Ne var ki Sera’nın gerçek yazgısı bütün Lasania’nın en iyi korunan sırrı, Sera sıkı koruma altında bir Bakire değil, tek görevi, tek hedefi olan bir suikastçı. Hedefi Ölüm İlkeli’ni kendine âşık etmek, zaafı haline gelmek sonra da… onu öldürmek. Başarısız olursa krallığını Çürüme’nin ellerinde yavaş yavaş ölmeye mahkûm etmiş olacak. Sera ne olduğunu daima biliyordu. Seçilmiş. Konsort. Suikastçı. Silah. Hiçbir zaman tam olarak şekillenmemiş ama kana bulanmış bir hayalet. Bir canavar. Ta ki O’nunla tanışana kadar. Ölüm İlkeli’nin beklenmedik sözleri ve hareketleri içindeki karanlığı dağıtana kadar. Ölüm İlkeli’nin baştan çıkaran dokunuşu Sera’nın kendisine yasakladığı ve Ölüm İlkeli’ne karşı hissedemeyeceği bir tutkuyu ateşliyor. Ama Sera’nın daha önce hiç seçme şansı olmamıştı. Her halükârda, hayatın ve ölümün ebedi dokunuşunu taşıdığı için daha en başından hayatı feda edilmişti.
Giriş
“Bugün yüzümüzü kara çıkarmayacaksın Sera.” Ses odanın karanlıklarından geliyordu. “Lasania’nın yüzünü kara çıkarmayacaksın.” “Hayır.” Derin bir nefes alarak durmak bilmeyen titremelerime bir son vermek için ellerimi birbirine kenetledim. Nefesimi tutup duvara yaslanmış aynada kendime baktım. Gergin olmam için bir neden yoktu. Nefesimi yavaşça saldım. “Yüzünüzü kara çıkarmayacağım.” Dikkatle derin bir nefes daha aldım, aynadan bana bakan kişiyi neredeyse tanıyamayacaktım. Küçük odanın her köşesine yerleştirilmiş sayısız şamdandan vuran titrek, loş ışıkta bile tenimin ne kadar pembe olduğunu görebiliyordum, öyle ki yanaklarımı ve burnumu kaplayan çiller adeta görünmez olmuştu. Kızarmış bir yüzü sağlıklı bulanlar olabilirdi ama gözlerimin yeşili fazla parlaktı, hasta gibi görünüyordum. Çünkü kalbim hâlâ deli gibi atıyordu, nefesimi yeniden tuttum, tıpkı boğulduğumu, etrafımda olup bitenleri ya da başıma gelenleri kontrol edemediğimi hissettiğim zamanlarda yapmam için Sör Holland’ın öğrettiği gibi. Ağır ağır nefes al. Kalbin yavaşlayana kadar tut. Nefes ver. Bekle. Bu kez işe yaramıyordu.
Saçlarım kafatasım yanana dek fırçalanmıştı. Kafam hâlâ sızlıyordu. Açık sarı saçlarımın yarısı yukarıdan toplanıp bukleler sırtımdan aşağı dökülecek şekilde tokalarla sabitlenmişti. Boynum ve omuzlarım da yanıyordu, sanırım bunun nedeni de saatlerce içinde kaldığım kokulu küvetti. Belki de nefes almakta bu yüzden zorlanıyordum. İçine katılan yağlar yüzünden su öyle ağır kokuyordu ki şu anda yasemin ve anasona batmış gibi kokmaktan korkuyordum.
Hiç kıpırdamadan durup derin derin nefes aldım. Banyodan sonra pestilim çıkasıya kadar bakım yapılmıştı. Vücudumun her yerindeki kıllar yolunup ağdayla alınmıştı ve acımı ancak bacaklarıma, kollarıma ve ikisi arasındaki hemen her yere sürülen balsam geçirebilmişti. Nefesimi bir kez daha tutarken bakışlarımı yüzümden aşağı indirme dürtüsüne karşı koymaya çalışıyordum. Ne göreceğimi biliyordum ve bu da hemen hemen her şeydi. Elbise ‒eğer ona böyle denebilirse‒ tamamen şifondan yapılmış sayılırdı. Birkaç santimden uzun olmayan kollar omzumun hemen altında kalıyordu; fildişi rengi ince kumaş bedenimi gevşekçe sarıyor, etekleri yerlere dökülüyordu. Elbiseden de, banyodan da, banyodan sonraki bakım faslından da nefret etmiştim ama neyin amaçlandığının farkındaydım.
