Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Bir Kış Büyüsü
Bir Kış Büyüsü

Bir Kış Büyüsü

Ayşe Selen, Daniel Douglas Wiesmann

Hiçbir yaşam ve hiçbir ölüm boşa gitmemeli. Bizler ışık saçan yaratıklar olmalıyız, sonsuza dek. (Dona Corajosa) Gral (Eski Fransızca, “graal”) …yalnızca günahsız insanların ve…

Hiçbir yaşam ve hiçbir ölüm boşa gitmemeli. Bizler ışık saçan yaratıklar olmalıyız, sonsuza dek.
(Dona Corajosa)

Gral
(Eski Fransızca, “graal”) …yalnızca günahsız insanların ve seçilmişlerin bulabileceği, sahibine bu dünyada ve öte dünyada mutluluk veren sihirli bir nesne.
(Brockhaus Sözlüğü)

Her şey birbirine bağlıdır.
(Houdini)

***

“…Çok ağır cezası olmasına karşın, bu olaya günümüzde de sık sık rastlanmaktadır. Ancak bunun nedeni başkadır. Bu ilacın hazırlanmasının nedeni yalnızca kafatası kültüne ve topluluk içinde takdir kazanma amacına dayanmaz, ne yazık ki koleksiyoncular ve turistler gerçek bir Tsantsa‘ya¹  öylesine büyük paralar ödemektedirler ki, yerliler böyle bir kafa hazırlamaya sanki teşvik edilmektedirler…, bu nedenle de zaman zaman sarışın, açık tenli Tsantsalar’a da rastlanmaktadır, bunlar Ölen Avrupalıların kafalarıdır.”
(Heinrich Harrer’in “Mitler ve Masallar” başlıklı kitabından)

Bu kitabın yazarında da böyle bir Tsantsa bulunmaktadır. Bu dünyadaki hemen hemen bütün nesneler için olduğu gibi, bu Tsantsa için de bir söylence vardır.

**

EŞİKTEKİ ARMAĞAN

Kıştı. Kışın kar yağdığı zamanlardı. O kış çok kar yağmıştı; kar bütün ülkeyi, bütün kenti ve yolun sonundaki kırmızı tuğlalı evi kaplamıştı. Her şey teiniz, kaygan ve beyazdı, hatta geceler bile. O gece de hava çok soğuktu. İşi olmayan dışarı adımını bile atmıyordu.

Arabalar ve çalılar gizemli bir örtüyle örtülmüşlerdi. Kar sokak lambalarının ışığı altında tuhaf bir biçimde ışıldıyordu. Kapkara gökyüzünde berrak ve soğuk yıldızlar seçiliyordu. Yıldızlar her zamankinden daha yüksekte ve daha uzakta görünüyorlardı, ama yine de büyük ve berraktılar. Parıldamıyorlardı. Sanki göz kırpmadan, her türlü duygudan yoksun, yukarıdan bu gezegene bakıyorlardı.

Alfred Dillinger kırmızı tuğlalı evin salonunda oturmuş, kar altındaki ön bahçesini seyrediyordu. Otuz beş yaşında, güçlü kuvvetli, iriyarı bir adamdı. Sakallıydı, kemerinin üzerinden sarkan oldukça görkemli bir göbeği vardı. Buna karşın biçimli bir bedene sahipmiş gibi görünüyordu, İtalyan tenorlarına benziyordu.

Birden pencereye biraz daha yaklaştı. Dışarıda bir kımıltı görür gibi olmuştu. Ama hiçbir şey kımıldamıyordu. Pencere soluğundan buğulandı. Oluşan biçim Fransa’ya benziyordu. Alfred ve Hannah Dillinger balaylarını Paris’te geçirmişlerdi. Düşünceli düşünceli göbeğini sıvazladı. Gerçekten sekiz yıl mı olmuştu? İnanılır gibi değildi. Sakalının ucunu çekiştirdi, parmağıyla Paris’in olduğu yere bir nokta koydu.

Sonra yine en sevdiği koltuğa gömüldü; bu, yeşil döşemeli, çok eski, kocaman bir koltuktu; sehpanın üzerindeki şarap kadehinden bir yudum içti. Okumakta olduğu kitabı yine eline aldı: Hemingway’in “Sırası Gelen Gider” adlı romanıydı bu. Ama harfler bir türlü onu peşlerinden sürükleyemediler. İçini çekerek kitabı yine elinden bıraktı, kaşlarını çattı. Yalnızlığa alışık değildi. Nedeni bu olsa gerekti. Hannah, yani karısı, annesine gitmişti. Oradan telefon etmişti. Kar nedeniyle dönemiyordu, ertesi sabah gelecekti. Tabii gelebilirse. Radyodan, tipi beklendiğini söylemişlerdi. Alfred Dillinger’ın bakışları yine pencereye çevrildi, dışarıdaki karla kaplı çam ağaçlarının doruklarına daldı gitti.

Hava soğuktu. Savaştan bu yana bu kadar soğuk olmamıştı. Gün boyunca lapa lapa kar yağmıştı, şimdiyse gökyüzünde tek bir bulut bile yoktu. Soğuk, orada bulunan her şeyi etkiliyordu; başını sokacak sıcacık bir damı olmayan canlılar da kendi içlerine büzülüyor, bedenlerinin ortasındaki sıcak korunağa sığınıp umutla günün doğmasını bekliyorlardı.

Ursa Majör² bir takımyıldızdır. Üç yüz bin ışık yılı uzaklıktan ışıklarını saçan yedi yıldızdan oluşmaktadır; orada, sonsuzluğun içinde bir yerdedir. Üç yüz bin ışık yılı süren bir yolculuktan sonra bize ulaşan ışık, geçmişin ışığıdır. Bizim gördüğümüz binlerce yıl önce orada olup biten bir şeydir.
Büyükayı da, geçmişe ait olan o dünya da, o gece, geleceğin dünyasına, yani yeni doğmuş bir bebeğin gözlerinde böyle yansıyordu işte.

Çocuk kırmızı tuğlalı evin kapısının önünde yatıyordu. Ursa Majör da onun açık mavi gözlerinde parıldıyordu. Gözleri ardına kadar açıktı. Yoksa örtülerle sıkı sıkı sarmalandığı halde donmuş muydu? Hiç sesi çıkmıyordu. Orada öylece yatıyordu, evrenin soğuğu iliklerine işliyordu. Dört bir yanını milyarlarca ışık yılı sarmıştı.

Ama o da ne? Bir yaşam belirtisi. Çocuk gözlerini kırptı. Kuru kuru öksürdü. Donmuş soluğunun buharı, yıldızların ışığı altında kıvılcım gibi parladı. Büyük mavi gözlerinde yabancı dünyalardan gelen binlerce ışık yansıyordu. Çocuğun sağ ve sol yanı koyu bir karanlıkla sınırlandırılmıştı. Bir tabutun içinde yatıyordu. Küçük bir çocuk tabutunun içinde.

Bu tabuta benzeyen bir düzine kadar tabut ise evin yanında, rüzgârdan korunaklı bir duvara dayanmış duruyordu. Tabut yığının üzerindeki kar tabakası kısmen bozulmuştu. Karın üzerinde taze ayak izleri seçiliyordu. Biri, yığından bir tabut almış, çocuğu içine koyup evin önüne bırakmış olmalıydı. Bunu her kim yapmışsa çok sessizce yapmış olmalıydı, çünkü kimse bir şey duymamıştı. Küçük çocuk da bir o kadar sessiz davranmıştı demek.

Eğer biri çocuğun yattığı yerden başlayarak kardaki ayak izlerini izleyecek olsaydı, önce dikkatli küçük adımlar, sonra giderek büyüyen geniş adımlar atarak izlerin silindiği yere, caddenin başındaki telefon kulübesine varırdı. Aynı, izlerini izlediği kişinin yaptığı gibi almacı da kaldırırdı belki. Ama telefondan hiç ses gelmediğini anlardı. Çünkü bozuktu.

Şimdi izler düzensiz bir biçimde kulübenin çevresine dağılmıştı; kararsız bir hareketle önce sağa, sonra telaşla hemen yine sola doğru uzanıyorlardı. Ta ki yeni bir yöne doğru gitmeye karar verene dek: sağa. Uzaklarda bir yerde, birkaç cadde ileride, gecenin karanlığında bir sonraki telefon kulübesinin ışıkları görülüyordu. Yeni yağmış karın içindeki ayak izleri uzun aralıklarla devam ediyordu, giderek karda yalnızca ayak uçlarının izi seçilebilir oldu.

Yani biri izleri izleyecek olsaydı, kulübeye giren ve titreyen ellerle numarayı çeviren birini görecekti.

“Hadi, n’olur!” diye yakararak fısıldadı kulübedeki karşı tarafın telefonu çalmaya başlamıştı. “Hadi n’olur!”

Kırmızı tuğlalı evde telefon çaldı. Alfred telefonu açtı, adını söyledi. “Alo?” Kulağa hoş gelen dingin bir sesi vardı. “Kimsiniz?”

Telefon eden kişi lafı uzatmadı. “Kapının önünde,” diye soludu ses. “Size bir armağan var.” Sonra telefon kapatıldı.

Alfred Dillinger kaşlarını çatarak almaca baktı. Sanki içinden başka sözcükler dökülmesi gerekiyormuş gibi almacı salladı. Sonra sakalını kaşıdı, kendisine verilen armağanın nasıl bir şey olduğunu anlamak için sokak kapısına yöneldi.

Alfred Dillinger cenaze levazımatçısıydı. Daha önce birçok kez kapısının önüne ceset bırakıldığı olmuştu. Bu bazen, bir trafik kazasından sağ kurtulan birinin geçirdiği şokun etkisiyle oraya sürüklediği bir kaza kurbanı olabiliyordu. Ya da vermut içmekten alkol komasına girerek ölen birinin kaskatı kesilmiş cesedi zilzurna sarhoş birkaç arkadaşı tarafından paspasın üzerine bırakılıyordu.

Bu nedenle kapının eşiğinde küçük bir tabut görünce pek şaşırmadı. Asıl, tabutun içindekinin hareket ettiğini görünce şaşırdı.

“Sen de kimsin?” diye sordu, bir yandan da kaşlarını çatarak bebeğe eğildi. Bebek onu görünce küçük ciğerleriyle derin bir soluk aldı. Sonra da olanca gücüyle ağlamaya başladı. Soluğunun dumanı Alfred Dillinger’in görüş alanını daraltmış, çıkardığı ses ise kulaklarını çınlatmıştı. “Vay canına,” diye homurdandı Dillinger, bu küçücük canlıyı bir an önce sıcak eve sokmak için harekete geçti, içinden bir ses bunu kesinlikle yapmaması gerektiğini söyleyip duruyordu, çünkü bunun geri dönüşü yoktu. Ölülere alışıktı. Çürümeye yüz tutmuş insan derisine alışıktı. Şimdiyse parmak uçlarıyla tanımadığı bu çocuğun yanağını okşuyordu. Her dokunuşunda onu kendine biraz daha yakın hissediyordu. Bu deri canlıydı. Bu et sıcaktı. Bu canlı bir çocuktu. Büyümekteydi. Daha da büyüyecekti. Bu süre boyunca ona bakılması gerekiyordu.

Hannah Dillinger ertesi gün eve geldiğinde, yere ve merdivenlere gül yapraklarından bir yol yapılmış olduğunu gördü.

“Alfred?” diye seslendi kapıda. Güzel bir kadındı, büyük ama dik göğüsleri vardı, elmacık kemikleri çıkıktı. Beli artık genç bir kızınki kadar ince değildi, son zamanlarda biraz kilo almıştı. Buna karşın kızıl kestane rengindeki saçları ve yeşil gözleriyle hayran kalınacak bir kadındı. Kocası onunla gururlanmakta çok haklıydı. Ancak gül yapraklarından yapılmış bir yol yine de alışılmadık bir şeydi, Hannah bunun sonunun nereye varacağını pek kestiremiyordu.

“Alfred?”

Yanıt yoktu.

“Fred?”

Hannah sokak kapısını kapattı. Gül yaprakları bir an için dışarıdan esen buz gibi rüzgârla havalandılar, sonra yine yere, bir-iki santimetre ileriye düştüler.

“Evde misin?” diye seslendi Hannah eldivenlerini ve şalını çıkarıp aynanın üzerindeki rafa atarken, isabet ettirmişti. Bu iyiye işaretti. Aynada kendine baktı. Yüzü soğuktan kızarmıştı. Yanaklarındaki damarlar şişmişti.

Mantosunu astı. Sonra, çökmek üzere olan bir asma köprüyü geçercesine dikkatli bir biçimde, gıcırdayan merdivenlerden yukarı çıkmaya başladı. (“Aşağı bakmayın hanımefendi.” Ama kadın yine de baktı. Timsahı gördü.)

Gül yolu yatak odasına gidiyordu. Hannah parmağının ucuyla kapıyı açtı, kocası yatakta yatıyordu, göbeğinin üzerinde bir çıkın vardı. Yatağın yanında, dışarıda duvara dayalı olan tabutlardan biri duruyordu.

“Bu tabut burada ne arıyor?” diye sordu Hannah Dillinger sırıtmakta olan kocasına. Hannah yavaşça biraz daha yaklaştı, sanki herhangi bir şeyin üzerine atlamasından korkuyor gibiydi. Kocasının göbeğine işaret etti. “Göbeğinin üzerindeki de ne böyle?”

“Hannah,” diye homurdandı adam bas sesiyle. “Bu bizim oğlumuz.” Büyük bir kahkaha attı. “Bize bir erkek çocuk doğurdum.” Karısının yüzündeki şaşkınlığı görünce katılırcasına gülmeye başladı. Göbeğinin üzerindeki bebek aşağı yukarı zıplayıp duruyordu. Cenaze levazımatçısının sıcak eli, bebeğin küçük bedenini sıkı sıkı tutuyor, neredeyse bütünüyle kavrıyordu.

Hannah yatağın önünde dizlerinin üzerine çöktü. Hey büyük Tanrım. Aynı anda da çocuk uyandı. Ciğerlerine hava çekti, küçük yüzünü kırmızı bir yumruk gibi şişirdi ve bağırmaya başladı.

“Seni küçük cazgır seni,” dedi Hannah Dillinger. Çocuğu şefkatle kucağına aldı, yüreğinden sel gibi taşan sevgisinin içine gömdü onu.

Hannah Dillinger hep bir çocuk sahibi olmak istemişti. Ama bir türlü olmamıştı. Birçok doktora gitmişler, ama doktorlar omuzlarını silkmekle yetinmişlerdi. Hannah artık yirmi sekiz yaşına gelmiş, çocuksuz bir yaşama alışmaya başlamıştı. Şimdi de başlarına böyle bir şey gelmişti. “Bu bir mucize!” diye bağırdı Hannah coşkulu bir saygıyla.

“Bu bir armağan,” diye düzeltti Alfred. Hannah’ya o gece gelen telefonu anlattı. “Onu bulduğumda donmak üzereydi. Şu tabutun içinde yatıyordu. Bir “Romulus’un içinde.”

“Romulus” tabut modelinin adıydı. Kara çam ağacından yapılmıştı, seksen santimetre uzunluğundaydı.

“Bir tabuttaydı demek.” Hannah ürperdi.

“Tabutlarla ne alıp veremediğin var ki?” diye sordu Alfred. Mesleğiyle gurur duyuyordu. Hannah ona şöyle bir baktı. “Herkesi eşitliyor.”

“Eşitliyor mu?” Kocası kaşlarını çattı. “Ama insanın farklılaştığı söylenir. Yani tabuta girdiğinde.”

“Aman ne komik.” Kocasının aptalca söz oyunlarını bilirdi. “Ölüm karşısında bütün insanlar eşittir. Farklılaşsalar bile. Ama yaşamda durum böyle değildir. Bir tabutun içinde yatıyor olsalar bile.” Hannah bebeği yatağın üzerine koydu, örtüleri açtı. “Yaşamın anlamı da bu zaten. Yaşamda farklılıklar vardır. Küçük ya da büyük.” Hannah dudaklarını büzdü, gördüğü şeyi tanımlamaya çalıştı. “Bu şey… orta büyüklükte denebilir,”

Oğlan ağlamaya başladı.

“Tamam, tamam.” Hannah gözlerini devirerek çocuğun karnını gıdıkladı. “Senin yaşında biri için devasa sayılabilir.”

Ama çocuk ağlamasını kesmedi. “Ingaaaaaaa!”

“Korkarım tabutuna girmek istiyor,” dedi Alfred.

“Daha neler.”

“INGAAAAAAAA!”

“Geçti… geçti… geçti…” Hannah çocuğu göğsüne bastırdı. “Oğlumun bundan sonra içine gireceği tabut en azından ‘Başkan’ olmalı.”

“Başkan”, Mahagoni ağacından yapılmış bir tabuttu, iki metre uzunluğundaydı, içi kadife kaplıydı. Çok pahalıydı, politikacılar ve sanayiciler tarafından tercih ediliyordu. Yani yaşamda kayda değer birşeyler yapmış insanlar tarafından.

“Her şeyin bir zamanı var!” Alfred oğlanın sesini bastırmak için elinden geleni yapıyordu.

“Ingaaaaaaa!”

“Ne?”

‘”Oııu tabuta yatır, sakinleşir!”

“Ne?”

“TABUTA YATIR! Ben denedim! Oluyor!”

Hannah istemeye istemeye kocasının dediğini yaptı,

“Ing-hm.”

Yeni anne ve baba birbirine baktı, işe yaramıştı.

Hannah Dillinger omzunu silkti. “Toprağın altına girmediği sürece…”

Küçük Roberto, daha sonra bu adla vaftiz edildi, uzun yıllar boyunca bu tabutta uyudu. Buna alışmıştı; normal bir çocuk yatağına yatırıldığında bildiği, alıştığı yüksek duvarları çevresinde görünceye kadar ağlıyordu. Tabut her iki yanı görmesini engelliyordu; tabutun içine yatırıldığında yalnızca gökyüzünün ya da oda tavanının bir parçasını görüyordu. Yan taraflarında, aralarından çevresini görebildiği parmaklıklar olan normal bir çocuk yatağında ise dış dünyanın aşırı hareketliliği onu rahatsız ediyordu.

“Her şeyin gözünün önünde olmasından hoşlanmıyor,” dedi annesi. “Küçük Romulusumuz.”

“Belki de gerçekten toprağın altına girmek istiyordur?”

“Saçmalama Alfred Dillinger.”

Daha sonraları, daha kolay olduğu için, onu kısaca Ro diye çağırmaya başladılar. Daha da sonraları, oğullarının bir tabut modelinin adıyla vaftiz edilmesinin günah olacağı konusunda görüş birliğine vardılar. Böylece Ro önce Robert’e, sonra da Roberto’ya dönüştü. Ama bütün bunların daha ayrıntılı anlatılması gerekiyor.

**

KAYBOLAN AMA YİNE DE
YERİNDE DURAN ŞEYLERE DAİR

Roberto Dillinger’in çocukluğundan anımsayabildiği en eski resim, korna çalarak ve lastiklerini cayırdatarak önünde birdenbire fren yapan kırmızı bir kamyondu. O zamanlar dört yanlarındaydı. Yani, çevresine şaşkın ve korkulu bakışlarla bakınan küçük bir insandı.

Ailesinin evinin önündeki caddedeydi, ama hiçliğin içinden çıkarılarak bu yabancı ve tehlikeli dünyaya fırlatılmış gibi duyumsuyordu kendini. Bir kuş ötüyor, bir yerlerden radyo sesi geliyordu. Önünde duran alet homurdanıyor, büyük bir sıcaklık yayıyordu. Küçük oğlanın burnunun dibinde pırıl pırıl parlayan bir radyatör duruyordu, onun üstünde ise gökyüzünün solgun mavisi gözüküyordu. Havada yağ, ilkbahar ve yanmış lastik kokusu vardı.

“Aklından zorun mu var çocuk?”

Konuşan sürücüydü.

“Yaşamaktan mı bezdin?” Camdan dışarı çıkarttığı kolunu sallayıp duruyordu. “Çekil yoldan!”

Roberto iri çocuk gözleriyle ona baktı. Kelebek camına ölü sinekler yapışmıştı. Sürücü öne doğru eğildi, sakalına bir damla kurumuş yumurta sarısı yapışmıştı. Bir süre Roberto’ya sessiz ve kızgın baktı. Gözleri sivahtı. Sonra kornaya bastı. “Hadi toz ol!”

Sonunda Roberto da bunu yaptı. Dizleri titreyerek, yüreği çarparak kenara çekildi. Kendini suçlu hissediyordu. Roberto Dillinger’in çocukluğundan anımsadığı ilk duygu, suçluluktu.

“Yaşamaktan bezmiş,” dedi sürücü, yine gaza basarken. Kamyon şöyle bir sarsıldı, sonra da Roberto’nun önünden geçti gitti. Kamyonun arkasında bir kasası vardı, örgülü sarı saçlı üç kız çocuğu arkada duran sandıkların üzerinde oturuyorlardı. Roberto onları ancak şimdi fark etmişti. Kızlar beyaz tenli, sapsarı saçlıydılar, yüzleri güneşten yanmıştı; araba hareket edince sıkı sıkı örülmüş örgüleri omuzlarının üstünde hoplayıp zıplamaya başladı. Kızlar, Roberto’ya baktılar ve gülümsediler. Belki olup bitenden haberleri yoktu; belki de kötü bir şey olmadığına seviniyorlardı. İşte sandıkların üzerinde öylece oturuyorlardı ve çekip gittiler.

Aradan zaman geçip de Roberto olayı yeniden düşündüğünde bile, çocukların o kamyonun kasasında ne işleri olduğuna akıl erdiremedi. Oraya ait değilmiş gibi bir halleri vardı. O olaydan önce ve daha sonraları, Roberto hiç böyle saç örgüleri olan kız çocukları görmemişti. Ama arkalarından baktığı o anda kızlar, biraz önce ölümle burun buruna gelen Roberto için… Kızlar Roberto için Tanrının bir işaretiydiler. Onlar dünyanın ışığına benziyorlardı.

Ama yine de çekip gitmişlerdi.

“Bekleyin,” diye mırıldandı Roberto. Sarsıla sarsıla gitmekte olan kamyonun arkasından birkaç sarsak adım attı. El salladı. “Durun!” diye bağırdı. Ama hiçbir şey olmadı.

“Bekleyin!”

Örgülü saçlar hoplayıp zıplıyordu. Çocuklar giderek küçüldüler. Kamyon sinyal verdi, köşeyi döndü. Gitmişti, artık yoktu. Sanki hiç varolmamıştı, mavimsi egzoz gazı da havada dağıldı gitti.

Roberto tek başına caddede duruyordu; sonra ağır ağır, parke taşlı yolda yuvarlanırcasına ilerledi, kaldırıma tırmandı, güvendeydi. Yaşamaktan bezmenin tam olarak ne anlama geldiğini bilmiyordu, ama bu sözcük genç beyninde başka hiçbir sözcüğün yapamayacağı denli yer etti.

Havada ilkbahar kokusu vardı. Bir de leylak kokusu. Evden de pasta kokusu geliyordu. Bir kuş yolun karşısındaki bir dala kondu. Bu sakin bir caddeydi. Dal kuşun ağırlığıyla eğildi. İkinci bir kuş daha geldi, ilkinin yanına kondu, böylece dal biraz daha eğildi, her iki kuş da çığlık çığlığa uçup gittiler. Roberto diliyle ağzının içini yokladı. Eğer parke taşlı yolun üzerindeki siyah tren izleri olmasaydı Roberto’nun yaşadığına ve karşılaştığı tehlikeye ilişkin hiçbir belirti kalmamış olacaktı.

Roberto güven içinde olduğu kaldırımdan aşağıya parke taşlı yola, yüzlerce, binlerce farklı renkte ve biçimdeki taşlara baktı. Taşlardan birinin üstünde küçük kırmızı bir böcek vardı. Böcek sürünüyordu. Sırtında sarı noktaları vardı. Belki de orada omuzlarında hoplayıp zıplayan örgülü sarı saçlı mini minnacık kız çocukları oturuyordu. Roberto bunu anlamak için böceğe yaklaştı. Ama böcek uçarak kaçtı. Gökyüzünde küçük bir nokta olup yitene dek Roberto onun arkasından baktı.

”Şeyler kayboluyorlar,” dedi kendi kendine Roberto. Bu, onun aldığı ilk derslerden biriydi. “Şeyler kayboluyorlar, arabalar kayboluyorlar, kokular kayboluyorlar, örgülü sarı saçlı kız çocukları kayboluyorlar.” Ama yine de örgülü sarı saçlı kız çocuklarının gerçekten kaybolmadıklarını biliyordu. Onları yüreğiyle yakalamıştı.

Pastanın kokusu başkan çıkarıcıydı, Roberto burnunu kaldırdı, çit boyunca kokuyu izledi, bahçe kapısından girdi, taşların üzerinden yürüyerek evin kapısına vardı. Çok şey olup bitmişti, karnı acıkmıştı.

“Dünyaya gelmek,” dedi Roberto’nun babası, “her zaman tehlikelerle doludur.” Roberto beş yaşındaydı. Oyuncak arabasını halının üzerindeki izler boyunca iteliyordu. Ailece salonda oturuyorlardı. Dışarıda güneş batıyor, gölgeler uzayıp daralıyordu. Açık pencereden taze kesilmiş çim kokusu geliyordu.

“Çünkü bu, kaçınılmaz bir biçimde ölümle sonuçlanan bir girişimdir.” En sevdiği koltukta doğruldu, işaret parmağını uzattı. Roberto başını kaldırıp ona baktı, parmağın üzerinde bulunan ve bir fil yavrusunun sorgucuna benzeyen siyah kılları hayranlıkla seyretti. Babası iriyarı ve güçlü kuvvetliydi. On tane fil kadar güçlüydü. Kollarını kaplayan ince yağ tabakasının altında güçlü kasları vardı. Ayağa kalktı, Roberto’nun önünde çömeldi. Ayakkabıları, kurtarma botları kadar büyüktüler, halının tüylerini eziyorlardı. Roberto’yu koltuk altlarından tuttu. “Hoppa mı?”

“Hoppa,” dedi Roberto yüzü ışıldayarak.

Babası onu kolayca kaldırdı, omuzlarına oturttu. Annesi masada oturmuş elma soyuyordu. Demek ki sütlü, şekerli elma tatlısı yenecekti. Annesi gülümsedi. Roberto annesinin yeşil gözlerinin pırıltısının ardında her an ortaya çıkmaya hazır bir uyanıklık olduğunu sezdi. Dış görünüşünden pek belli olmasa da annesi de güçlü kuvvetliydi.

“Bu bizim için iyi bir şey,” diye açıklamasını sürdürdü babası. Roberto, sesli harflerin baldırlarında vınladığını duyumsuyordu. Babası odanın içinde, Roberto’nun bulunduğu yerden çok ama çok aşağılarda olan halının üstünde yürüyordu. Annesi, sanki Roberto bir pilotmuş gibi, yukarıya el salladı. Roberto da ona el salladı.

“Çünkü bizim karnımız doyuyor…”

Babası sırıttı. Roberto bunu elleriyle hissetti. Yanaklarının kıllı derisi derin kırışıklıklarla dolmuştu.

“…aynı sırtlanlar gibi.” Sonra Roberto’nun babası aynı sırtlanların yaptığı gibi vahşi bir kahkaha attı. Roberto irkildi. Kahkahayı bacaklarında sert sıçrayışlarla hissetmişti. Gülümseyerek gözlerini deviren annesine, şaşkın şaşkın baktı: her şey yolundaydı. Roberto huzursuzca gülümsedi. Büyüklerin gülmece anlayışları henüz ona yabancıydı. En azından cenaze levazımatçılarının gülmece anlayışları.

—-

¹  Kemikleri çıkarıldıktan sonra kurutulan ve küçültülen insan  kafası. (Çev.)
² Büyükayı takmıyıldızının Latince adı. (Çev.)

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıBir Kış Büyüsü
  • Sayfa Sayısı359
  • YazarDaniel Douglas Wiesmann
  • ÇevirmenAyşe Selen
  • ISBN9755108100
  • Boyutlar, Kapak12,5x19,5, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2000

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Yokuş ~ Nikos KazancakisYokuş

    Yokuş

    Nikos Kazancakis

    Kötülüğün tırnakları arasında çırpınan bütün dünyayı düşünüyordu; açgözlülük, inançsızlık, kin salıverilmişti; halklar açlık çekiyor ve üşüyordu, bitip tükenmişlerdi ve artık ölüm istemiyorlardı ancak onları...

  2. Hizmetçi ~ Nita ProseHizmetçi

    Hizmetçi

    Nita Prose

    40’TAN FAZLA DİLE ÇEVRİLDİ! “Ben hizmetçinizim. Sizin hakkınızda çok şey biliyorum ama gerçekten düşünürsek siz benim hakkımda ne biliyorsunuz?” Kırmızı kadife halıları, altın yılanlı...

  3. On Kişiydiler (On Küçük Zenci) ~ Agatha ChristieOn Kişiydiler (On Küçük Zenci)

    On Kişiydiler (On Küçük Zenci)

    Agatha Christie

    Yıl 1939. Avrupa savaşın eşiğindedir. Her biri ürkütücü sırlar taşıyan on kişi, Devon kıyısında bulunan Asker Adası’ndaki ıssız bir malikâneye davet edilirler. Ancak malikâneye...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur