Ressam olma hayaliyle İstanbul’a gelen fakat bunu başaramayıp hayatını kadınlığıyla kazanmaya başlayan, talihini değiştirmek için çok sevdiği bu şehri terk eden bir kadın…
Bugüne kadar istediği her şeyi elde etmiş olan zengin bir iş adamı… Hakkari’nin bir dağ köyünden büyük umutlarla İstanbul’a göçmüş, Kumkapı’da garsonluk yapan genç bir adam…
Karısı tarafından terk edilmiş, tek sevdası deniz olan, hayatını alargaya almış Bodrumlu bir balıkçı…
Ve bu farklı şehirlerde doğmuş, yaşamış, birbirinden ayrı dört hayatın ortak hikâyesi.
İstanbul ile Bodrum arasında, Bir kızıl gonca…
***
BEYOĞLU
Bir kızıl goncaya benzer dudağın Açılan tek gülüsün sen bu bağın Kurulur kalplere sevda otağın
Kim bilir hangi gönüldür dudağın…
Her gören göğsüme taksam seni de Kimi ateş gibi yaktın beni der
Kimi billur bakışından söz eder Kim bilir hangi gönüldür dudağın…
Şiir; Melek Hiç
Şarkıyı mırıldanırken, sigarasının boynu bükük bir şekilde kül tabağında kaldığını fark etmemişti. Yanık odun kokusu gibi geldi bitmiş sigaranın dumanı. Kahvesi de iyice soğumuştu. Gün ağardı ağaracaktı, göz kapaklarını taşıyamıyordu. “Kalksam, bir duş alsam, huzur bulduğum yatağıma doğru gitsem” diye düşündü. İçinde garip bir tembellik. ‘Ne kadarda kötü kokuyordu bu geceki adam, bir an önce arınmam lazım bu kokudan’’ diye söylendi. Çoğu zaman hiç tanımadığı adamlarla birlikte oluyordu. Birkaç tane de müdavimi vardı. Daha önce hiç görmediği bir adamın içine girmesi, onun mahremini görmesi önceleri tiksindiriyordu onu. Gitgide alışmaya başladı bu duruma. Çevresinde ondan daha tecrübeli arkadaşları vardı. Bir tanesiyle bu durumu konuşurken, ne kadar iğrendiğini anlattı. “Sanki tecavüz ediliyor gibi hissediyorum Zeynep, sana da olmuyor mu böyle?” Zeynep yılların verdiği rahat tavırla; “Amaan, boş ver, beni on altı yaşımda zorla evlendirdiler, o zaman yasal kocam tarafından tecavüze uğruyordum, şimdi en azından bunun karşılığında para alıyorum,” diyerek güldü.
Başlarda bu şakalar onu da eğlendiriyordu ancak artık yorulduğunu hissediyor, kendinden tiksiniyordu.
Banyoya girdi, suyu açıp, biraz bekledi. Sıcak suyun banyoyu buhar içinde bırakmasını çok seviyordu. Sanki su çok sıcak olduğunda daha fazla temizlendiğini hissediyordu. Banyonun buharıyla artık başka bir âlemde olduğunu düşünüp, bir süreliğine de olsa kendini izole ediyordu.
Artık banyo tam istediği gibi olmuş, buhardan göz gözü görmüyordu. Bu ona Çiğdem’in yokluğunda koruyucu bir kalkan gibi geliyordu. Çiğdem uyuşturucudan 6 ay önce ölene kadar Aydan banyoya her girdiğinde, kapıya gelip
şarkı söyleyerek, ona seslenerek varlığını bildiriyordu. Böylece yalnız olmadığını hissedip rahatlıyordu.
Üzerindekileri çıkardı, saçlarını açtı. Uzun kızıl saçları beyaz omuzlarına ipek gibi döküldü. İyice sabunlanıp temizlendiğine emin olduktan sonra bir süre suyun altında öylece bekledi. Her gece yaptığı gibi ağladığını kendisinin bile fark etmemesi için suyun altında kıpırdamadan öylece durdu. Böylece akıp giden suyla beraber gözyaşları da fark edilmiyordu.
Duştan çıktı. Yeni yıkanmış, yumuşak, çiçek kokulu bornozuna sarıldı ve yatağına doğru yöneldi. Saat beşi geçmişti artık, yatıp uyuması, sonra yine uyanıp her gün yaşadığı hayatı yaşaması gerekiyordu.
Uyanacak, kahvaltı yapıp günlük gazetesini okuyacak belki değişiklik olsun diye alışverişe çıkacak ve güneşin batmasını bekleyecekti.
Gece olunca da vücudunu sergileyen kıyafetleri giyip her zamanki mekâna gidecek ve bir kadeh kırmızı şarap söyleyip o geceki müşterisini bekleyecekti.
Yatağa uzandı. Eline geceleri yatarken bir şeyler karaladığı defterini aldı. Yeşil, deri kaplı bir defter… Aslında edebiyatla falan pek ilgisi yoktu. Biraz şiir falan okur, kafası yerindeyse de sonu mutlu biten romanlar okumaya çalışırdı. O deftere belki de annesine hiç ulaştıramayacağı mektuplar yazıyordu. Belki bir gün veririm umuduyla. Birkaç satır karaladı. Düşünürken, uyuyakaldı.
Canımın içi;
Çok yoruldum biliyor musun? Çok kirlendim. Senin küçük kızın olduğun günleri öyle özlüyorum ki. Hele o ellerinin kokusu. Yemek yaptıktan sonra o ellerinin çıkmayan soğan, sarımsak kokusunu, temizlik yaptıktan sonraki çamaşır suyu kokusunu bile özlüyorum. Benim ellerimde öyle koktuğu zamanlarda, ellerimi kokluyorum, senmişsin gibi.
Ne kadar çok umudum vardı. Hiç biri kalmadı neredeyse. Bu boktan hayatın içinde, boktan günler yaşıyorum. Her gün etlerim çekiliyor, sanki biri gelip saçlarımı derisinden koparırcasına çekiyor. Sen ne güzel severdin hâlbuki.
Hayat, o hayat bilgisi kitaplarındaki resimlere hiç mi hiç benzemiyor anne. Hani ilkokulda mevsim panomuz vardı sınıfta. Resimlerinde dört mevsim mutlu çocuklar vardı. Vivaldi bok yesin… Kışlar hiç de o kadar beyaz değil anne, gri. Bahar da neşeli değil. Hele o yazlar, ah o yazlar, vıcık vıcık ter kokulu.
İnsanın yaşaması için nefes alması yetmiyor anne. İnsan hayattayken de ölüyor. Hem de öyle ağrılı ve yavaş ki…
Ölüyorum. Ve bu durum doğduğum günden beri devam ediyor. Ağır ağır ölüme hazırlanıyorum. İki insanın artığı olarak geldiğim bu dünyadan gitmek için bekliyorum.
Güneş usul usul pencereden içeri sızıp yüzüne vurmaya başlamıştı. Beyaz teni güneşte inci tanesi gibi parlıyordu. Gözlerini elleriyle ovuşturdu. Önce sağa sonra sola döndü. Hiç kalkmak istemiyordu. Bir anda doğruldu, yalpalaya yalpalaya da olsa banyoya gidip yüzünü yıkamayı başardı. Pencereyi açtı, baharın en güzel günlerinden biriydi. Uzaktan denizin kokusunu çekmeye çalıştı içine ama çok da hissedemedi. Bir anda Galata Kulesinin dibindeki insanlara gözü ilişti. Kulenin dibinde, on beş yaşlarında tenleri göçebelikten kararmış üç çingene anlam veremediği bir şarkı çalıyorlardı. Ve onların diğer bir tarafında küfreden, bağıran adamlar.
Başka bir tarafta şaşkın şaşkın bakınan turistler ve onlara bir şeyler satmaya çalışan seyyar satıcılar, arabalar, kendini kulüp zannederek müziği son ses açmış kafeler, dükkânlar, kediler, köpekler… Kulenin güzelliğine bakmadan, sırtlarını dönüp, selfie çekip, bir an önce paylaşma uğruna yanındaki güzelliği çektiği fotoğrafta gören insanlar… Bir tek kule sessiz… Artık dayanamıyordu bu curcunaya, bu gürültüye. ”Sadece Kule’nin hatırına da kalınmaz ya canım” diye söylendi. İnsanların yüzde doksanında olduğu gibi onun da sessiz sakin bir sahil kasabasına yerleşme hayali vardı.
Biraz para biriktirmişti. Onunla Ege’de bir sahil kasabasına yerleşip, küçük bir tezgâhta renk renk boncuklar, takılar, hediyelik eşyalar satmak istiyordu. Hani şu her gidilen tatil yöresinde “……. Hatırası” diye yazan ürünler satan cinsten. Ufaktan çalışmalara bile başlamıştı. Canının sıkıldığı zamanlarda evde kendi zevkine göre takılar, hediyelik eşyalar yapıyordu. Eli çok yatkındı. En son Anadolu yakasından dönerken vapurdaki ahşap oturaklardan birine kazımıştı; ”Çengelköy Hatırası” diye.
Çantasında, her zaman ahşap saplı çakısı bulunurdu. Ne de olsa tehlikeli bir işti onun yaptığı. Gece yarısı dışarıda, hiç tanımadığı erkeklerle yatıyor ve yine yalnız başına evine geliyordu. Sokaklar tehlikeliydi. Kendisini koruması gerekiyordu. “Yok yok,” dedi. En kısa zamanda ayrılmalıyım buradan. Hem bu şehirden hem de bu hayattan.
Uzun zamandır yapıyordu bu işi, hiç istemeden. Bazen de kızıyordu kendine, bu işi bırakamadığı için. Ama alışmıştı bir kere, hem başka bir iş de bilmiyordu. Kadın gibi bir hayat yaşamadan, hayat kadını gibi yaşıyordu. O yüzden de kaçıp gitmek istiyordu buradan. Zaten bağlayan da pek fazla bir şey yoktu onu.
Pencereyi kapattı. Mutfağa gidip bir şeyler yemek istedi. “Ekmek kurumuş, sanırım peynir de kokmaya başlamış. Ah Çiğdem ah!” dedi. ”Bıraktın gittin beni, köpekler gülüyor halime” Çiğdem, onun tek dayanağıydı bu hayatta. Beraber yaşıyor, beraber çalışıyorlardı. Bir nevi kader arkadaşlığı…
Aydan’ın üzerine kol kanat geriyordu. Ama kendi ruh sağlığı da pek iyi değildi. Sürekli uyuşturucu alıyordu. Bir gece yine otel odasında sahte zevk çığlıkları atarken, birden bu çığlıklar gerçeğe dönüştü.
Adam, Çiğdem’ i tokatlıyor hatta yumrukluyordu. Zaten hayatından nefret ediyor, bu işi her yaptığında midesi kalkıyordu. Eve döndüğünde her gece kusuyor, uyuşturucuya sığınıyordu. Ve o gece eve geldiğinde artık bu hayatta olmanın ona çok ağır geldiğini anladı. Aydan’ın odasına gidip alnından öptü. İyi geceler diledi ve odasına gitti. Önce sigara yaktı, bir nefes alıp hemen söndürdü çünkü eğer düşünürse vazgeçebilirdi. Aceleyle saçını taradı. Makyajını yapıp yatağa uzandı. Öldüğünde bile güzel olmalıydı. Ve eroini yüksek dozda vücuduna enjekte etti. Ama Aydan bunu hiç bir zaman kabul etmedi. Yani onun kendini öldürebileceğine hiç mi hiç inanmadı. Aydan’a göre intihar, Çiğdem’e göre değildi. Güçlüydü o. Aydan’ın kahramanıydı. Kaç defa ayaklarına kapanmıştı Çiğdem’ in, şu illetten kurtulması için. Hep “tamam” diyordu. “Bir gün mutlaka bırakacağım.”
Hem bir insan kendini nasıl öldürebilirdi ki? Evet, hayat her zaman tozpembe değildi belki ama yaşamak yine de güzeldi Aydan için. Lisedeyken yan sınıftan bir kızın kendini öldürdüğünü duymuştu. Çok üzülmüştü. Ama üzülmekten daha çok şaşkındı. Günlerce bunun üzerine düşündü durdu. “İnsan kendi canına neden ve nasıl kıyabilir?”
Mutfağın da midesi gibi boş olduğunu fark edince dışarı çıkmaya karar verdi. Gider biraz bir şeyler yer hem de gündüz gözüyle şöyle bir İstanbul’u görürüm diye düşündü. Evden çıktı. Tünele doğru yürümeye başladı. Bir yandan ne yesem diye düşünüp bir yandan da etrafına bakınıyordu. Bu sokaklarda gece gezinen insanlarla gündüz gezinen insanlar arasında ne kadar fark var, diye geçirdi içinden. Biraz daha yürüyünce İstiklal Caddesi’ndeydi artık. Sağ tarafta sokak müzisyenleri “Benim sadık yârim, kara topraktır” şarkısını söylüyorlardı. Birinin elinde gitar, birinde santur, diğerinde ise bendir. Bir süre sabit kalıp onları dinledi. Gözlerini kapadı. Santurun sesi dünyanın kendi sesiymiş gibi geldi ona. Üç adam yere çökmüş dilediklerince çalıyorlar ve bundan büyük zevk alıyorlardı. Bir şarkı daha derken epeyce zaman orda dikildiğini fark etti. Santur sesi güzel ama karnından gelen sesler de artık iyice artmıştı. Cebinden bir miktar bozuk para çıkarıp gitar kasasının içine attı ve kafasıyla selamlayıp yürümeye devam etti. En iyi yer bildik yer deyip her zaman gittiği ara sokakların birindeki küçük bir kafeye girdi.
İçerisi köy mutfaklarını andırıyordu. Tahta masa ve sandalyeler, kareli masa örtüleri, toz boyayla boyanmış duvarlar, muntazam bir düzenle takılmış raflar ve onların olmazsa olmazları örtüler. En çok oradaki çeşit çeşit, renk renk reçel kavanozları dikkatini çekiyordu.
Portakal, kayısı, incir, gül, böğürtlen… Patlıcan reçeli bile vardı. Ve küçük bir tülbentle eteklendirilmiş kırmızı beyaz kareli kapakları.
Kendine zeytinli bir omlet ve demli bir çay isteyip reçel kavanozlarına bakmaya devam etti. Masada duran gazeteyi karıştırmaya başladı. Olaylar pek ilgisini çekmedi. Hızlıca geçti sayfaları. Kahvaltısını acele etmeden bitirdi. Hiç kalkmak istemiyordu masadan. Kırk beş yaşlarında bir kadın çalıştırıyordu burayı. Çok bilinen bir yer değildi ama müdavimleri çok severdi. İsmi gibi burası da ‘Yeşil’di. Kadın ona, “bu da benden” diyerek karanfilli çay ikram etti. Köşede duran pikap gözüne ilişti. Yanında da kapakları sararmış plaklar. Ayağa kalktı kadından izin isteyerek plaklara bakmaya başladı. Eline bir 45’lik geçti. Zeki Müren’in “Veda Busesi” Büyük bir özenle plağı kapağının içinden çıkardı ve pikaba yerleştirdi.
Pikaptan çıkan çıtırtı sesleri duyulduğunda yerine oturmuştu bile. Karanfilli çayından bir yudum aldı ve hayallere dalıp, dinlemeye başladı. Veda edilecek bir tek İstanbul kalmıştı onun için. Çayından son yudumunu aldığında şarkı da bitmişti artık. Hesabı ödeyip yeniden caddeye çıkıp yürümeye başladı. Sağa sola bakıyor, bir yandan da kalabalıkta yürümeye çalışıyordu. Atlas Pasajına girip, hiçbir şey almamacasına dükkânları gezdi.
Oradan çıkıp Halep Pasajına, oradan da Aznavura… Ne zaman caddeye çıksa görevmiş gibi bütün pasajları gezerdi.
Bir iki saat böyle avare avare bakındıktan sonra yorulduğunu hissetti. Geri dönüp eve doğru yürürken, masalarını dışarıya atmış bir kafede müzik sesi duydu. Kahvemi burada içer biraz dinlenip eve giderim diye düşündü. Gitarla müzik yapan bir müzisyen, birkaç kişi ve boş masalara şarkı söylüyordu. “Aşk ölüm kadar konuşulması zor bir şeymiş, ben bir konuştum bin öldüm.”
En son lisedeyken öğretmenine âşık olmuştu. Bir daha da tatmamıştı bu duyguyu. Genç ve yakışıklı edebiyat öğretmeni, ne de havalı adamdı. Hiçbir derse bu kadar ilgi göstermezken, edebiyat dersleri vazgeçilmezi olmuştu. Genç öğretmen bir elini cebine sokup, diğer eliyle tuttuğu kitaptan şiirler okurdu sınıfta. Şiire olan merakı da o günlerden mirastı. Nazım Hikmet ve Turgut Uyar ile tanışmıştı mesela. Defterlerine sevdiği şiirleri yazmaya başlamıştı. Daha sonraları öğretmenine olan aşkı, şairlere olan aşkına dönüşmeye başlamıştı. Sanki bazı şiirler onun için yazılmıştı. Tam da onu tarif ediyorlardı. Hem de on beş yaşındaki bir kızın kafasındaki bütün düşüncelerini birkaç mısrayla. Gece olduğunda kalkar, bir şiir okur ve hayallere dalardı.
O kafeye oturmaktan vazgeçip kahvesini çok sevdiği Manda Batmaz ‘a doğru ilerdi. Galatasaray Lisesi’nden tünele doğru salınıp, Manda Batmaz’a geldiğinde önce oturacak yer bulamadı. Burası, belki de İstanbul’ un en güzel kahvesini yapan dükkânıydı. Herkesin bilmediği fakat müdaviminin çok olduğu küçük bir kahveci… Kahvenin kıvamını, tadını o kadar çok severdi ki bazı zamanlar iki tane içerdi. Bir iki dakika bekledikten sonra bir köşeye sığındı. Paketten sigarasını çıkarıp kahvesinin gelmesini bekledi. İlk yudumu aldıktan sonra sigarayı yaktı.
Eve geldiğinde güneş yüzünü çoktan gizlemeye başlamıştı. Evde ses olması için radyoyu açtı ve rastgele bir istasyonu dinlemeye başladı. Radiohead “Creep” çalıyordu.
But I’m creep, I’m weirdo.
What the hell am I doing here?
I don’t belong here.
I don’t care if it hurts.
“Evet,” dedi kendi kendine. “Ben burada ne bok yiyorum?”
“I don’t belong here,” diyerek şakıya eşlik etti. Koltuğa uzandı ve düşlemeye başladı. Son günlerde böyle düşünmeye başladığında aklına sadece gitmek geliyordu. Hiç kimsenin onu tanımadığı bir yer olması gerekiyordu. Yeniden bir hayat kuracaktı kendine. Bunu iyice düşünmesi gerekiyordu. Şöyle bir saate baktı artık zaman geliyordu. ”yarın” ,dedi ”yarın şöyle bir Kumkapı yapıp güzel bir sofrayla ve güzel müzikler eşliğinde kurarım hayalimi.”
Kalktı. Odasına gidip dolabı açtı. Karar veremedi. Pencereyi açıp önce bir dışarıya baktı. Hava sıcaklığını test ediyordu aslında. Geriye döndü. Dolaptan kısa etekli kırmızı elbisesini aldı ve üzerine giydi. Makyajını yaptı. Beğenmedi. Kırmızı ruj daha iyi olacaktı. Saçlarını açarsa daha havalı durur diye düşündü. Evden çıkarken her zaman yaptığı gibi geriye dönüp kontrol edasıyla baktı.
Sokağa indiğinde gece çökmüş, gündüz gezen insanlar mesailerini tamamlamış, sıra gece insanlarınındı. Nazik bir meltem rüzgârı bu güzelliği incitmemek için sanki usul usul esiyordu. Aydan, beyaz teni, kızıl saçları, kırmızı elbisesiyle gururla dikilmiş bir bayrak gibi salınıyordu. Rüzgâr bazen
muzırlık yapıp eteğini havalandırıyordu. Fakat o buna aldırış etmiyordu.
Her zaman gittiği mekâna geldi. Kapıdaki midyeciyle gözleriyle selamlaştı. İnsanlar içerde daha ayık rollerini oynuyorlardı. Barın köşesine oturdu ve daha söylemeden kırmızı şarabı önüne geldi. Kafasını sallayarak teşekkür etti. Fonda en sevdiği şarkılardan biri “Anathema Angelica” çalıyordu. İyice dikkatini verdi şarkıya.
Where are you tonight?
Wild flowers in starlit heaven. Still enchanted in flight.
And I still wonder…
Artık bekleme zamanıydı. Bu arada da boş durmuyordu. Fark ettirmeden insanları gözlüyor; neler yaptıklarını, kim olduklarını, mesleklerini anlamaya çalışıyordu. Bir oyun haline getirmişti kendisine bunu. Sağ tarafına baktı hafif kır saçlı bir adam, yanında kendinden daha genç bir kadınla oturuyorlardı. Adam viski, kadın ise beyaz şarap içiyordu. Adam kesin doktordur diye geçirdi içinden, hınzır bir gülümsemeyle. Elini, kadının belinden ensesine kadar sokmuş bluzunun altında gezdiriyordu. ”Kesin doktor canım.” ,dedi ve tekrar gülümsedi.
Diğer tarafta ise yine bir çift var ama bunlar daha uyumluydu. Yalnız bunlarda da bir sıkıntı vardı. Pek fazla konuşmuyorlar. Ya yeni tanışıyorlar ya da ayrılacaklar. İki zıt durumun birbirine benzemesi ne garip diye düşünürken, omzunda bir el hissetti. Murat’tı bu gelen. Daha önce de birkaç kez birlikte olmuştu onunla. Bazen kendinden geçebiliyordu ama parasını fazlasıyla veriyordu.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıOnur Şahin
- Sayfa Sayısı144
- YazarOnur Şahin
- ISBN9786058115682
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviGiz Yayınevi / 2019
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Hünkarım ~ Bahadır Yenişehirlioğlu
Hünkarım
Bahadır Yenişehirlioğlu
Sultan Abdülhamid’in dostu, sır kutusu Tahsin Paşa’nın romanı: Hünkarım...
- Bez Bebek ~ Ayşegül Toker
Bez Bebek
Ayşegül Toker
İnsan günlük hayatında koşuştururken bir gün gelip sahip olduğu zenginliği kaybedebileceğini hiç düşünmüyor değil mi? Her şeyin para ve onun sağladığı hayattan ibaret olduğunu...
- Vatan Yolunda ~ Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Vatan Yolunda
Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Millî Mücadelemizin Avrupa’dan görünüşü, İstanbul’a Doğru, Millî Mücadelemizin İstanbul’dan Görünüşü, Ankara’da, Yunan Taarruzu ve Sakarya Harbi, İzmir’de Görüşeceğiz başlıkları altında toplanmış anılar demeti. Yirminci...