Benim Peygamberimin yolu aşk yoludur. Ben aşk çocuğuyum ve benim anam aşktır. Hz. Mevlânâ Bir muhabbet velîsi Hz. Mevlânânın aşk hakkındaki en önemli sözlerinden biridir bu beyit. Allah Resûlünün yolunun toprağı olmakla en büyük şeref sahibi olduğunu anlatan Hz. Mevlânâ Muhammed Celâleddîn-i Rûmî ile Hz. Peygamber arasındaki irtibatı öne çıkarıyor bu kitabında Ö. Tuğrul İnançer. Allahu Teâlâ Müminler Allahı şiddetle severler buyuruyor. Şiddetle sevmenin adına aşk derler yâhu. Eşeddü hubben lillah. İşte Kurân-ı Kerîmdeki aşkın târifi. Hz. Peygamber ise Sevdiğinin adı geçip de depreşmeyen mürüvvetsizdir buyuruyor. Tasavvuftaki unsurlardan biri olan aşkta, sembol şahsiyet Hz. Mevlânâ’dır. Bütün tasavvuf ekollerince Âşıkların Sultânı olarak kabul edilir. Ötekiler peki? Onlar da öyledir ama sembol odur. Ve Hz. Mevlânânın aşkı, Resûlullah Efendimizin aşkından asla farklı bir şey değildir… Ö. Tuğrul İnançer kendine has, açık ve dikkat çekici üslubuyla Hazreti Mevlânâ: Bir Muhammedî Âşıkta Mevlevîlik, Hz. Mevlânâ ve Hz. Peygamber hakkındaki sorular yelpazesine muhabbet vurgusuyla sıra dışı cevaplar veriyor. Hz. Mevlânânın Şems-i Tebrizîden önceki mürşidleri kimlerdi? Hz. Şemsi anahtar yapan özellik nedir? Hz. Mevlânânın ilkeleri nelerdir? Hz. Mevlânâ hakkında faaliyette bulunmak için onu sevmiş olmak yetmez mi? Bunun için Mevlevî olmak, icâzet almak mı gerekir? Mevlevî olmak için nasıl bir yol izlenmeli? Bir ayağım merkezde, bir ayağım yetmiş iki millette sözünün anlamı nedir? Nefs nedir, seyr u sülûk ve mârifet ne anlama gelir? İbn Arabî ile Hz. Mevlânâ karşılaştırılabilir mi?
***
İÇİNDEKİLER
7 Önsöz
9 Hz. Mevlânâ’nın Hayat-ı seniyyesi
47 Hz. Mevlânâ ve Muhabbet
75 Mevlevî Âyini
99 Hz. Mevlânâ’nın ilkeleri ve Islâm
131 Şâir Değil Velî
147 Müslüman Anadolu
161 Tasavvufu Yaşamak: Seyr-ü Sülûk
195 Kargaşa ve Sükûnet
Önsöz
Allah Resûlü(sav)’nün yolunun toprağı (hâk-i rehi) olmakla en büyük şeref sahibi olduğunu anlatan Hz. Mevlânâ Muhammed Celâleddîn-i Rûmî’nin 800. doğum yılı münasebetiyle 2007 yılında UNESCO tarafından “Uluslararası Mevlânâ Yılı” ilan edilmişti. Bu münasebetle Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Dışişleri Bakanlığımız ve Hz. Mevlânâ ile ilgili kurum ve kuruluşlarımız birçok Mevlevî âyini, bilimsel toplantı, sempozyum ve seminer gerçekleştirdi.
Avrupa Türk Demokratlar Birliği’nin Hollanda (Amsterdam) ve Avusturya’da (Viyana) bu konuda düzenlediği seminerlere davet edildim. Viyana’da, 16-20 Mayıs 2007 tarihleri arasında Christkönig Kilisesi’nde ve Avusturya Türk-İslam Birliği’nde, 2008 Subat’mm ilk haftasında da Afro-Asya Enstitüsü ve İslam Meslek Okulu’nda geniş bir dinleyici kitlesiyle Hz. Mevlânâ ve Mevlevîlik konusunda sohbetler gerçekleştirdik. Viyana’daki genç kardeşlerimiz ses kaydını yaptıkları bu sohbetleri sonra yazıya dökmüşler. Ve o zamanki Avrupalı Türk Demokratlar Birliği Viyana Şubesi Başkanı Sayın Dr. Gürsel Dönmez’in destek ve teşvikleriyle bu sohbet yazılarının bir kitap hâlinde ortaya çıkarılması arzusu oluşmuş. Tabiî, soru cevapların da yer aldığı bir sohbet lisanının, kitap lisanına getirilebilmesi için âdeta yeniden yazmak gibi bir inceleme ve emek vermek gerekir. Pek çok meşguliyetten dolayı bu hususu gerçekleştirmek, doğrusu uzun bir zaman aldı. Sohbet havasını bozmadan ama -zaten sahip olmadığım- akademik iddialara da girmeyen bir anlatım ile “Viyana Sohbetleri” böyle bir kitap oldu.
Hz. Mevlânâ hakkındaki Dinle Neyden isimli kitabımızdan sonra yine aynı konuda bir başka kitabın hazırlanıp basılmasında, önceki kitaplarda da olduğu gibi Timaş Yayın Grubu’na bağlı Sufi Kitap yöneticilerinin, özellikle Sayın Emine Eroğlu’nun teşvik, yardım ve sabırlarına şükran borçluyum. Ayrıca yine özellikle Sayın Dr. Gürsel Dönmez’e teşekkürlerimi sunuyorum. Tabiî bütün emeği geçenlere de ve yine özellikle Rifat Özçöllü’ye de…
Her zaman tekrar etmeliyim ki; bu kitapta da görülebilecek bütün güzellikler Hz. Mevlânâ ve onun “yolunun toprağı” olduğu Hz. Sultânü’l-Enbiya Efendimize; bütün kusur, eksik ve hatalar fakire aittir.
Bende-i Bendegân-ı Hz. Mevlânâ Ö. Tuğrul inançer pür-hatâ
Hz. Mevlânâ’nın Hayat-ı Seniyyesi
Bildiğiniz gibi büyük, hatta büyük kelimesinin küçük geldiği bir zât-ı şerîf olan Hz. Mevlânâ, 1207 yılının 30 Eylül’ünde doğdu. Dolayısıyla 2007 yılı, doğumunun 800. yıldönümüydü. Âhirete doğumu ise 1273 yılının 17 Aralık’ı. 1973 yılı, Hz. Mevlânâ’nm âhirete doğumunun 700. yıldönümü olması münâsebetiyle, UNESCO tarafından yine “Mevlânâ Yılı” olarak ilan edilmişti. Bildiğiniz gibi BM’in kültür işlerinden sorumlu teşkilâtı UNESCO, bir milletin şahsiyetine ait olsa dahi, dünya mîrası olarak kabul edilen ve insanlığın istifâde edebileceği kıymetli şahsiyetlerin, eserlerin uluslararası düzeyde korunması, hatırlanması için onların namına yıl tahsis eder.
Hz. Mevlânâ, UNESCO tarihinde, adına ikinci defa yıl ilan edilen tek zattır. Dünyada henüz başka bir örneği yok. Bunun ehemmiyetini doğru tartmak lazım. 2007’den önce 2005 yılında, hem Hz. Mevlânâ hayranları olarak hem de Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı kuruluşlar olarak birtakım çalışmalar yaptık. Bunlar, Bakanlık birimlerine sunuldu, Bakanlık da bunu Paris’teki UNESCO komitesine gönderdi. Komite kabul etti ve neticede 2007 yılı, “Uluslararası Mevlânâ Yılı” oldu. İşte bu “Uluslararası Mevlânâ
Yılı” münâsebetiyle, Kültür ve Turizm ile Dışişleri Bakanlıklarımız birtakım programlar düzenledi. Türkiye’nin aşağı yukarı bütün vilâyetlerinde ve 22 dış ülkede Mevlevî âyini gösterileri yapıldı. Bunun yanı sıra Hz. Mevlânâ ile ilgili uluslararası sempozyumlar, kongreler ve toplantılar düzenlendi.
