olurdu, ancak böyle bir durum pek de gerçekleştirilebilir gibi durmuyor. Aksine her kültür dürtülerin reddi ve zor üzerine kurulmak zorundaymış gibi görünüyor, zira zor ortadan kalktığı takdirde çoğu insanın yaşamsal kaynakların temini için üstüne düşeni yapmaya istekli olup olmayacağı dahi kesin olarak bilinememektedir. Bence tüm insanlarda yıkıcı, yani toplum ve kültür karşıtı (antisosyal ve antikültürel) eğilimler bulunduğu ve çoğunda da bu eğilimlerin toplum içindeki davranışlarını belirleyecek denli güçlü olduğu gerçeği görmezden gelinmemelidir. Bu psikolojik olgu, insan kültürünün değerlendirilmesi açısından belirleyici bir öneme sahiptir. İlk izlenimlerimiz kültür için mühim olanın yaşamsal kaynakları temin etmek üzere doğanın denetim altına alınması, bunların insanlar arasında etkin bir şekilde paylaştırılmasıyla da kültürü tehdit eden tehlikelerin ortadan kaldırılabileceği yönündeydi, ne var ki bu konuya dair şu anki görüşler ruhsal alana maddi alandan daha çok önem atfediyormuş gibi görünüyor.
Dolayısıyla insanlara dayatılan dürtüsel fedakârlıkların yükünün başarılı bir şekilde hafifletilip hafifletilemeyeceği, bireylerin mutlaka yapmaları gereken fedakârlıklara ne kadar süreliğine katlanabileceği ve bunların ne ölçüde telafi edilebileceği çok önemli hale gelmiştir. Kültürün işleyebilmesi için zor ne kadar gerekliyse kitlenin bir azınlık tarafından tahakküm altına alınması da o denli gereklidir, çünkü kitleler uyuşuk ve mantıksızdır, dürtülerinden vazgeçmek istemezler, hiçbir mantıklı argüman onları bu fedakârlığın mutlaka yapılması gerektiğine ikna edemez, kaldı ki kitleleri oluşturan bireyler kısıtlamaların kaldırılması yönünde birbirlerini kışkırtmaktan da geri durmazlar. Kültürün devamlılığı için gereken emeği ortaya koymaya ve fedakârlıklara katlanmaya ancak lider olarak kabul ettikleri örnek bireylerin etkisiyle teşvik edilebilirler. Eğer bu liderler yaşamın gereklilikleri konusunda üstün bir anlayışa sahip, kendi dürtüsel arzularına hâkim olmayı başarmış kişiler ise işler yolunda gider. Buna karşın etkilerini kaybetmemek uğruna kitleye boyun eğmeleri tehlikesi de vardır, dolayısıyla kendilerini kitleden bağımsız kılacak iktidar araçlarını ellerinde bulundurmaları gerekli görünmektedir.
Kısaca ifade etmek gerekirse, kültürün kurum ve kurallarının ancak belli bir miktar zor uygulanarak sürdürülebilmesinin nedeni insanların şu iki yaygın özelliğinden kaynaklanır: Kendiliğinden çalışmaya isteksizdirler ve tutkularına öylesine bağlıdırlar ki hiçbir makul argüman, gerektiğinde bunlardan vazgeçmelerinin kendilerinin iyiliğine olacağına onları ikna edemez. Bu iddialara karşı yapılacak itirazları biliyorum. Kitlelerin burada tanımlanan ve kültürün işleyişi için zordan vazgeçmenin imkânsızlığının kanıtı olarak sunulan özelliklerinin, aslında, insanları acımasız, kindar ve ulaşılması güç hale getiren kusurlu kültür kurumlarının bir sonucu olduğu söylenecektir. Sevgi dolu ve mantığa saygı duymaları öğretilmiş, kültürün nimetlerini erken yaşta tecrübe etmiş yeni nesiller ise kültüre karşı farklı bir tutum sergileyeceklerdir; onu kendilerine ait bir şey olarak görecek ve korunması için ne gerekiyorsa yapmaya ve dürtülerinden feragat etmeye hazır olacaklardır. Böylece zor kullanımından vazgeçebilecek ve liderlerinden çok da farklı bir tutum göstermeyeceklerdir. Eğer daha önce herhangi bir kültür bu nitelikleri haiz insan kitleleri yaratamadıysa bunun nedeni hiçbir kültürün insanları, özellikle de çocukluktan itibaren bu yönde etkileyecek düzenlemeleri henüz yapmamış olmasıdır. Bu tür kültürel kurumları meydana getirmenin (doğa üzerindeki denetimimizin mevcut hali bir yana, daha iyi koşullarda dahi) mümkün olup olmadığı sorgulanabilir; gelecek nesillerin eğitimini üstlenmesi gerekecek yeterli sayıda yetkin, kararlı ve özgecil liderin nereden bulunacağı sorulabilir; bu hedeflerin gerçekleştirilmesi için şart olacak muazzam miktarda zor kullanımını düşünmek insanı korkutabilir. Bu tasarının görkemi ve insan kültürünün geleceği açısından önemi yadsınamaz.
Bu tasarı, insanın, nihai seyri erken çocukluk deneyimleri tarafından belirlenen çeşitli dürtüsel eğilimlerle donatılmış olduğu yönündeki psikolojik kavrayışa dayanmaktadır. Gelgelelim insanın eğitilebilirliğinin sınırları, bu türden bir kültürel değişimin etkinliğini kısıtlamaktadır. Kitlelerin, insan ilişkilerinin yönetilmesini bu denli zorlaştıran iki özelliğinin ortadan kaldırılmasının farklı bir kültürel ortamda mümkün olup olamayacağı ve eğer mümkünse de bunun ne derecede başarılabileceği sorulabilir. Bu deney henüz yapılmamıştır.
Muhtemelen insanlığın belirli bir kısmı (hastalıklı eğilimleri ya da aşırı güçlü dürtüleri nedeniyle) her zaman antisosyal kalacaktır, ancak günümüzdeki kültür düşmanı çoğunluğu azınlığa indirmeyi becerebilirsek bile büyük bir iş başarmış, belki de elimizden gelebilecek en büyük işi başarmış oluruz. Araştırmamın yolundan saptığım izlenimini vermek istemem. Bu nedenle, Avrupa ile Asya arasındaki geniş kara parçasında şu an yürütülmekte olan büyük kültür deneyi hakkında bir yargıya varmak gibi bir niyetim olmadığını açıkça belirtmeme müsaade edin.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Psikoloji
- Kitap AdıBir Yanılsamanın Geleceği
- Sayfa Sayısı72
- YazarSigmund Freud
- ISBN9789750763687
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2024