Ayartacak, baştan çıkaracaktım. Bir etek hışırtısı yaklaşıyordu, nefesimi yavaşça saldım. Aynada annemin yüzü belirdi. Birbirimize hiç benzemiyorduk. Ben babama çekmiştim. Bundan emindim çünkü geride kalan tek resmine o kadar çok bakmıştım ki onun da çilleri ve benimki kadar inatçı hatlara sahip bir çenesi olduğunu biliyordum. Ayrıca gözlerimi de ondan almıştım, sadece rengini değil çekikliğini de. Babamın neye benzediğini annemin özel dairesine gizlenmiş olan o resimden öğrenmiştim. Annem koyu kahverengi gözlerini bir an aynadan gözlerime dikti, sonra etrafımdan dolaşıp karşıma geçti, altın yapraklarla süslü tacı mum ışığında parıldıyordu. Beni dikkatle inceledi, yerinden kurtulmuş ya da yanlış yerde bulunan bir saç tutamı, bir eksik ya da kusursuzca hazırlanmış bir gelin olmadığımı gösteren bir işaret aradı.
Ben doğmadan iki yüzyıl önce verilmiş bir sözün bedeli. Boğazım daha da kurudu ama su istemeye cesaret edemedim.
Tazelik katsın diye dudaklarım pembeye boyanmıştı. Onları mahvedersem annem bundan hiç hoşnut kalmazdı. Elbisenin kollarını düzelten annemin yüzünü inceledim. Gözlerinin etrafındaki çizgiler bir gün öncekinden daha derindi. Gerilimden dudakları bembeyaz olmuştu. Her zamanki gibi ne düşündüğünü yüzünden anlamak mümkün değildi, zaten ne aradığımı da bilmiyordum. Keder? Rahatlama? Sevgi? Birbirine çarparak şıngırdayan minik altın zincirlerin sesi kalbimin daha da beter atmasına neden oluyordu.
Biri anneme beyaz bir duvak uzattı, duvağı görünce aklıma yıllar önce kim bilir hangi tuhaf amaç uğruna taş toplarken gölün yanında gördüğüm beyaz kurt geldi. Heybetli cüssesine bakarak arada bir Wayfair Kalesi’nin arazilerini çevreleyen Dark Elms’te gezinen kiyou kurtlarından biri olduğunu düşünmüştüm. Hayvanla göz göze gelmiştik, beni parçalayacak diye ödüm kopmuştu. Ama kurt aptal çocuğun tekiymişim gibi kucağımdaki taşlara şöyle bir baktıktan sonra koşarak gitmişti.
Annem Seçilmiş Duvağı’nı başıma yerleştirdi
. İncecik kumaş omuzlarıma döküldü, sadece dudaklarım ve çenem açıkta kalmış, duvağın geri kalanı sırtımdan aşağı dökülmüştü. Saydam kumaşın arkasından güçlükle görebiliyordum, duvak kaymasın diye başımın üstüne ince zincirler yerleştirildi. Bu duvak yakınlarımın ve Sör Holland dışında herkesin yanında taktığım kadar kalın değildi, yüzümü de onun gibi tamamen örtmüyordu. “Seçilmiş olmayabilirsin ama bu diyarda, ilkellerin duvağıyla örtülmüş olarak doğdun. Kader Perilerinin vaat ettiği bir Bakire. Ve yaşamın ve ölümün dokunduğu bu diyarı terk edeceksin” demişti eski dadım Odetta.
Ama yine Seçilmiş gibi görünüyordum, Hayat İlkeli’nin sarayında hizmet etmek üzere bir örtü içinde doğan üçüncü oğullar ve kızlar gibi. Bütün hayatımı bu peçenin altında geçirmiştim, ayrıca bir örtü içinde doğmama ve pek çok yönden Seçilmişler gibi muamele görmeme rağmen aynı zamanda Bakire’ydim. Seçilmişlerin yükselişten sonraki yazgıları bir krallıkta ölümlülere verilebilecek en büyük onurdu. Tüm topraklarda ayin gecesinin hazırlıkları yapılırdı, o gece yükselir ve ilkellere ve tanrılara hizmet etmek için Iliseeum diyarına girerlerdi. Benim kaderimde yazılı olan şey Lasania’nın en iyi korunan sırrıydı. Kutlama da ziyafet de olmayacaktı. Bu gece, on yedinci doğum günümde, Ölüm İlkeli’nin konsortu olacaktım.
Nefesim daralıyordu. Neden bu kadar korkuyordum? Buna hazırdım. Verilen sözü yerine getirmeye, uğruna doğduğum şeyi yapmaya hazırdım. Hazır olmak zorundaydım. Bir yandan da Seçilmişlerin Ayin gecesi endişeli olup olmadıklarını merak ediyordum. Olmaları gerekirdi. Varlığımızın temeli haline gelmiş güçlü varlıklar olan ilkeller bir yana, kim daha önemsiz bir tanrının huzurunda endişeye kapılmazdı ki? Belki de sonunda kaderlerinde yazılı olanı yerine getirdikleri için büyük bir mutluluk duyuyorlardı. Ayin sırasında gülümsediklerini ve kahkaha attıklarını görmüştüm, yüzlerinin sadece alt kısmı görünüyordu, hayatın yeni bir bölümüne başlamak için can attıkları belliydi.
Ben ne gülümsüyor ne de kahkaha atıyordum. Nefes al. Tut. Nefesini ver. Bekle. Annem başını bana doğru eğdi. “Hazırsın Prenses Seraphena.” Seraphena. Tam adımı nadiren duyardım, resmi unvanımla birlikte söylendiğini ise hiç duymamıştım. Sanki birden bir şalter atmıştı. Kalbimin gümbürtüsü birden durmuş, göğsümdeki baskı hafiflemişti. Ellerimin titremesi geçmişti. “Hazırım.” Peçenin arkasından Kraliçe Calliphe’in gülümsediğini gördüm, en azından dudaklarının gülümser gibi kıvrıldığını. Bana hiç üvey kardeşlerime ya da kocasına gülümsediği gibi gülümsememişti. Ama beni dokuz ay karnında taşımasına ve dünyaya getirmesine rağmen asla onun kızı olmamıştım. Asla halkın prensesi olmamıştım. Ben başından beri Ölüm İlkeli’ne aittim. Kraliçe bana bir kez daha baktı, omzuma dökülmüş bir bukleyi geriye attıktan sonra başka bir şey söylemeden odadan çıktı.
Kapı arkasından kapanınca yıllardır bilediğim tüm duyularım keskinleşti.
Odadaki sessizlik ancak birkaç saniye sürdü. “Kardeşim” dedi bir ses. “Bahçedeki tanrı heykelleri kadar kıpırtısızsın.” Kardeşim mi? Dudaklarım kıvrılırken nefretimi zor zapt ettim. Annemin, babamın ölümünden sonra evlendiği adamın oğlu olsa da o benim abi değildi, aramızda ne kardeşlik ne de bağ vardı. Damarlarında Mierel soyundan tek damla kan taşımıyordu ama Lasania halkı varlığımdan haberdar olmadığı için tahtın varisi o olmuştu. Yakında kral olacaktı ve ben verilen sözü yerine getirdikten sonra bile Lasania halkının farklı bir krizle karşı karşıya kalacağından emindim. Ama tahttaki hakkı yüzünden Kral Roderick ‒kendisi Mierel soyunun ilk kralı ve benim de atamdı‒ hakkındaki gerçeği bilen az sayıdaki kişiden biri de oydu, Roderick’in halkını kurtarmak için yaptığı seçim benim kaderimi belirlemekle kalmamış, korumaya çalıştığı krallığın gelecek nesillerini de lanetlemişti. “Gergin olmalısın.” Tavius yanıma yaklaştı. “Prenses Kayleigh’nin gergin olduğunu biliyorum. Gerdek gecemiz için çok endişeleniyor.”
Ellerimi iki yanına indirdim. Sessizce Tavius’a baktım. “Nazik olacağıma söz verdim.” Tavius görüş alanıma girdi. Açık kahverengi saçları ve mavi gözleriyle pek çokları tarafından yakışıklı bulunurdu, bahse girerim Irelone Prensesi de tanıştığında aynı şeyi düşünmüş, ondan daha şanslı bir kız olamayacağına inanmıştı. Şimdi de böyle düşündüğünden şüpheliydim. Dark Elms’teki ağaçların tepesinde sık sık gördüğüm gümüş rengi şahinler gibi etrafımda dönen Tavius’u izledim. “Senin O’ndan böyle bir söz alabileceğini pek sanmıyorum tabii.” Pişmiş kelle gibi sırıttığını peçenin arkasından bile görebiliyordum. Pis bakışlarını hissediyordum. “Onun için neler dediklerini biliyorsundur, neden resminin hiç yapılmadığına ya da heykellerde neden yüz hatlarının olmadığına ilişkin.” Sesini alçaltıp yapmacık bir empatiye büründü. “Onun canavar gibi olduğunu, tenininde de onu koruyan yaratıklarınki gibi pullarla kaplı olduğunu söylüyorlar. Dişlerinin sivri olduğunu. Yapmak zorunda olduğun şeyden ödün kopuyor olmalı.” Ölüm İlkeli’nin pullarla kaplı olup olmadığından emin değildim ama hepsinin ‒tanrıların da ilkellerin de‒ uzun ve keskin köpek dişleri vardı. İnsanın etini parçalayacak kadar keskin dişler. “Sence kanlı bir öpücük sana bazılarının iddia ettiği o zevki verecek mi?” dedi Tavius alay eder gibi. “Yoksa dişlerini el değmemiş tenine geçirdiği zaman korkunç bir acı mı duyacaksın?” Sesi kalınlaştı. “Herhalde ikincisi daha büyük ihtimal.” Tavius’tan üzerimdeki bu elbiseden de çok nefret ediyordum. Bir parmağını hafifçe çenesine vurarak etrafımda bir tur daha attı.
Tüylerim diken diken olsa da hiç kımıldamadım. “Ama zaten bu işi tamamına erdirmek için eğitildin, değil mi? Zaafı haline gelmek, kendine âşık etmek ve sonra da işini bitirmek için.” Bir kez daha tam karşımda durdu. “Bir müddet Jade Gözdeleri’nin gözetimi altında kaldığını biliyorum. Yani belki de gergin değilsindir. Belki de ona hizmet etmek için sabırsızlanıyorsundur ve…” Bir elini bana doğru kaldırdı. Bileğini yakalayıp parmaklarımla tendonlarını sıktım. Tüm bedeni kasılırken bir küfür savurdu. “Bana dokunursan kemiklerini kırarım” dedim. “O zaman Prenses’in gerdek gecesinden ya da seninle geçirmek zorunda olduğu herhangi bir geceden korkmasına da gerek kalmaz.” Tavius’un kolu gerildi, sonra pis pis yüzüme baktı. “İnanılmaz şanslısın” diye hırladı. “Ne kadar şanslısın bilemezsin.” “Hayır Tavius.” Eğitimimin metreslerle geçirdiğim vakitten ibaret olmadığını göstermek için onu ittim. Geriye doğru sendeledi ama aynaya çarpmadan dengesini sağlamayı başardı. “Şanslı olan sensin.”
Burun delikleri genişledi. Bir şey söylemeden bileğini ovuşturmaya başladı, bense yine kımıldamadan durmaya devam ettim. Söylediğim doğruydu. Bana el kaldırma fırsatını bile bulamadan boynunu kırıverirdim. Kaderim yüzünden Tavius’u koruyan kraliyet muhafızlarından daha iyi eğitilmiştim. Yine de şansını deneyecek kadar küstah ve şımarıktı.
Ben de buna kalkışsın diye dua ediyordum. Tavius bir adım öne çıktı, gülümsemeye başladım… Kapı çalınınca aklına hangi aptalca fikir geldiyse uygulamaktan vazgeçti. Ellerini indirip bağırdı. “Ne var?” Kapıdan annemin güvenilir leydisinin gergin sesi geldi. “Rahipler az sonra gelmesini bekliyorlar.” Tavius alaycı bir gülümsemeyle yanımdan geçip gitti. Arkama döndüm. “Bir kez olsun işe yarama vaktin geldi” dedi. Kapıyı açıp ağır ağır dışarı çıktı, Leydi Kala’nın önünde ona cevap vermeyeceğimi biliyordu. Kadının önünde yaptığım her şey anneme yetiştirilirdi. Annem nedense Tavius’u severdi, böyle bir duyguya layıkmış gibi. Tavius, Keder Kayalıkları’nın eteğinde bulunan Garden District yakınlarındaki Gölge Tapınağı’nın karanlık dönemeçli koridorlarının birinde gözden kaybolana dek bekledim. Koridorların sayısı da Carsodonia’nın ‒başkentin‒ tüm tapınaklarını Wayfair Şatosu’na bağlayan yeraltı tünellerininki kadar fazlaydı.
Dik kayalıklara adını veren ölümlü Sotoria’yı düşündüm. Efsaneye göre uçurumun kenarında çiçek toplarken bir tanrı tarafından korkutulup düşerek ölmüştü. Belki de şu anda onu düşünmenin sırası değildi. Elbisemin yarı saydam eteklerini toplayarak dönüp soğuk zeminin üstünde yalınayak yürüdüm. Leydi Kala koridorda bir bulanıklık halindeydi ama başını hemen başka tarafa çevirdiğini görmüştüm. “Gel” dedi yürümeye başlayarak, sonra durdu. “O peçeden görebiliyor musun?” “Biraz” dedim. Leydi Kala koluma girdi. Beklenmedik temas irkilmeme neden oldu, birden yüzümde peçe olduğuna şükrettim. Tüm Seçilmişler gibi hazırlanmamla ilgili olmadıkça kimsenin teni tenime değmemeliydi. Leydi Kala’nın bana dokunması bu yüzden çok anlamlıydı. Leydi Kala beni içinde kapılardan ve sayısız şamdandan başka hiçbir şeyin olmadığı sonu gelmez dönemeçli koridorlardan geçirdi.
Tam yolu kaybettiğini düşünmeye başlamıştım ki çift kanatlı bir kapının yanında siyahlara bürünmüş iki sessiz siluetin bulanık hatları belirdi.
Gölge Rahipleri. Sessizlik yeminini dudaklarını dikecek kadar ileri götürerek yepyeni bir boyuta taşımışlardı. Nasıl yiyip içtiklerini hep merak ederdim. Siyah cüppelerin altındaki hortlağa benzer göçmüş vücutlarına bakılırsa kullandıkları yöntem pek de işe yaramıyordu. Rahipler kapının birer kanadını açarken ürpertimi bastırmaya çalıştım, karşımıza yüzlerce mumun yandığı daire şeklinde geniş bir salon çıktı. Leydi Kala’nın yerini nereden geldiğini anlamadığım üçüncü bir Gölge Rahibi aldı. Kemikli parmaklar tenime dokunmasa da sırtımın ortasına bastırdı. Yine de temas beni rahatsız etmişti, sırtımı çekmek istiyordum ama parmaklarının giysi katmanlarını geçerek tenime sızan soğuğundan kaçmamam gerektiğini biliyordum. Nefes almaya çalışarak gözlerimi pürüzsüz taşları süsleyen gravürlere diktim. İçinden çizgi geçen bir daire. Bütün taş karoların üstünde aynı sembol vardı. Daha önce hiç görmediğimden sembolün ne anlama geldiğini bilmiyordum. Gözlerimi kaldırıp tam karşımdaki geniş platforma baktım. Rahip beni sıraların arasındaki koridordan geçirirken göğsüme yine bir ağırlık çökmeye başladı. Boş sıralara hiç bakmadım. Gerçekten Seçilmiş olsaydım bu sıralar yüksek rütbeli asilzadelerle dolu olur, dışarıdaki sokaklar da kutlama seslerinden yıkılırdı. Salonun sessizliği tüylerimi ürpertti.
Daha önce burada tapınakla aynı taştan yapılmış tek bir taht vardı. Gecenin en derin saatinin rengini taşıyan gölge taşı her ışığı yansıtacak kadar parlatılabilen ve eti kemiği kesecek kadar keskinleşene dek bilenebilen muhteşem bir malzemeydi. Taht parlak türdendi, mum ışığını emen taş kopkoyu bir ateşten ibaretmiş gibi görünüyordu. Tahtın sırt tarafı hilal şeklindeydi. Tıpkı sol kürek kemiğimdeki doğum lekesi gibi. Doğmadan önce bile hayatımın bana ait olmadığını gösteren işaret gibi. Bu akşam iki taht vardı.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBir Ten ve Ateş Romanı: Kıvılcımdaki Gölge
- Sayfa Sayısı624
- YazarJennifer L. Armentrout
- ISBN9786256932029
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviDex Kitap / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Teyzem Görünmez Oluyor ~ Salah Naoura
Teyzem Görünmez Oluyor
Salah Naoura
Keşke herkesin görünmez bir teyzesi olsa! Kaleme aldığı bol şamatalı aile hikâyeleriyle gönüllerde taht kuran ödüllü yazar Salah Naoura’dan, görünenlerle görünmeyenleri sevgi yolunda buluşturan katıksız bir aile güldürüsü...
- Pandora’nın Kutusu ~ Osamu Dazai
Pandora’nın Kutusu
Osamu Dazai
Yunan mitlerindeki Pandora’nın kutusunu biliyorsun, değil mi? Hikâyeye göre asla açılmaması gereken bu kutu açıldığı anda hastalık, hüzün, haset, açgözlülük, şüphe, sinsilik, açlık ve...
- Gelin ~ Julie Garwood
Gelin
Julie Garwood
Kralın emrine karşı gelmek olanaksızdı ve İskoçya’nın en güçlü toprak sahibi Alec Kincaid,İngiliz bir gelinle evlenmek zorunda kalmıştı.Baron Jamios’un en güzel kızı Jaime, Alec’in...