Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Bir Tutkunun Peşinde Carl Ebert – Genç Cumhuriyet’in Tiyatro ve Opera Serüveni
Bir Tutkunun Peşinde Carl Ebert – Genç Cumhuriyet’in Tiyatro ve Opera Serüveni

Bir Tutkunun Peşinde Carl Ebert – Genç Cumhuriyet’in Tiyatro ve Opera Serüveni

Filiz Ali

Ankara’da bir Musiki ve Temsil Akademisi ve bunun devamı olarak Devlet Tiyatro ve Operası’nı kurmak üzere Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti tarafından davet edilen Carl Ebert,…

Ankara’da bir Musiki ve Temsil Akademisi ve bunun devamı olarak Devlet Tiyatro ve Operası’nı kurmak üzere Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti tarafından davet edilen Carl Ebert, 1936’da yazdığı raporla bir yol haritası hazırlar. Bu rapor doğrultusunda kurucu kadroya dahil olan uzmanlarla birlikte son derece disiplinli bir çalışma süreci başlar. Carl Ebert, dört yıl gibi kısa bir sürenin sonunda Türk seyircisine Türkçe olarak oynanan iki opera örneği sunarak Atatürk’e verdiği sözü tuttuğunu gösterir.

Filiz Ali “Bir Tutkunun Peşinde Carl Ebert”te kişisel hayatında derin izler bırakan Carl Ebert’in Ankara’da geçirdiği on bir yılda bir opera kurulması ve opera kültürünün oluşması için yaptıklarını, eğitim anlayışını, çalışma arkadaşlarını ve öğrencilerini anlatırken Cumhuriyet’in ilk yıllarında sanat ve kültür hayatımızdaki gelişmeleri ve bu sürecin aktörlerini de tüm ayrıntılarıyla ele alıyor.

“Onunla tanıştığımda çok küçüktüm. O zamana kadar tanıdığım hiç kimseye benzemiyordu. İlk görüşte müthiş etkilenmiş olmalıyım. O etki bugüne kadar devam etti. Konservatuvardaki tiyatro ve opera provalarını, temsillerini izleyerek, ama en çok büyülenmiş gibi onu izleyerek büyüdüm. Öğrencilerinin onun ağzından çıkan her sözcüğü, gösterdiği her jest ve mimiği nasıl hayranlıkla özümsediklerine tanık oldum. Öğrencilerle aynı dili konuşmamalarına rağmen babamın aracılığıyla kurulan müthiş dinamiği deneyimledim.”

İçindekiler

Önsöz • 7
Carl Ebert • 11
Aynı Tarihlerde Türkiye • 19
Carl Ebert, Teatro Colón ve Glyndebourne • 21
Ankara’da Müzik ve Dram Akademisi ve Cevat Dursunoğlu • 26
Konservatuvarda Ders Başı • 63
Maltepe’de Kamp • 71
Atatürk ve Ankara Yılları • 74
Savaş Yaklaşırken • 83
Atatürk’ün Ölümü ve Savaş • 84
Sabahattin Ali ve Carl Ebert • 89
İlk Opera Temsilleri • 93
Madam Butterfly ve Cevat Memduh Altar • 95
Savaş Sırasında • 98
Sümer Palas Oteli ve Mimar Clemens Holzmeister • 99
Tiyatro Bölümünün İlk Mezunları • 113
1941-1942 Sezonu • 116
Opera Bölümünün İlk Mezunları • 127
Antigone Trajedisinin İstanbul Turnesi • 128
Satılmış Nişanlı Operası • 137
Oidipus Trajedisi ve Figaro’nun Düğünü Operası • 143
Mozart ve Moliére • 145
İzmir Fuarı Turneleri • 156
Siyasi Ortam • 158
Savaş Biterken • 159
Devlet Konservatuvarı On Yaşında • 162
İstanbul Tiyatro ve Opera Binası ya da AKM • 169
Savaş Bitti, Bir Devir Kapandı • 171
Ayrılık • 173
Epilogue • 177
The Rake’s Progress • 180
Bu Arada Türkiye’de • 182
Yeniden Berlin’de • 184
Otuz Yıl Sonra Türkiye’de • 188
Son Yıllar • 189
Son Söz • 190
Ekler • 191
Tiyatro Mütehassısı Bay Ebert ile
Bir Konuşma • 193
Prof. Karl Ebert’le Bir Mülakat • 200
Ebert İngiltere’de Nasıl Çalışıyor? • 204
Dünyaca Tanınmış
Bir Rejisör Hatıralarını Anlatıyor • 207
Carl Ebert 90 Yaşında • 210
Kim Kimdir? • 216
Kaynakça • 223
Dizin • 227

