
Romanlarıyla tanıdığımız Rachel Cusk, anı ve deneme türleri arasında salınan üç düzyazı kitabının ilkinde hamilelik sürecini ve anneliğinin birinci yılını eşine zor rastlanır bir dürüstlükle anlatıyor ve buradan başka birçok meseleye açılıyor: Kadın bedeni ve bedensel acı; toplumun kadına, doğuma ve çocuk bakmaya yaklaşımı; aile ve çocuk bakımı emeği; uykunun ve gecenin değişen anlamı… Cusk kendi annelik deneyimini titizlikle kaydederken, bu dönemde okuduğu romanların Savaş ve Barış, Keyif Evi, Madame Bovary annelikle ilgili kısımlarını da tartışıyor, doğuma ve anneliğe hazırlanma ve çocuk bakımı konulu devasa literatürün kimi örneklerini sıkı bir eleştirel okumaya tabi tutuyor.
İlk yayımlandığı 2001 yılında tartışmalara yol açan Bir Ömrün Emeği, 2019 yılında The New York Times tarafından hazırlanan son elli yılın en iyi elli anı kitabı listesinde yer aldı ve zaman içinde annelik deneyimini ele alan kitaplar içinde bir kilometre taşı haline geldi.
Konu hakkında benzeri olmayan bir kitap.
The New Yorker
Cusk yitirdiği özgürlük için tuttuğu yastan, çaresizlik duygusundan, acı, can sıkıntısı ve suçluluk hissinden açıkça söz etmekten korkmuyor ama tüm bunları annenin bebeği için duyduğu tarif edilmesi imkânsız sevginin bağlamı içinde yapıyor.
The Observer
**
RACHEL CUSK
Bir Ömrün Emeği
Anne Olmaya Dair
Yaşantı
Çeviren
Roza Hakmen
İçindekiler
Giriş • 13
Kırk Hafta • 19
Lily Bart’ın Bebeği • 40
Kolik ve Başka Öyküler • 48
Sevmek, Gitmek • 56
Annebebek • 69
Jilet Jaguar • 80
Cehennemin Mutfağı • 89
Yardımcılar • 101
Çığlığı Koyverelim • 111
Uykuya Veda • 121
Nefes • 133
Haset • 138
Giriş
Hayatımın herhangi bir noktasında gelecekte beni nelerin beklediğini öğrenebilme imkânım olsaydı, çocuğum olup olmayacağını bilmek isterdim hep. Muammasını en çok merak ettiğim soru, aşktan, işten, ömrün uzunluğundan ve mutluluk miktarından çok buydu. Diğerlerini hayal edebiliyordum; çocuk doğurmayı hayal edemiyordum. Doğum deneyimini yaşayıp yaşamayacağımı bilmek istiyordum; bu bilgi anneliği hayal edilebilir kılacağından değil de belirsizliğe gömülü kalırsa meselenin dikkatimi dağıtacağını düşündüğüm için. Benim kontrolümde olmasını istediğim şey annelik gerçeği kadar bu dikkat dağınıklığıydı. Bunu bir tehdit olarak görüyordum; beni farklı olarak damgalayan bir çeşit özürdü. Fakat kadınlar doğum beklentisiyle yaşamak zorundadırlar ve yaşarlar da; kimi korku içinde, kimi iple çekerek, kimi de başkalarında konuyu akıllarından bile geçirmedikleri izlenimi uyandıracak kadar iyi idare ederek. Benim stratejim inkârdı, dolayısıyla annelik olgusuna sonuçlarının ne olacağından habersiz, şok halinde, hazırlıksız adım attım; ayrıca bu yolculuğun hem son derece tesadüfi olduğu hem de benden daha büyük güçler tarafından belirlendiği yolunda mesnetsiz fakat belirgin bir intiba altındaydım; benim tercih hakkım olmadığı bile söylenebilirdi.
Bu kitap, doğumun daha dramın ilk sahnesi olduğu o adımı bir ölçüde anlatma çabasıdır. Kaçınılmaz olarak, bir geçiş döneminin kişisel kaydıdır. Annelik konusunda kendimi ifade etme arzum başından beri güçlüydü ama yeraltında, hayatımın yeniden biçimlendirilmiş yüzeyinin altında yaşıyordu. Kızım Albertine’in doğumundan birkaç ay sonra tamamen yok oldu. Daha çok kısa bir süre önce son derece yoğun biçimde hissettiğim her şeyi kasten unuttum; işin doğrusu, hissetmeye dayanmam mümkün değildi. Dünyaya iştahım doyurulması imkânsız, her şeye yönelen bir açlıktı, annelik öncesinin kayıp benliğine ve o benliğin belki tadını çıkardığı, belki boşa harcadığı özgürlüğe özlemin ifadesiydi. Benim için annelik dünyanın geri kalanından çitlerle ayrılmış bir esir kampı gibiydi. Sürekli oradan firar etme planları yapıyordum; Albertine altı aylıkken kendimi tekrar hamile bulduğumda, kaçarken yakalanmış bir mahkûm misali kös kös boyun eğip eski hücreme döndüm. Temkinli şekilde özgürlük diye düşünmeye başladığım şey iki hamileliğin gövdesi arasına asılmış daracık bir hamağa dönüştü; etrafım çevrilmişti, anneliğin tuhaf gerçekliğini o zaman bir kez daha açıkça gördüm. Bu kitabı küçük kızım Jessye’ye hamileyken ve kızım doğduktan sonraki birkaç ayda, o gerçekliğin görüntüsü tekrar silinip gitmeden önce yazdım. Bu açıklamayı annelik hakkında bir kitaba sadece başka annelerin, annelerin hepsinin de değil, sadece benim gibi bu deneyimi fazlasıyla önemli bulan, dolayısıyla bu konuda bir şeyler okumanın üzerinde tuhaf, uyuşturucu bir etki uyandırdığı annelerin gerçek bir ilgi duyabileceği yolunda karamsar bir şüpheyle yapıyorum. “Başka anneler” ve “sadece anneler” ifadelerini özür dilercesine kullanıyorum; annelik deneyimi dış dünyaya aktarılırken çeviride neredeyse bütün anlamını kaybediyor. Kadın, annelikte, toplumsal anlamını bir özel anlamlar yelpazesiyle takas eder; tıpkı belirli bir ses yelpazesinin dışında kalan sesler gibi, bu anlamları da başkalarının algılaması çok zor olabilir. İnsan bir başka benliğiyle dinleyebilse işitebilirdi belki. Amerikalı şair ve feminist Adrienne Rich, “Gezegendeki insan hayatının tamamı kadından doğmuştur” demişti. “Bütün kadınlarla erkeklerin yaşadığı tek birleştirici, tartışmasız deneyim, bir kadının bedeni içinde serpilerek geçirdiğimiz birkaç aylık dönemdir… Çoğumuz hem sevgi hem hüsranla, hem güç hem de şefkatle bir kadının vücudunda tanışırız. Bu deneyim hayatımızın tamamına, hatta ölümümüze bile damgasını vurur.” Annelik kuşkusuz çok sayıda önemli çözümlemeye, tarihçeye, polemiğe ve toplumsal araştırmaya konu olmuştur. Bir sınıf, coğrafya, siyaset, ırk ve psikoloji meselesi olarak ciddiyetle incelenmiştir. Adrienne Rich, Of Woman Born: Motherhood as Institution and Experience (Kadından Doğma: Kurum ve Deneyim Olarak Annelik) adlı çığır açıcı eserini 1977’de yazmıştı; ben anlatımı ondan ilham alarak sunuyorum. Oysa anne olduğumda bu konuda hiçbir şey yazılmadığı izlenimini taşıyordum; bu belki de çocuksuz insanların bir anne ya da baba konuştuğunda sergilediği, tarif ettiğim ton sağırlığının iyi bir örneği sadece; çocukken edindiğimiz bu sendrom, yetişkinliğimizde çocuk sahibi olmanın nasıl bir şey olduğunu neden kimsenin –arkadaşlarımızın, annelerimizin!– hiç anlatmadığına şaşırıp kalmamıza yol açar. Eminim şimdi yazmış olduğum kitaba üç yıl önce kendi tepkim, “Yazar madem bu kadar feci olduğunu düşünüyormuş, niye çocuk yapma zahmetine katlanmış?” diye düşünmek olurdu. Bu kitap bir annelik tarihçesi ya da araştırması değil; buraya kadar okuyup hâlâ böyle bir umudu olanlarınız varsa, nasıl anne olunacağıyla ilgili bir kitap da değil. Ben sadece çocuk sahibi olma deneyimimi başkalarının da özdeşleşebileceğini umduğum şekilde yazdım. İtiraf etmem gerekir ki bir roman yazarı olarak yazının bu samimi türü beni biraz ürkütüyor. Kendini ifşa etmeyi göze almanın yanı sıra yazarın etrafındakilerin hayatlarına tecavüz etmeye gönüllü olmasını da gerektiriyor. Ben bu örnekte yok sayarak tecavüz etmiş oldum. Kendi koşullarımla, birlikte yaşadığım kişilerle, çocuğumla tarif ettiğim ilişkiyi kaçınılmaz biçimde çevreleyen başka ilişkilerle ilgili fazla bir şey söylemedim. Hayatımı annelik temasını kolaylıkla resmedebileceğim bir tuval olarak kullandım daha ziyade. Ne var ki çocuklar ve onlara kimin bakacağı, kanımca son derece siyasi bir mesele haline geldi; dolayısıyla annelik hakkında bir kitap yazıp da yazacak zamanı nasıl bulduğumu bir ölçüde de olsa açıklamamak tutarsızlık olurdu. Albertine’in hayatının ilk altı ayında ben evde ona baktım, hayat arkadaşım çalışmaya devam etti. Bu deneyim daha önce pek kafa yormadığım bir gerçeği açıkça görmemi sağladı: Çocuk doğduktan sonra annesiyle babasının hayatları birbirinden ayrılır; öyle ki, daha önce eşit sayılabilecek bir durumda yaşıyorlarken artık ikisinin arasındaki ilişki feodal denebilecek bir ilişkidir. Evde çocuk bakarak geçirilen günle ofiste çalışarak geçirilen gün arasında dağlar kadar fark vardır. Birbirlerine görece üstünlükleri ne olursa olsun, bu iki gün yeryüzünün birbirine zıt noktalarında geçirilmiş birer gündür. Başlangıçtaki bu uzlaşmazlığın daha derin bir ataerkilliğe kayması bana kaçınılmaz görünüyordu; babanın günü zaman içinde dış dünyanın zırhını, para, otorite ve nüfuzun zırhını kendinde toplayacak, annenin sorumluluğu ise ailevi alanın tamamını kaplayacak şekilde genişleyemamen yıkmaktı; başkaları tarafından şaşkınlıkla, onaylanarak ve dehşetle karşılandı. Aile hayatının en cezalandırıcı, en uygulanamaz şekli anlaşılan basit bir aykırılık kadar yorum ve kaygıyı hak etmiyor. Hayat arkadaşım işinden ayrıldı, Londra’dan taşındık. İnsanlar onunla ilgili çok hastaymış ya da ölmüş gibi sorular sormaya başladı. Merak içinde, “Ne yapacak peki?” diye bana sorup bir cevap alamayınca kendisine soruyorlardı. Verdiği cevap şuydu: “Rachel çocuklara bakmakla ilgili kitabını yazarken çocuklara bakacağım.” Kimse bunu komik bulmuyordu. Çocuk bakmak düşük statülü bir iştir. İnsanı tecrit eder, çoğu zaman sıkıcıdır, aralıksız ve zahmetlidir, gayet yorucudur. İnsanın öz değerini, yetişkinler dünyasındaki aidiyetini aşındırır. Hayatın geri kalanından ne kadar ayrıysa o kadar zorlaşır; öte yandan, çocukların dünyasına geçmektense onları kendi dünyanıza götürmek de zordur. Herkesin kabul edebileceği bir hayat tarzında ortak karara varıldığında bile karşılanmayan özlemler mevcuttur. Kanımca bu girişimde, sırf çocuk yetiştirmede lanetlenenlerin geniş kapsamından, olağan hayat tecrübemizde genellikle bulunmayan “iyi” ve “kötü” sıfatlarının bolluğundan ötürü dahi olsa, cömertlik eşitlikten bile daha önemlidir. Bir anne olarak insan hem kurban hem şeytan olmayı öğrenir. Annelikte sergilediğim erdemliliği ve korkutuculuğu, dünyanın erdemiyle korkusuna dahlimi, çocuksuzluğumun anonim konumunda hayalimden bile geçiremezdim. Bu kitapta, daha kapsamlı bir soruya, kadından anneye dönüşmenin ne olduğuna cevap bulabilmek amacıyla bu meselelerin bazılarını incelemeye çalıştım. Kadın ve anne tanımlarım muğlaklıklarını koruyor ama süreç beni gerçekten büyülemeye devam ediyor. Dönüşüm sürecinin geçmişten bu yana pek değiştiğini düşünmüyorum ama bizim için söz konusu yolculuk kanımca annelerimiz için olduğundan çok daha uzun. Cinsiyet eşitsizliği doğum ve annelik örsü üzerinde dövülüp biçimlendirilmişti; günümüz toplumunda erkeklerinkine benzer sorumlulukları, beklentileri ve deneyimleri olan kadınlar doğum ve anneliğe korkuyla yaklaşmakta haklılar bence. Kadınlar değişti ama biyolojik koşullarında hiçbir farklılık yok. Annelik bu itibarla cinsiyetimizin tarihçesine açılan benzersiz bir penceredir, ancak bu pencerenin camı kolay kırılır. Türümüzün istisnasız bütün bireylerinin bu zorlu yoldan geçerek doğup bağımsız bir birey haline gelmiş olmasına hâlâ şaşıyorum. Tasvir etmeye çalıştığım şey, kadının hayatından talep edilen bu emek. Bu kitap annelik konusuna sıcağı sıcağına, mütevazı bir yaklaşım. Zamanın kronolojik bir düzen içinde ilerlemeyip döne döne daireler çizdiği izlenimini uyandırdığı, bu yüzden de günlerin unutulmuş dizilişinden ziyade temalar halinde ele aldığım bir dönemi tasvir ediyor. Getirecekleri feraseti beklemediğim için hayıflanacağım yıllar olacak elbette. Ben onun yerine kitabı yazarken okuduğum ya da hatırladığım, meselemi dile getirdiğini düşündüğüm romanları kitaba dahil etmek suretiyle başkalarının ferasetini ödünç almış oldum. Yaptığım seçim hem kısmi hem de kişisel: Kendimi ilk sakini sandığım bu diyarı edebiyat çoktan keşfedip kayıt altına almıştı zaten; seçtiklerimin yerini alabilecek sayısız şiir ve roman mevcut. Kitaplara yer vermemin amacı anneliğin en mükemmel ifadesini bulmaktan çok yol açtığı belirli bir duyarlık dönüşümünü örneklendirmekti: Çocuk sahibi olmak okuma deneyimimi, hatta kültür deneyimimi kökünden değiştirdi; şöyle ki, sanat ve ifade kavramını eskisine göre çok daha kapsamlı ve gerekli, üretip yaratma güdüsünü çok daha insani bulur oldum. Şimdilik, okumak isteyen kadınlara benim deneyimlerimde bir yoldaşlık bulmaları umuduyla bu mektubu yazdım.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Deneme
- Kitap AdıBir Ömrün Emeği
- Sayfa Sayısı144
- YazarRachel Cusk
- ISBN9789750865442
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2025
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bilge Kedi ~ Ümran Kırcı Şınığ
Bilge Kedi
Ümran Kırcı Şınığ
Bir insanın gerçek manada reddedilmeyi anlaması için öncelikle bir kedi tarafından görmezden gelinmesi gerekir. (Anonim) Kimliği yok ki çıkarıp size yaşını göstersin. Gözlerinin biraz daha az görmesinden, dünya üzerinde geçirdiği on yıla yakın süreden, elbette tüylerinin parlaklığını
- İşte İnsan – Ecce Homo – ~ Azra Erhat
İşte İnsan – Ecce Homo –
Azra Erhat
“Homeros’ta ‘insan’ dedim yola çıktım. Beden-ruh ikiliği dikildi karşıma, aldım inceledim; derken Platon’un insan anlayışı, toplum görüşü çeldi aklımı, onu da kavrayayım derken açıldım...
- Sözcüklerin Bilinci ~ Elias Canetti
Sözcüklerin Bilinci
Elias Canetti
İnsan kavramını tüm uluslardan ve ırklardan bağımsız şekilde ele alan Elias Canetti’nin, tanıklık ettiği dünyayı müthiş bir zekayla irdeleyen ve güncelliğini asla yitirmeyen denemeleri, onun...