Yazıyla hayat arasındaki dengeyi ustalıkla kuran Özebeoğlu, yakın tarihe ait eğlenceli, mizahi öyküler yazıyor. Aslında anlattıkları bizim o büyük hikâyemizi tamamlıyor. Hafızalarımızda hayal meyal kendine yer bulan küçük insan hikâyelerini çarpıcı, mizah dolu ayrıntılarla netleştiriyor. Doksanlara ait gündelik hayatın kayıt dışı tarihini yazan Özebeoğlu, bir mizah yazarının her şeyden önce üstesinden gelmek zorunda olduğu meseleyi de içtenliği sayesinde aşıyor. Hafife almadan, istihzaya kapı aralamadan, insanı olanca saflığıyla anlatmanın; bunu yaparken muzip, saygılı, dobra, neşeli bir dil kullanmanın müşterek yolunu bulmuş Nihan Özebeoğlu.
İÇİNDEKİLER
BİR MİSKET LİMON BİR DE KÂMİLE / 11
TENEŞİRE GELESİCE / 19
ŞENBÜLBÜLLER / 27
ELLİ İKİLİK RESMİYE / 35
İFAKAT KAYGISIZ’LA UĞUR BÖCEĞİ / 41
FIRTINALAR KOPARSA KOPSUN / 49
VEFASIZ FINDIK FİKRİ APARTMANI / 57
JULIET SACİDE / 65
NURİ’MDEN NURİ’NE / 73
ŞİPPİRİK RUKİYE / 81
OKAYİ YAMAŞİTA KOMBAMBA / 89
TÖVBE DE KIZIM / 95
MEFARET ABLANIN ALTIN GÜNÜ / 103
EDEPSİZ HAYRETTİN ÖMRÜMÜZÜ MAHVETTİN / 111
MUAZZEZ’İN TARİF DEFTERİ / 119
MAHMUR DİKİM EVİ / 127
ÖMÜR İLİK SOĞANI / 135
GÜLSENE BİRAZ YAMUK DEDE / 143
BEN DE / 150
BİR MİSKET LİMON BİR DE KÂMİLE
Değerli dostlarım Rümeysa Demir ve Mevlüt Demir için.
Sene miladi 1993. Mevsimlerden kış, aylardan da şubat. Bir garip salı öğleden sonrası, annem Kâmile, küçük halam Seyyare ve ortanca yengem Ferdane ile bizim Uskurtepe’deki evin hemen karşı çaprazındaki sokakta haldır huldur yürüyoruz. Üzerinde “Kalp Hastalıkları Mütehassısı Şecaattin Elitetik” yazan asortik levhayı görünce “Şükür” diyor annem, “Evden çıkana kadar hâl olduk,” diye de dört köşe eşarbını sıka sıka ekliyor. Yalnız, kapısında beklediğimiz Doktor Şecaattin bey amca değil. Bilakis, Şecaattin amcanın evlere şenlik karısı Hümeyra Elitetik. Kendi ağzından çıkan şekliyle de “Hümerya.” Hümeyra yengeyi mizah öykülerinden çıkma kadın grubumuza kattığımız gibi Seyyare halanın bir an önce koca bulması için “Buldumcuk Dede”ye gideceğiz. Fikir, Hümeyra yengeden. Ferdane’yle dayımın arasını yapan da bizzat o olduğundan güvenilirlik katsayısı oldukça yüksek. Miladi 93 demek; uzaktan kumandalı, tüplü televizyonu olan mutlu azınlık için, başlangıcında “Niyetimiz kimseyi kırmak değildir. Şurdakini buraya koymak değildir,” diye nağmeli nağmeli şarkıların söylendiği Oya Başarlı, Levent Kırcalı “Olacak O Kadar” programıyla Lütfiyeli, Mükremin Çıtırlı “Bir Demet Tiyatro” demekti.
TENEŞİRE GELESİCE
Doksan beş senesinin Haziran ayında, Kenan Doğulu gencecik yüz ifadesi ve omuzlarına kadar inen jöleli saçlarıyla “Tak etti canıma, gel yanıma, gül yüzlü yarim gülsene bana,” diye şarkılar söylerken, Bahtışen ailesinin tek taş hükmündeki biricik kızları olan ben, nam-ı diğer Afife Bahtışen, üniversite sınav sonucumu dört göz, dört kulakla beklemekteydim. Uyuz postacı, içimi kelebeklendiren sarımtırak zarfı getirdiğinde ay çekirdeği eşliğinde Kaygısızlar dizisini izliyordum. Titreyen on parmağımın onuyla birden açtığım zarfın içinden çıkanların ne dediği çoktan belliydi. Afife Bahtışen, yaklaşık üç ay sonra İstanbul yolcusuydu. Başka bir deyişle, doksanlı şen yılların en hızlı diş hekimlerinden biri yetişmek üzereydi. Başarım aile meclislerinde nesilden nesile aktarılacaktı. Konu komşunun ezik çocuklarına ömrüm oldukça emsal teşkil edecektim. Büyük ihtimalle, ödül olarak da aylardır hayalini kurduğum yaz tatiline kavuşacaktım. Bir plaj dolusu yakışıklı genç, dönemin trendi İspanyol paça kot pantolonlar ve vatkalı tişörtler beni beklemekteydi. Aman Allah’ım masal gibi bir yaz olacaktı! Ardından gelecek olan havalı İstanbul günlerini saymıyordum bile. Sol yanımda çiftetelli çalıyor, o bitince de aynı odacıklarda kasap havası başlıyordu. Hayat Afife’ye güzeldi.
ŞENBÜLBÜLLER
Gençtik, güzeldik, neşeliydik. Zamanı, mekânı fark etmez hiç. Şimdi olduğu gibi ta o zamanlarda da, yani ta o zamanlar derken pireler tellal develer berber iken dönemleriyle büyük patlamadan az biraz sonrasını kast ediyorum, saydıklarımın üçü herhangi bir kadın topluluğu için ardışıklı anılınca kurak topraklarında suyla temiz hava bulunan yeni yetme gezegen etkisi yapıyordu. Pluto kadar bilinmeye muhtaç, Venüs kadar kadın, Satürn miktarınca da süslüydük. Yörüngemizde dönenlerle yörüngemize girmek için yanıp tutuşanların haddi hesabı yoktu. Çetelesini tutmaya üşendiğimiz pürneşe günlerimizle ateş böcekli yaz akşamlarımız vardı bir. Ölümle yokluk, hastalıkla ayrılık hiç gelmeyecek gibiydi. Tozpembesi gönüllerimizle her yerde çekmeyen yeni yetme akıllarımızın bilip gördüklerinin toplamı, hepi topu var olanlarla alakalıydı. Yoklukla zerre miktarınca işimiz yoktu. İpanalı gülüşlerimizle, üç kat fırfırlı, puantiyeli eteklerimiz ve vatkalı, jarse bluzlarımızla kendi göklerimize merdiven kuruyorduk. Biz asla azalmayacak, asla noksan kalmayacaktık. Sonsuza dek, doksan bir senesinin herhangi bir yerinde şen bülbüller olarak boy vermeye, çiçek açmaya devam edecektik.
ELLİ İKİLİK RESMİYE
En havalı mutfak gerecinin hacdan gelen çırpı bacaklı beyaz mikser olduğu, binler binler takipçili sosyal medya butiklerinin yerine mahalle konfeksiyoncularının revaçta olduğu, en bilindik arama motorlarının henüz dünyaya teşrif etmediği doksanlar Türkiye’sinde, şimdikinden çok daha pratik, elverişli ve de berrak yaşam yolları vardı. Misal, süslenmek için tek renk, tek marka rujlar her işimizi görüyordu. Gelincik çiçeği rujun altında yaldızlı çerçeve içinde “üç” yazıyordu ve zikrettiğim kırmızılı ruj mahalledeki tüm kozmetikçilerde bulunabiliyordu. Göz kenarı, göz üstü, göz yanı, öncesi, sonrası diye ayrılmıyordu cilt bakım malzemeleri. Üç numara ruj hem dudakları hem de yanakları al al boyuyordu. Dertler kuş kadar, kalplerse güllaç içi gibi tertemiz ve de leziz olduğundan hoyratça yaşlanmıyorduk.
Yüzler isli puslu, eller karalı bereli değildi. Küslüklerse üç günden fazla sürmüyordu, öpünce de hemencecik geçiyordu. Biz Susam Sokağı izleyerek hazır etmiştik kendimizi hayatın çetrefilli kısımlarına. En şer kısımlarımızla bile süt beyazıydık. Kötülüğe niyet etsek, çamurun içine taş koyduğumuz gibi taşı avucumuzda sıkılardık. Sonrasında da, kıyamayıp arkadaşımıza değil apartmanın en arka duvarına atardık.
İFAKAT KAYGISIZ’LA UĞUR BÖCEĞİ
Ahırı belediye zabitleri tarafından hunharca yıkılan Bekir dayının intikam maksadıyla inekleriyle beraber belediye binasını basarak koridorları samanla doldurup yüzyılın protesto eylemini gerçekleştirmesinden on gün kadar sonraydı. Olay tüm kasabada günlerce konuşulmuş, mahalle kahvelerinde Bekir dayı ve ineklerinin gıyabında yığınla söylenti çıkmıştı. Bekir dayının mı yoksa ona eşlik eden öfkeli inek topluluğunun mu daha suçlu olduğuna bir türlü karar verilememişti. Bahsettiğim trajikomik suç hadisesi, doksan altı ilkbaharının en azından bizim oralar için en fenalı olanıydı. Hem ailecek hem de kapı önü, minderli, çaylı çekirdekli arkadaş muhabbetlerinde hadiseyi hatırlayıp hatırlayıp gülüyorduk. Ya da gülüp gülüp hatırlıyorduk. İfakat Kaygısız’ın gelmeden gidesice kartpostalının evimize ulaştığı vakit de “Neşeli Günler” tadındaki cumartesi akşamı ziyafetimizin tam ortasındaydık.
FIRTINALAR KOPARSA KOPSUN
“Nikâh masasına oturdun işte. Dayanmak çok zormuş böyle sevince. Bımtıs, cımtıs, dımtıs.” “Helal olsun be Mithat abi! İçimizi delik deşik ettin yine! Ne varsa sende var! Abim benim!” Yeryüzündeki insan miktarınca hüzün savma yöntemi mevcuttur. Hepsini birden anlatmaya yedi cilt ansiklopediyle iki kamyon kitap lazımdır. Fakat, en bilinen iki tanesi derdini cemi cümleye anlatıp sohbetin sonunda gazı kaçmış uyduruk bakkal gazozu gibi kalakalmakla mevcut keder yokmuş gibi davranmaktır. Bahsettiğim yöntemlerden ilki hastanelerin acil servis hizmetlerini andırır. Kısa vadeli iyileştirmeler yapıp hastayı savar. Ertesi sabah yeniden belirme ihtimali yüksek olan yaralı bereli hâllerle katiyen ilgilenmez. Amma, ikincisi öyle değildir. İnsanoğlunun çoğu bilir gibi yapsa da anca azdan azı uygular. Hüzün yokmuş gibi davranıp, tam donanımlı antikorlarla hayata devam etmek mangal gibi yürek ister. Böyle zamanlarda da ya kek yapıp alt kattaki huysuz nineye ikram edersin ya da doksan altı senesinin dört bir mevsiminde boy veren piyanist şantör Mithat Çiçek gibi org çalıp şarkı söylersin. Sen, Ümit Besen’den “I love you, I love you. Do you love me? Yes, I do,” diye şarkılar söylerken neşelenen davetliler, bu yolla kabuk bağlayan geçmiş zamanlı aşk itiraf nağmelerine inceden selam ettiğini bilmezler mesela. Bir Allah bilir. Bu da daha hayırlı olandır zaten.
VEFASIZ FINDIK FİKRİ APARTMANI
Doksan bir senesinin sonbaharının şimdikine benzeyen bir sepet dolusu tarafı vardı elbet. Örneğin, kavanoz kavanoz turşu kurmak, tarhanalık hamur yoğurmak, balkon demirlerinde patlıcanla biber kurutup kuruyanların esen rüzgârla beraber salınmalarını izlemek, şekerli sakızın şekerinin bitip de ağızda bıraktığı yavan tat, sonra pazar sabahı salına salına gidip gazeteyle altı pütürlü çarşı ekmeği almak yine çok revaçtaydı. Sosyal medyamızla modemlerimiz yoktu bir. Paylaşmak deyince akla konu komşuyla, eş dostla olan geliyordu. Fotoğrafları, kısacık, anlamlı anlamsız videoları değil olan biteni beğeniyorduk. Onu da yedi kat el duyana dek dillendirmiyorduk. İçimize atıyorduk sevdiklerimizi. Ve “içine atmak” sözlükteki karşılığına inat burdan ta gökkubbeye dek iyi gelip iyi ediyordu. Sevgiyi dillendirmek şüphesiz mühimdi. Amma velakin, doz aşımına uğrayınca da bitpazarına dönüveriyordu sevenin kalbi. Özene bezene dikilen üzüm bağlarının çerden çöpten farkı kalmıyordu bir nevi. Lafın özü, has Bursa ipeği menşeli, az dinlendirmeli sevgilerimiz vardı bizim kışın üşütmeyen yaz gelince de terletmeyen.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Hikaye
- Kitap AdıBir Misket Limon Bir De Kâmile
- Sayfa Sayısı160
- YazarNihan Özebeoğlu
- ISBN9786254085895
- Boyutlar, Kapak12 cm x 19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviÖtüken Neşriyat / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bay John Marple’in Son Yolculuğu ~ Cengiz Dağcı
Bay John Marple’in Son Yolculuğu
Cengiz Dağcı
Dorothy hanım John Marple’ın gidişiyle yalnız kalır. John Marple’ın gidişi hikâyede yavaş yavaş tamamlanır. “Dorothy hanım kayığın kenarına eğildi, şapkanın içindeki külleri yavaşça denize...
- En Eski Yüz ~ Pelin Buzluk
En Eski Yüz
Pelin Buzluk
Yokuşun başında ha düştü ha düşecek bir siluet görüyorum. Yaklaşıyor mu, uzaklaşıyor mu… Birazdan odamız odun ateşiyle, kandil aleviyle, ıhlamur kokusuyla, radyonun duyulur duyulmaz...
- Billur Köşk Hikâyeleri ~ Kollektif
Billur Köşk Hikâyeleri
Kollektif
Bir varmış, bir yokmuş, Allahın kulu çokmuş tekerlemesiyle başlayıp, arada çekilen onca ızdıraba, ayrılığa, haksızlığa rağmen sonu hep Onlar ermiş muradlarına, darısı bizlerin başına....