Önsöz

1933 yılının Türkiye, Avrupa ve dünya tarihinde olduğu kadar benim kişisel tarihimde de önemli bir yeri var. 1933, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun onuncu yılı, aynı zamanda Almanya’da Nasyonal Sosyalist Nazi Partisi’nin seçimleri kazandığı, dolayısıyla Hitler’in iktidara geldiği yıl. Benim için ise, babam Sabahattin Ali’nin Cumhuriyet’in onuncu yılı dolayısıyla çıkan genel afla özgürlüğüne kavuştuğu yıl. Her üç olayın birbiriyle ne ilgisi var diye sorabilirsiniz. Dolaylı da olsa ne ilgisi olduğunu anlatmaya çalışayım. Onuncu Yıl Marşı’nın ikinci satırında yer alan “on yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan” cümleciği, içinde genç cumhuriyetin gerçeği ve dinamizmini barındırır. Babam Sabahattin Ali gibi pek çok gencin, genç cumhuriyetin kuruluşundan sadece beş yıl sonra 1928’de açılan devlet sınavını kazanarak Almanya’ya “tahsile” gönderilmesi işte bu dinamizmin eseridir. Devlet bursuyla okuduğu Almanya’dan döndüğünde aynı devlet onu Almanca öğretmeni olarak istihdam eder. Ancak aynı devletin Sabahattin Ali gibi sıradışı kişiliktekilere karşı hoşgörüsü yoktur. Başı beladan kurtulmaz, iftiraya uğrar, mahkûm olur, hapse girer.

Aynı devlet, onu affeder, ama burnu iyice sürtene kadar yeniden iş vermez. Aynı devlet, yurtdışında okuttuğu bu sıradışı ele avuca sığmaz adamı sonunda tam da istediği gibi bir göreve tayin eder. Yeni kurulan Ankara Musiki Muallim Mektebi’nde önce Almanca öğretmeni, ardından da Devlet Konservatuvarı Tiyatro ve Opera bölümlerini kuran Prof. Carl Ebert’in çevirmeni ve dramaturgudur artık. Prof. Carl Ebert’in yolunun 1930’ların başında nasıl ve neden Ankara’ya düştüğünü ise bu kitabı okumaya başladığınızda öğreneceksiniz. Onunla tanıştığımda çok küçüktüm. O zamana kadar tanıdığım hiç kimseye benzemiyordu. İlk görüşte müthiş etkilenmiş olmalıyım. O etki bugüne kadar devam etti. Evet, o hiç kimseye benzemiyordu. Konservatuvardaki tiyatro ve opera provalarını,temsillerini izleyerek, ama en çok büyülenmiş gibi onu izleyerek büyüdüm. Öğrencilerinin onun ağzından çıkan her sözcüğü, gösterdiği her jest ve mimiği nasıl hayranlıkla özümsediklerine tanık oldum. Öğrencilerle aynı dili konuşmamalarına rağmen babamın aracılığıyla kurulan müthiş dinamiği deneyimledim. Hayatımın ilk on yılında Ebert’in rejisiyle Sophokles’in, Moliére’in, Mozart’ın, Beethoven’in eserlerini kâh eğlenerek, kâh heyecanlanarak, kâh korkarak, kâh hüzünlenerek tanıdım, tekrar tekrar izledim. Yıllar sonra ben, New York’ta TC Devlet Bursu yerine Amerikan Fulbright bursu ile tahsil etmekteyken Carl Ebert’le yeniden bir araya gelmiş ve bu buluşmayı anneme 1 Şubat 1961 tarihli mektubumla müjdelemiştim:

“Carl Ebert’in burada olduğunu sana söylemiştim. Metropolitan Operası’nda Martha operasını sahneye koyuyor. Ona bir mektup yazıp New York’ta yaşadığımı haber vermiştim. Bu pazar bir telgraf çekmiş, çok memnun olduğunu ve ona hemen telefon etmemi yazmış. Bu öğle ANTA binasında buluşup yemeğe gittik. Ebert hiç değişmemiş. Beni görünce öyle sevindi ve öyle candan davrandı ki gözlerim yaşardı. Seni sordu, nasıl olduğunu bilhassa samimiyetle öğrenmek istedi. Bana cidden çok babaca davrandı, eski günleri hatırladım. Babam için söyledikleri ise çok duygulandırdı beni. “Türkiye’de çok dostum vardı, fakat baban tek arkadaşımdı. İkimiz tam manasıyla bir ‘Bruderschaft’ (kardeşlik) kurmuştuk. Hayatımda ailem dışında ‘du’ yani sen diye hitabettiğim nadir ve kıymetli insanlardan biridir. Meslek hayatımın en enteresan ve faydalı safhası Türkiye’de geçmiştir, bu hususta babanın bana yardımlarını unutamam’ dedi.”

Babamı kaybettikten kısa bir süre sonra Ebert ve ailesi de hayatımızdan çıktılar gerçi, ancak üzerimizde bıraktıkları etki, anılarımızdaki yerleri hep canlı kaldı. Annem, kızları Renate’nin nikâh davetiyesini ve Ebert hakkında çıkan gazete kupürlerini, özellikle ölüm ilanını saklamıştı yıllarca. Ne var ki anılar zamanla silikleşecekti. Ta ki pandemi yüzünden evlere kapandığımız aylarda internette gezinirken karşıma birden Peter Ebert adı çıkmasaydı, Carl Ebert belki de anılarımdaki unutulmaya yüz tutmuş yerini korumaya devam edecekti. Peter Ebert de babasının yolunu izlemiş, tanınmış bir opera ve tiyatro yönetmeni olmuştu. Babasının ölümünden neredeyse yirmi yıl sonra 1999’da yayımladığı In This Theatre of Man’s Life: The Biography of Carl Ebert başlıklı biyografiyi yazmakta geç kaldığını kendisi de itiraf etmekteydi. Ancak geç de olsa iyi ki hayatının sonuna yaklaştığında babası hakkında bilmediğimiz pek çok ayrıntıyı yazmaya karar vermişti. Peter Ebert’’in kitabından ilham alarak ve büyük ölçüde onun yazdıklarından yola çıkarak Carl Ebert’in Türkiye yıllarını araştırmaya başladım. Çıktığım yol uzundu, bu yolda bana yoldaşlık eden, araştırmalarıma büyük destek veren, metni defalarca okuyup üzerinde tartışmamızı yönlendiren Sevengül Sönmez’e sonsuz teşekkür borçluyum. Ayrıca Türk aydınlanmasının en önemli hamlelerinden biri olan Musiki Devrimi hakkındaki çalışmasıyla ve Carl Ebert hakkında basında çıkan belgeleri hafiye gibi bulup ortaya çıkarmasıyla yardımlarını esirgemeyen Doçent Dr. Elif Damla Yavuz’a da bana zaman ayırdığı için teşekkür ederim.

Carl Ebert 

Carl Anton Charles Ebert, 20 Şubat 1887’de Berlin’de bir hastanede dünyaya gelir. Doğum kâğıdına adı Charles Lawless olarak yazdırılır. Annesi Mary Collins, Berlin’de müzik eğitimi almakta olan İrlanda asıllı Amerikalı bir genç kızdır. Mary, ailesinin evlilik dışı bir çocuk doğurmuş olduğunu öğrenmesinden korkar ve bebeğini hastanede bırakıp kayıplara karışır. Bebeğin babası genç Kont Anton, Polonya’nın Poznan bölgesinin soylu ailelerinden Potulicky’lerin küçük oğlu olup, Berlin’de Dışişleri Bakanlığı’nda memurdur. O da bebeği sahiplenmeye cesaret edemez ve pansiyoner olarak kaldığı evin sahipleri Bay ve Bayan Ebert’ten bebeğe sahip çıkmalarını rica eder.

“Dört beş yaşlarında olmalıyım, bir gün annem (Frau Ebert) Amerika’dan Mary Teyzemin geldiğini, onu görmeye gideceğimizi söyledi. Berlin’in merkezinde Friedrichstrasse üzerinde büyük bir otele gittik. Mary Teyze beni öpücüklere ve oyuncaklara boğdu. Öpücüklerden de oyuncaklardan da hiç hoşlanmadım. Mutsch (Frau Ebert’e taktığı isim) ile hemen eve döndük.”

İki yıl sonra Mary Teyze, yani asıl annesi tekrar Berlin’e gelir. Yanında bir de avukat getirir. İki kadın neredeyse saç saça kavgaya tutuşurlar Carl için. Ne var ki kanun karşısında Mary Collins asıl anne olduğunu kanıtlayamaz, çünkü çocuğun doğum kâğıdında anne adı Eileen Lawless olarak yazılmıştır. Aradan yedi yıl geçer, sonunda Ebert’ler Carl’ı resmen evlat edinirler. Charles Lawless, o tarihten itibaren Carl Ebert olarak tanınacaktır. Ebert’ler Carl on yedi yaşına geldiğinde, öz babasının ailesiyle tanışmasının doğru olacağına karar verirler. Yine büyük bir Berlin otelinde, o zamana kadar “Anton Amca” diye tanıdığı asıl babası Kont Anton Potulicky’yle buluşur. Anton, ailenin reisi olan ağabeyi Sigismund’la gelmiştir bu randevuya. Ebert’ler çocuklarının isterse babasının aile soyadını alabileceğini ima ederler. Ancak, kibirli amca Potulicky böyle bir değişikliğe gerek olmadığını, çocuğun Ebert soyadıyla yaşamaya devam etmesini tercih ettiklerini söyler. Anton Amca, yine de oğlunun üzerinden elini çekmez. Yılda bir iki kez Berlin’e geldiğinde Carl’ı pahalı restoranlara götürür, ona yeni giysiler alır; onun görgülü bir kont oğlu gibi yetişmesine önem verir. Ne var ki, Carl’ın okulla arası iyi değildir, tiyatroya meraklıdır. Onu evlat edinen babası ise tiyatronun adını bile duymak istemez.

Ona tanıdığı bir bankacının yanında iş bulur. Yine de Carl kararlıdır. Shakespeare’in III. Richard oyununu seyretmiş ve evde annesiyle babasına oyunu baştan sona tekrar tekrar oynamıştır. Tiyatro merakı onu bir gazetede ilanını gördüğü Berlin Krallık Tiyatrosu (Die Königlichen Theater in Berlin) elemelerine başvurmaya kadar götürür. Sınav sonucunda üç yüz aday arasından ilk otuza girer, ama son elemeyi geçemez. Bu kez, şansını Max Reinhardt’ıntiyatro okulunda denemeye karar verir. Sınav parçası olarak III. Richard’ın “Kaygılarımızın kışı şimdi” dizeleriyle başlayan ünlü tiradını seçmiştir. Buradaki oyunuyla Max Reinhardt jürisini çok etkilemiş olacak ki okula burslu olarak kabul edilir. Carl o günden itibaren Max Reinhardt’a bir baba gibi bağlanır. Reinhardt on sekiz ay gibi kısa bir sürede hızla ilerlediğini görünce, ona Berlin Alman Tiyatrosu’nda ufak tefek roller vermeye başlar. Genç bir aktör için Berlin Alman Tiyatrosu oyuncusuyum demek, tiyatroda “natüralizm” akımının yaratıcısı ünlü Rus aktör ve rejisör Konstantin Stanislavski’nin 1898’de kurduğu Moskova Sanat Tiyatrosu oyuncusuyum demek kadar önemlidir. Dolayısıyla Reinhardt’ın öğrencisi ve oyuncusu olmak Carl için paha biçilmez bir şanstır.