Benim, burada, Avrupalı Türk Demokratlar Birliği’nin Hollanda şubesinin çatısı altında bulunan kardeşlerimize söylediğim şey şu idi: “Yarın öbür gün sizlere, yani gurbette yaşayanlara, ‘Yâhu bu UNESCO aslen sizin adamınız (bir kıymetiniz) olan Mevlânâ adına uluslararası yıl ilan etti de bu Mevlânâ kimdir?’ diye sorarlarsa verecek cevabınız var mı, yok mu?” Bir cevabınız olmalı diye düşünüyorum ve bu sohbetlerin gâyesi, bence henüz bundan ibâret. Yani, Hz. Mevlânâ hakkında yüzeysel bile olsa doğru bilgiler edinmek. Bunu daha da genişletebilmek ne üç günde, ne dört günde, ne dört senede, ne kırk senede biter. Ben altmışı aşkın yaştayım ve kendimi bildim bileli Hz. Mevlânâ ile meşgûlüm, ben daha öğrenemedim. Çünkü evliyâullahm maddî ve mânevî hayatları, hiçbir fânî hayata sığmayacak kadar büyük, yüksek, geniş ve derindir. Ancak bu hususta insanların merakını uyandırabilmek, onları birtakım araştırmalara, iki üç kitaba sevk edebilmek bu husustaki en büyük kazanç olacaktır.
Her türlü faaliyet bir adreste yapılır. Yarın öbür gün, “Sohbetiniz nerede yapıldı?” diye sorulduğunda, işte falanca yerdeki falanca salonda, diye adres vereceksiniz. İnsanlar da yaptıkları her işi kendi adreslerinde yapar ama insan, adresten ibâret değildir. Beden, insanın sadece adresidir ama insan, sadece bedenden ibâret değildir.
Bunu şöyle açabiliriz: Saçımız uzuyor, kesiyoruz; tırnağımız uzuyor, kesiyoruz; dişimiz çürüyor, çektiriyoruz, Allah korusun bir hastalıkta bir iç organımız; böbrek, ciğer, dalak vs. apandisit almıyor veya bir kazâ oluyor, kolumuz bacağımız bir yerlere gidiyor. Bunlar ne oluyor? Bir insan artığı olması itibariyle bir yere gömülmesi lazımdır, çöpe atılamaz. İnsan, mübârek bir varlıktır. Artığı da mübârek olduğu için çöpe atılmaz, gömülür.
Peki, ölüm denen hâdise olduğunda bu beden gömülüyor. Şimdi bizim kendi kendimize sormamız lazım. Gömülen ben miyim, bedenim mi? Eğer ben bedenden ibâretsem ölümle her şey bitiyor, demektir. Hani inancımız o zaman; hani hesap kitap, âhiret vesâire? Bakın, doğru cevap veremiyoruz, bunu çok iyi anlamak lazım.
Beden sadece mânevî faaliyetlerin yapıldığı bir adrestir. Bunun için beden de tanınması lazım gelen bir yerdir. Târif bedenden başlar. Hz. Âdem, Hz. Havvâ ve Hz. îsâ (aleyhümü’s-selâm ecmaîn) hariç, herkes bir anneye bir babaya muhtaçtır. Onlar muhtaç olmadan doğmuştur. Bir ana baba vâsıtasıyla anne karnındaki hayatımız başlar; anne karnından ölürüz, dünyaya doğarız. Ve mânevî hayatımız, o dünyaya doğduğumuz beden adresinde devam eder gider.
İşte Hz. Mevlânâ da, bugünkü siyâsî sınırlar itibariyle Afganistan hudûdunda kalan ama bölgesel olarak Türkistan bölgesine dâhil Belh şehrinde dünyayı teşrif etmiştir. O zamanlar büyük devletlerden gayrı, küçük devletler de var, bunun tipik örneklerini tarih kitaplarında okumuşuzdur. Yunan site devletleri, mesela Atina, Sparta, kezâ Mekke, Medine, eski adıyla Yesrib, birer şehir devletidir. Belh devleti de böyle şehir devletlerinden biridir. Bilindiği gibi o yıllarda iki önemli ticaret yolu var: Biri Hindistan’dan gelen Baharat Yolu, diğeri Çin’den gelen İpek Yolu. Bu iki yolun ilk kesişme noktası: Belh. Belh, bir ticaret merkezi ve aynı zamanda sayısı yüze yaklaşan medreseleriyle bir ilim merkezi. Öyle ki o zaman bu medreselerden yetişen ilim adamları Bağdat, Kahire, Şam gibi önemli merkezlere hoca olarak gitmekte.
Belh’in bir adı da “Ümmü’l-Bilâd” yani, Beldelerin Anası veya Ana Belde. Bu devletin emîri, Rükneddîn’in kızı Mümine Hatun ile Hz. Ebû Bekir sülâlesinden gelen ve Belh şehrinin önemli bir âlimi olan Hatîb Hüseyin Efendi’nin oğlu Bahâeddîn Veled
evlenmişler. Yani bir prenses ile emîrin kızı Mümine Hatun ile, büyük bir âlimin oğlu ve yine büyük bir âlim olan Bahâeddîn Veled evlenmişler. 30 Eylül 1207’de bu evlilikten Muhammed Celâleddîn diye bir çocuk doğmuş.
Bu çocuğun babası Bahâeddîn Veled o kadar büyük bir âlimdir ki, etrafına çok fazla adam toplandığından zamanın hükümdârı Sultan Tekiş biraz tedirgin olur. Tabiî iktidara yaranmak isteyen birçok dünyaperest, siyâsî iktidar sahiplerini şahsî menfaatleri için yanıltır. Zaten daha önce de Mecdüddîn-i Bağdâdî gibi bir âlimin öldürülmesine sebep olmuşlardı. Mecdüddîn Hazretleri, Sultânü’l-Ulemâ gibi Hz. Necmeddîn-i Kübrâ’nm dervişi idi. Sunu iyi bilelim ki, hiçbir siyâsî otorite, kendinden başka otorite istemez. Her siyâsî otorite, etrafına fazla adam toplanan odak noktalarını dağıtmaya çalışır. Bu, tarih içerisinde hep böyle olmuştur. Osmanlısı da böyledir, Selçuklusu da böyledir, İspanyolu da böyledir. Hiç fark etmez. Siyâset, dünyanın her yerinde aynı şeydir. Yegâne otorite ben olacağım, der. Mesela Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretleri, II. Murad Han zamanında, etrafında çok adam toplanan bir zattır. Ankara’nın Zülfazl köyünde yaşımıştır. Bugün Zülfazl köyüne, Solfasol köyü diyorlar. Hiç bir mânâsı olmayan “Solfasol” ismiyle anılan köy, aslında Zülfazl köyüdür; yani “fazîlet dolu köy.” II. Murad Han Hazretleri de bir velî padişahtır. Biz tuttuğumuz takımı bile değiştiremiyoruz, hazret iki defa tahtı bırakıyor. Kolay iş değildir. Böylesine nefs mücâdelesi veren mübârek bir zattır. Oğlu Fâtih’in yetiştiği ortamı da kendisi sağlamıştır. İşte II. Murad Han Hazretleri, Zülfazl köyünde etrafında çok fazla adam toplanan Hacı Bayrâm-ı Velî’yi, Edirne’ye çağırıyor, daha doğrusu biraz da zorla getirtiyor. “Celbetti” diye tâbir edilir, yani emrediyor gelmesini. Tabiî sonra, Hacı Bayrâm-ı Velî Efendimizle tanışınca, onu tâ Gelibolu’ya kadar bizzat kendisi uğurluyor. Sonra oradan geri dönüyor.
Yani, bu etrafına adam toplama meselesi çok önemlidir. Sultânü’l-Ulemâ Bahâeddîn Veled Hazretlerinin etrafına da çok adam toplanınca, zamanın hükümdârı biraz da siyâset yaparak, “Efendim” diyor, “bir memlekette iki padişah olmaz. Buyurun, devlet mührünü, siz padişah olun. Ben de bir yerlere gideyim.” Sultânü’l-Ulemâ Hazretleri, “Haklısın” diyor, “bir semâda iki güneş olmaz, ama biz dünya saltanatı peşinde koşan insanlardan değiliz, ayrıca o işlerden pek anlamayız. Siz saltanatınıza devam edin, biz çoluk çocuğu alıp gideriz.” Böylece, Hz. Mevlânâ beş yaşındayken göç ediyorlar.
Kendisine neden Sultânü’l-Ulemâ diyorlar? Belh şehri, çok önemli âlimlerin toplandığı bir şehirdir. Her başşehirde âlimler toplanır. Bakın, bugün İslâm coğrafyası nereden nereye uzanıyor ama âlimlerin en çok toplandığı şehirlere dikkat edin: Bağdat, Şam, Kahire, İstanbul. Neden? Çünkü bunların hepsi tarihte başşehirlik yapmıştır. Sam, Emevîlerin başşehri, halîfe başşehri olarak. Kahire, Fâtımîlerin başşehri. Onlar da Fâtımî hilâfeti olarak bilinen ayrı bir hilâfettir. Bağdat, Abbâsî hilâfetinin başşehridir. Osmanlı hilâfetinin başşehri de İstanbul’dur. En çok âlim ve evliyânm bulunduğu merkezler bu şehirlerdir. Bunun yanında, küçük başşehirlerde de az sayıda ama çok önemli âlimler toplanmıştır. İşte Belh, bunların bir tanesiydi.
Bir sabah, herkes sabah namazına gitmekteyken, Belhli âlimler birbirleriyle karşılaşınca aralarından biri, “Yâhu dün akşam bir rüya gördüm” demiş. Diğerlerinin “Hayırdır inşallah?” diyerek mukabele etmelerinin ardından şöyle devam etmiş: “Resûlullah Efendimiz(sav) teşrif etti. ‘Bahâeddîn Veled’e bundan sonra Âlimlerin Sultânı, yani Sultânü’l-Ulemâ diye hitap edin!’ buyurdu.” Başka bir âlim, “Yâhu haklısın kardeşim” demiş, “bana da söyledi, ben de aynı rüyayı gördüm.” Derken üçüncü bir adam, derken bir beşinci adam… Tam kırk bir kişi aynı rüyayı görmüş. Buna rüya demezler, buna “haber” derler. Resûl-i Kibriya Aleyhi ekmelü’t-tehâyâ Efendimiz Hazretleri, bütün âlimlere teker teker, “Bundan sonra Bahâeddîn Veled’e ‘Sultânü’l-Ulemâ’ yani ‘Bilginlerin Sultânı’ şeklinde hitap edeceksiniz” diye tenbih buyurmuş. İşte o zat, Hz. Mevlânâ’nm babasıdır.
Hz. Mevlânâ beş yaşındayken annesi, ağabeyi, lalası; Sultânü’l-Ulemâ’nm birkaç talebesi, dervişi ve hizmetliler (Hz. Mevlânâ Türbesi’ndeki Horasan erenleri bunlardan bazılarıdır) ile beraber yaklaşık yetmiş kişilik bir kafile Belh’ten çıkıp Nişabur’a geldi.
Nişabur’da, Mantıku’t-Tayr’m müellifi Ferîdüddîn-i Attar Hazretleri ile olan sohbet esnasında Attar Hazretleri, Sultânü’l-Ulemâ’ya “Efendim, nereden gelip nereye gidiyorsunuz?” diye sorunca, Hz. Mevlânâ’nm o küçük yaşında verdiği cevap, doksan iki yaşındaki o mübarek koca çınarı ağlatmıştır: “Minallah ilallah” (Allah’tan geldik, Allah’a gidiyoruz). Attar Hazretleri, huzurundan ayrılmakta olan Hazret-i Sultânü’l-Ulemâ Efendimizi bir nehre Cenâb-ı Mevlânâ’yı bir denize benzeterek “Bir ulu nehir, koca deryayı arkasına katmış götürüyor” diyerek zamanımızda “uzak görüşlülük” denilen gerçekte ise evliyâ kerâmeti olan hâli beyan buyurmuştur.
Velâyet sonradan kazanılmaz, Allah bir kulunu velî olarak dünyaya gönderir. Hani maalesef, Batı filmlerinin cenâze merasimlerinden esinlenerek bazen diyoruz ya, “Topraktan geldik, toprağa gidiyoruz” diye. Topraktan gelip toprağa giden sadece bedendir, ben değilim. Kul, Allah’tan gelir, Allah’a gider. Topraktan gelip toprağa giden sadece maddedir ama insan maddeden ibâret değildir. Bunlar önemli noktalar…
Nişabur’dan sonra Bağdat’a gelen kafileyi bizzat karşılayan halîfenin, sarayda misafir olarak kalmaları için davetlerine rağmen “İlim ehline medrese münasiptir” diyen Hz. Bahâeddîn Veled ve ailesi Mustansıriyye Medresesi’nde kalırlar. Bağdat’tan Necef, Kerbelâ, Hâil yolu ile Mekke’ye, ardından Medine’ye varıp hac farizasını ve Resûl-i Ekrem Efendimizin ziyaretini gerçekleştiren kafile, Kudüs-i Şerîf’te Mescîd-i Aksa’yı da (ki ziyaret edilmesi emri bir sünnet-i Peygamberidir) ziyaret ettikten sonra kışı geçirmek üzere Şam’da konaklarlar. Sam emîrinin kalmaları için ısrarlarına rağmen “Bizim diyâr-ı Rum’da (Anadolu) olmamız gerek” diyerek Hama, Humus, Halep yolu ile Malatya’ya geçerler. Malatya’da dört, Akşehir’de iki yıl dersler veren Sultânü’l-Ulemâ ve kafilesi; Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde gibi şehirlerde de muhtelif fasılalar vererek Belh’den çıkışlarının onuncu yılında, 1222’de o zamanki adıyla Lârende’ye, Karaman’a gelirler.
İşte ailesiyle birlikte Karaman’a yerleşen Hz. Mevlânâ, küçük Celâleddîn diyelim, babasından tahsil görür. Bu arada Sultânü’l-Ulemâ’nın bir başka cephesi daha var ki, bu cephe herkes için lazımdır. Şimdi başka bir parantez açıp oraya girelim.
Bildiğiniz gibi, normal yürüme iki bacakla olur. Bu bacaklardan biri aksaksa, kısaysa, diz kırılmıyorsa, bilek oynamıyorsa, parmak yoksa vs. noksanlık varsa, yürümede noksanlık olur. Yürümede noksanlık olunca yol kat etmede noksanlık olur. Yol kat etmede noksanlık olunca hedefe varmada noksanlık olur.
Kuş deyince mutlaka aklımıza uçan bir varlık gelir. Kuş iki kanatla uçar, kanadın biri yoksa kuş uçamaz. Kanatsız kuş -her ne kadar ismi kuş ise de- uçamadığından, fonksiyonel olarak kuş değildir. İşte dinin de iki cephesi vardır, iki bacağı vardır. İki kanadı vardır. Birinden biri yoksa ne yürünür ne uçulur ne de hedefe varılır. Bu kanadın biri mükellefiyetler kanadı, yani yükümlülüklerimiz, diğeri ise muhabbet kanadıdır.
Biz muhabbet kelimesini, “konuşmak ve sohbet” olarak anlıyoruz. Muhabbet kelimesi lügat mânâsı itibariyle “hubb,” yani “güzel” kelimesinden türemiştir. “Muhabbe,” karşındakini güzel görmek demektir. Karşılıklı olarak birbirini güzel görmeye “muhabbe” denir. İnsanlar da güzel gördükleri kimselerle konuşurlar, bunun için biz “konuşma”nın adını “muhabbet”e çevirmişiz. Aslında kelimenin lügat mânâsı “sevişme” demektir. Karşındakini sevme ve onun tarafından sevilme demektir muhabbet.
Muhabbetsiz ve mükellefiyetsiz din olmaz, yürümez. Yürümediği zaten günümüz Müslümanlarmdan belli. Bir kısım
Müslümanlar, sadece mükellefiyetleri, yani namaz, zekât, oruç ve haccı yaptım, benim işim bitti, diyor. Hayır, tek ayak üzerinde seke seke bir yere varamazsın, ya yorulursun ya devrilirsin. İlle iki bacakla yürüyeceksin. Tek kanatla uçamazsın, iki kanadını çırparak uçacaksın. Muhabbet lazım. Muhabbetullah, muhabbet-i Resûlullah, muhabbet-i evliyâullah, muhabbet-i ihvân-ı din, muhabbet-i cins-i beşer… Bütün insanlara yönelik ve “alâsilsiletihim” yani “birbiri içinde kademelendirilerek…”
Bir kısım insanlar da, “Benim Allah’a, Resûlü’ne ve insanlara çok muhabbetim var ama o namaz, niyâz, mükellefiyet de neymiş! O, yeni adamların, yani mübtedîlerin işi, biz namazdan geçmişiz” diyorlar. “Resûlullah namazdan geçmedi! Sen kim oluyorsun ukalâ!” derlerse adama, ne cevap verir o! Resûlullah mübtedî miydi de ayağı şişene kadar namaz kılıyordu, dizleri titreyene kadar ayakta duruyordu!
Meseleleri kendi kafamıza, cehaletimize göre değil, kaynaklara göre çözmek durumundayız. İşte iki kanatla uçabilmek, iki bacakla koşabilmek, bir yerlere erişebilmek için mükellefiyetleri ifâ etmek ve muhabbet lazımdır. Eskiden büyüklerimiz bunu böyle yaparak yükselmişler ve kendilerine tutunanları da yükseltmişler. İşte rüya ve mânâ ile Resûlullah tarafından “Âlimlerin Sultânı” olarak isimlendirilen Sultânü’l-Ulemâ Hazretleri, Necmeddîn-i Kübrâ isimli zât-ı şerifin pîri olduğu bir tarikatın da şeyhidir. Kübreviyye’yi yeterince tanımıyoruz. Başka tarikatların isimlerini biliyoruz ama Kübreviyye tarikatı Anadolu’da pek yayılmadığı ve zaman içinde başka tarikatlara inkılâb ettiği, dönüştüğü için Kübreviyye’yi pek bilmeyiz. Necmeddîn-i Kübrâ’yı da pek tanımayız. Necmeddîn-i Kübrâ Hazretleri, Moğol İstilâsı’nda iki Moğol askerinin atlarına verecekleri bir çuval saman için kavga ettikleri esnada, maalesef bıçaklanarak şehit edilmiştir. İşte Sultânü’l-Ulemâ, o zâtın halîfesidir. Tarîk-i Kübreviyye’de şeyhtir.
Tarîkat kelimesine gelince, bazı kelimeleri, bazı kavramların karşılığı olarak doğru kullanmıyoruz. Bu hatayı en başta gazeteci kardeşlerimiz yapıyor. “Nur tarikatı, Süleymancı tarikatı…” Bunlar tarikat değil ki! Bir de son zamanlarda “muhabbetullahçı tarikatı” deniyor, yok öyle bir şey… Tarikat başka bir şeydir, cemâat başka bir şeydir. Dinî grup ayrı bir şeydir, tarîkat başka bir şeydir.
Tarîkat, Resûlullah Efendimizden itibaren silsile ile gelen, el vermek sûreti ile müteakip nesillere aktarılan, kitaplarda pek yazmayan, ehline verilen, bir mânevî emanettir. Efendim, “Kanunen Türkiye’de tarikatlar yasak” diyorlar. Dikkat buyurun, yasak değildir. Ben hukukçuyum, ne dediğimi bilerek konuşuyorum. 1925 tarihli kânunda, “tekke açmak ve açık tekkeyi devam ettirmek” yasaktır. Tarîkat bir gönül meselesidir. Hiçbir gönle, hiçbir zinciri, hiçbir kimse vuramaz. Filancayı seveceksin, filancayı sevmeyeceksin, diye kânun çıkmaz. Çıksa da kimse takmaz. Çünkü sevgi irâdî değildir; Allah vergisidir, ikrâmdır.
Mevlevîlik, elbette bir tarîkattır. Hz. Mevlânâ’dan babasına ve mürşidi olan Seyyid Burhâneddîn Muhakkik-i Tirmizî’ye ve onlardan Necmeddîn-i Kübrâ’ya, oradan tâ Cüneyd-i Bağdâdî’ye, oradan da Resûlullah Efendimize kadar uzanan bir büyük silsiledir. Ama her dinî gruba tarîkat demek yanlış olduğu gibi Mevlevîlik de bir dinî gruptur, demek yanlıştır.
İşte Necmeddîn-i Kübrâ Hazretlerinin halîfesi olan Sultânü’l-Ulemâ Hazretleri, Karaman’da hayatını sürdürürken, bir yandan küçük oğlu Celâleddîn’i -bir de büyük oğlu Alâeddîn vardı- okutuyor, ona tahsil veriyordu. Bir ara onu Şam’a gönderdi, orada tahsil görmesini sağladı. Hz. Mevlânâ tahsil sonrası Karaman’a geri döndü. Daha sonra Alâeddîn, yani Hz. Mevlânâ’nm ağabeyi, genç yaşta Karaman’da vefat etti. O sıralarda Hz. Mevlânâ henüz on sekiz yaşındayken Belh’ten kendileri ile beraber gelen Lalası Şerafeddîn’in kızı Gevher Sultan Validemizle evlendi. Bu evlilikten, 1226’da babasının adını verdiği oğlu Sultan Veled doğdu. Daha sonra merhum ağabeyinin adını verdiği ikinci oğlu Alâeddîn doğdu.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Hz. Muhammed İslam Tasavvuf
- Kitap AdıBir Muhammedi Aşık: Hz. Mevlana
- Sayfa Sayısı208
- YazarÖmer Tuğrul İnançer
- ISBN9789759161699
- Boyutlar, Kapak13,5 X 19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviSufi Kitap Yayınları / 2012-4