1914’te Birinci Dünya Savaşı patladığında hem Berlin Alman Tiyatrosu’yla yaptığı beş yıllık sözleşme sona erer hem de askere alınır. Ancak daha savaş sona ermeden Frankfurt am Main Şehir Tiyatrosu’ndan aldığı teklifle şöhret basamaklarını adım adım tırmanmaya başlar. 1917-1922 yılları arasında şimdiki adı Schauspiel Frankfurt olan bu tiyatroya, Reinhardt Tiyatrosu’nda deneyimlediği modern oyunculuk ve reji anlayışını getirir, uygular ve tiyatroya yeni boyutlar kazandırır. 1922’de Berlin Prusya Devlet Tiyatrosu’nun (Preussisches Staatstheater) genç ve dinamik Genel Sanat Yönetmeni Leopold Jessner, Carl Ebert’i Frankfurt’tan Berlin’e getirmeyi başarır. 1920’lerde Berlin Avrupa’nın çağdaş kültür ve sanat hareketlerinin merkezidir. Tiyatroda Bertolt Brecht, sinemada Fritz Lang, edebiyatta Alfred Döblin gibi sanat ve düşünce insanlarını, yenilikçi yazarları, filozofları, mimarları mıknatıs gibi çekmektedir Berlin. Ebert, 1922- 1927 yılları arasında Berlin sanat ve kültür hayatının en hareketli, heyecanlı ve yaratıcı olduğu dönemde aktör kimliğiyle daha önce olmadığı kadar aktiftir. Ayrıca bu dönemde, tiyatro oyuncuları ve emekçilerinin haklarını arama çabasıyla dikkati çeker. Alman Sahne Çalışanları Kolektifi Yönetim Kurulu üyesi olur.

Öte yandan 1919-1925 yılları arasında Alman sessiz sinemasının aranan aktörlerinden biridir Carl Ebert. Emil Jannings, Pola Negri, Olga Chekhova gibi sessiz sinema tarihinin belli başlı oyuncularıyla paylaştığı filmler arasında Ibsen’in Nora ve Shakespeare’in Venedik Taciri özellikle dikkat çeker. Nora’da Torvald, Venedik Taciri’nde ise Antonio’yu canlandırır. 1927’de hayatının geri kalanını yönlendirecek çok önemli bir teklif alır.

Kırk yaşındadır ve Darmstadt Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni olarak bütün bir sezon boyunca oynanacak tiyatro oyunlarının, opera, operet ve bale temsillerinin yönetimini üstlenecektir. Operaya ilgisi bu dönemde başlar. Darmstadt Tiyatrosu repertuarında Shakespeare’in, Kleist’ın ve Gerhart Hauptmann’ın oyunlarının yanında Handel’in Julius Caesar, Richard Strauss’un Salome, Bertolt Brecht’le Kurt Weill’ın Üç Kuruşluk Operası’yla Bizet’nin Carmen operası da Ebert’in modern rejileriyle yer alır. Ebert, ele aldığı her operanın partisyonunu piyanist korrepetitörle ardından da orkestra şefiyle çalışarak müziği bütün ayrıntılarıyla özümsedikten sonra reji aşamasına geçmesiyle, kendinden sonra gelecek opera rejisörlerine örnek olur.

Jean-Piérre Ponnelle, Carl Ebert’in çizdiği yolu örnek alan ve bu yolda devam eden opera rejisörlerinden sadece biridir örneğin. 1931 yılı sonbaharında Berlin Şehir Operası Genel Sanat Yönetmeni Heinz Tietjen’in görevinden ayrılması üzerine bu görev Carl Ebert’e teklif edilir. Berlin Şehir Operası, 1912’de Unter den Linden Caddesi’ndeki Krallık Operası’na (Königliche Opera) rakip olarak şehrin Charlottenburg semtinde yaşamakta olan burjuva kesimin oluşturduğu bir inisiyatif tarafından kurulur. Bu inisiyatifin çabasıyla 2300 kişilik bir salon inşa edilir. Koltuklar, salonun her yerinden sahne rahatlıkla görülecek şekilde düzenlenir ve uygun fiyatlı biletler sayesinde salon şehrin farklı kesimlerine hizmet vermeye başlar. Ebert, burada artistik bakımdan sağlam ve yeniliğe açık bir kadroyla karşılaşır.

Brecht’in yakın arkadaşı Caspar Neher de bu kadrodadır. Neher’in, Brecht-Weill ikilisinin çok ses getiren Üç Kuruşluk Opera ve Mahagonny prodüksiyonları için yarattığı sahne tasarımları Berlin’de herkesin dilindedir. Ebert, göreve gelir gelmez, ilk iş olarak Caspar Neher işbirliğiyle Verdi’nin Macbeth operasını sahneye koyar (1932). Orkestrayı Fritz Stiedry yönetir. Verdi’nin Macbeth gibi orta dönem operalarının 1930’ların Almanyası’nda küçümsendiği göz önüne alınırsa riskli bir seçimdir bu. Ancak, Ebert’e göre Macbeth sadece bir Verdi operası değil aynı zamanda sıra dışı bir Shakespeare oyunudur. Tümüyle yepyeni bir anlayışla yorumlar eseri. Operanın kazandığı beklenmedik başarının verdiği cesaretle Ebert, Berlin’e Almanya ve Avrupa’nın en iyi müzisyenlerini getirmeye odaklanır.

İlk olarak Dresden Operası’nın başarılı müzik direktörü Fritz Busch’u gözüne kestirir ve onu Berlin’e gelmeye ikna eder. Birlikte ilk işleri yine bir Verdi operası olan Maskeli Balo’dur. Ebert, Busch ve Neher üçlüsünün yarattıkları son derece çağdaş Maskeli Balo yorumuyla yer yerinden oynar. Zamanın basınında eserin müzikle tiyatro, rejiyle tasarım arasındaki kusursuz dengeyi yakaladığından övgüyle söz edilir. Sonuçta Berlin Şehir Operası’nın Maskeli Balo prodüksiyonu 1933 yılı Floransa Maggio Musicale Festivali’ne davet edilir.2 Bu kadar önemli bir misyonu yüklenmiş olan Berlin Şehir Operası’nı yönetmek, Ebert için mesleki açıdan büyük bir adım olmakla birlikte bunun Almanya’nın içinde bulunduğu politik ve ekonomik sorunların tehlikeli boyutlara ulaştığı bir döneme rastlaması ise talihsizliktir. Carl Ebert’in Berlin müzik çevrelerinde on sekiz ay gibi kısa bir sürede hızla yükselişi Nasyonal Sosyalistlerin yani Nazi Partisi’nin tepkisini çekmekte gecikmez. Ebert, parti organı gazetelerde etrafına yabancıları, Yahudileri ve komünistleri toplamakla ve onlara iş vermekle suçlanır. Kurt Weill’ın yeni operası, Herder’in bir masalı üzerine kurgulanan Die Bürgschaft’ı (Kefalet)3 sahneye koyması ve eserin başarılı olması adeta bir suçtur. 9 Mart 1932 tarihli Der Völkische Beobachter gazetesinde ağır bir yazı çıkar.

“Charlottenburg’daki Alman Şehir Operası, Mart ayının ilk haftasında Kurt Weill’ın Die Bürgschaft operasının prömiyerini yapmakla saf Almanlığın yüzüne bir tokat mı atmaya yelteniyor? Bu Yahudi’nin son operası Mahagonny’nin Leipzig’de nasıl ortalığı karıştırdığı bilinmiyor mu? Alman karşıtı yapıtlarıyla tanınan bu adamın operasının Alman vatandaşlarının vergileriyle desteklenen bir kurumda sahneye konması asla kabul edilemez!”

Ebert, bütün bu baskılara ve ağır eleştirilere rağmen geri adım atmaz. Ancak bu sağlam duruşunun cezası da ağır olacaktır. Nitekim 5 Mart 1933’te Adolf Hitler mecliste çoğunluğu ele geçirip iktidara geldiğinde yaptığı ilk işlerden biri Carl Ebert gibi sosyal demokratları işlerinden uzaklaştırmak olur. 9 Mart 1933 gecesi Hitler’in kahverengi gömlekli SA (Sturmabteilung) yani motorize fırtına birlikleri, Berlin Şehir Operası’nı işgal eder ve binanın çatısına Nazi bayrağını çeker. Ebert, o akşam bütün bunlardan habersiz Unter der Linden Devlet Operası’nın bir temsilini izlemektedir. Haberi Ebert’e operanın genel sekreteri Rudolf Bing verir: “Yarın buraya gelmeseniz iyi olur.” Ebert ertesi gün Hermann Göring’in ofisinden çağrılır. Göring, yeni rejimin Prusya Başbakanı ve İçişleri Bakanı olmuştur, aynı zamanda Hitler’in sağ koludur.

Ebert’i bir süre beklettikten sonra kabul ettiği devasa makam odası ve devasa çalışma masası, odadan içeri girenleri küçültecek boyutlardadır. Bakan, olanlardan habersizmiş gibi davranır. SA motorize birliklerinin Berlin Şehir Operası’nı işgal etmelerinin yanlış olduğunu ama devrimlerde böyle disiplinsizlikler yaşanabileceğini vurgulayarak durumun kısa zamanda yoluna gireceğini söyler ve ardından şu sözleri ekler: “Sizin şu sıralarda ilk defa yurt dışına çıkacağınızı ve Floransa Müzik Festivali’nin açılışını yapacağınızı öğrendim. Çok isabetli olmuş. Altı hafta sonra döndüğünüzde beraberce Berlin tiyatrolarını yeniden organize ederiz.”5 Carl Ebert, bu konuşmadan birkaç gün sonra eşi Gertrude ve çocuklarıyla sadece kişisel eşyalarını toplayıp mobilyalarını da depoya verdikten sonra İsviçre sınırını geçerek 1946’ya kadar dönmemek üzere Almanya’yı terk eder. Yıllar sonra o günleri anımsadığında, “Almanya’dan İsviçre’ye uzanan tünelde trenle giderken içine düştüğüm yalnızlık duygusunu asla unutamayacağım!” demektedir.

Gertrude’nin ailesi İsviçreli olduğundan bu ülkede oturma, mülk edinme veya kiralama hakkına sahiptirler. Lugano yakınındaki Cureglia köyünde bir ev bulurlar. Adresleri bu tarihten itibaren uzun zaman Lugano-Cureglia olur. Hayatı boyunca sosyal demokrasiye inanan Carl Ebert, Hitler seçimi kazanır kazanmaz ilk elimine edileceklerin Yahudiler, Komünistler ve Sosyal Demokratlar olacağını önceden fark etmiştir. Nitekim Göring’le yaptığı konuşmadan sonra artık Nazi Almanyası’nda sanatını özgürce icra edemeyeceği açıkça anlaşılır. Ancak İsviçre’de mülteci olarak nasıl yaşayacaklardır? İsviçre, Almanya’yı terk etmek zorunda kalan mültecilerle doludur.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Sanat
  • Kitap AdıBir Tutkunun Peşinde Carl Ebert – Genç Cumhuriyet’in Tiyatro ve Opera Serüveni
  • Sayfa Sayısı240
  • YazarFiliz Ali
  • ISBN9789750863066
  • Boyutlar, Kapak13,5 x 21, Karton Kapak
  • YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Filiz Hiç Üzülmesin – Sabahattin Ali’nin Objektifinden, Kızı Filiz’in Gözünden Bir Yaşam Öyküsü ~ Filiz AliFiliz Hiç Üzülmesin – Sabahattin Ali’nin Objektifinden, Kızı Filiz’in Gözünden Bir Yaşam Öyküsü

    Filiz Hiç Üzülmesin – Sabahattin Ali’nin Objektifinden, Kızı Filiz’in Gözünden Bir Yaşam Öyküsü

    Filiz Ali

    “… üzülecek bir şey yok. Her şey düzelir, hele Filiz hiç üzülmesin.” Filiz Ali’nin anılarını, babasının eserleri ve mektuplarıyla harmanlayarak kitaplaştırdığı “Filiz Hiç Üzülmesin”,...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur