Maruja gözlerini açtı, “Tanrı bize, katlanabileceğimiz şeyleri vermesin,” diyen eski bir İspanyol atasözünü hatırlamıştı. Kaçırılmalarının üzerinden on gün geçmişti; Beatriz de kendisi de ilk gece akıl almaz gibi görünen günlük yaşantılarına alışmaya başlıyorlardı. Kendilerini kaçıranlar, bunun askerî bir operasyon olduğunu sık sık yineliyorlardı, ama rehinelik kuralları hapishane kurallarından beterdi. Yalnızca acil durumlarda ve hep fısıltıyla konuşabilirlerdi. Birlikte yattıkları şilteden kalkamazlardı; ihtiyaçları olan her şeyi, uyuyor olsalar bile onları gözden kaybetmeyen o iki muhafızdan istemeleri gerekiyordu: oturma izni, bacaklarını uzatma izni, Marina’yla konuşma izni, sigara içme izni. Maruja, öksürüğünün sesini bastırmak için ağzını yastıkla tıkamak zorunda kalıyordu. Kokain baronu Pablo Escobar’ın uyuşturucu örgütü, beş yıl içinde on binlerce insanın öldürülmesinden sorumluydu. Bunlar arasında polisler, yargıçlar, gazeteci ve politikacılar, bakanlar, hatta devlet başkanı adayları vardı. Kolombiya’yı yıllarca haraca kesen Escobar çetesi, 1990’da hükümetle pazarlık gücünü artırabilmek için dokuz kişiyi kaçırdı. Márquez işte bu kaçırılma olayını, iyi bir gazeteci ve büyük bir yazar olarak kitaplaştırdığında, ortaya bir García Márquez klasiği çıktı.
1
Arabaya binmeden önce, kendisini kimsenin gözlemediğinden emin olmak için omzunun üzerinden geriye baktı. Bogotá’da saat akşamın yedi buçuğuydu. Hava bir saat önce kararmıştı; Ulusal Park iyi aydınlatılmış değildi; yapraksız ağaçlar, bulanık, hüzünlü gökyüzünün üzerine hayaletleri andıran siluetler çiziyorlardı, ama görünürde korkulacak bir şey yoktu. Maruja, mevkiine rağmen şoförün arkasına oturdu, çünkü orası ona hep en rahat yer gibi görünmüştü. Beatriz de öteki kapıdan binip onun sağına oturdu. Her günkü işlerinde neredeyse bir saat gecikmişlerdi; üç yönetim toplantısının yapıldığı, insana ağırlık veren bir öğle sonrasının ardından her ikisi de kendini yorgun hissediyordu. Özellikle de bir gece önce evinde verdiği bir parti yüzünden üç saatten fazla uyuyamamış olan Maruja. Uyuşmuş olan bacaklarını uzattı, gözlerini yumup başını koltuğun arkasına dayayarak her zamanki emri yineledi:
“Eve, lütfen.” Her günkü gibi, güvenlik nedenleriyle olduğu kadar trafikteki kördüğümler yüzünden, kâh bir yoldan, kâh bir başkasından dönüyorlardı eve. Bindikleri Renault 21 yepyeni, rahat bir arabaydı, şoför de onu dikkatli bir ustalıkla kullanıyordu. O akşamki en iyi seçenek, kuzeye doğru uzanan çevre yoluydu. Üç trafik ışığını da yeşilde yakalamışlardı; akşam trafiği her zamankinden daha az sıkışıktı. Daha kötü günlerde bile bürodan Maruja’nın evine kadar, 84A-42 numaralı Üçüncü Yanyol’u yarım saatte geçerler, daha sonra şoför, Beatriz’i, yedi blok kadar ötede olan evine götürürdü.
Maruja, aralarında birkaç kuşaktan beri gazeteciler bulunan, tanınmış bir entelektüel aileden geliyordu. Kendisi de gazeteciydi, pek çok kez de ödül almıştı. İki aydan beri, sinemaya destek veren bir devlet kuruluşu olan Focine’nin başındaydı. Kocasının kız kardeşi ve yardımcısı olan Beatriz, bir süre için değişiklik olsun diye işine ara vermiş, oldukça deneyimli bir fizik tedavi uzmanıydı. Maruja’nın Focine’deki başlıca sorumluluğu, basına dair her şeyle ilgilenmekti. Her ikisinin de korkacak bir şeyleri yoktu; ama Maruja, uyuşturucu mafyasının, bir önceki ağustos ayında, hiç umulmadık bir esintiyle gazetecileri kaçırmaya başlamasından beri, neredeyse bilinçaltı bir hareketle omzunun üzerinden geriye bakma alışkanlığını edinmişti.
Bu korkusunda da haklıydı. Arabaya binmeden önce omzunun üzerinden baktığında Ulusal Park ona bomboş gibi görünmüş olsa da, sekiz adam vardı onu gözetleyen. Bunlardan biri, karşı kaldırımda park etmiş olan, sahte Bogotá plakalı, lacivert bir 190 Mercedes’in direksiyonunda oturuyordu. Bir başkası, sarı renkli bir çalıntı taksinin direksiyonundaydı. Kot pantolon, tenis ayakkabıları ve deri ceket giymiş dört tanesi, parkın gölgeleri içinde dolaşmaktaydılar. Üzerinde baharlık kostümü, elinde genç işadamı görünümünü tamamlayan evrak çantasıyla yedincisi, uzun boylu, yakışıklı biriydi. Operasyondan sorumlu olan bu kişi, titizlikle yürütülen yoğun provaları yirmi bir gün önce başlamış olan operasyonun ilk gerçek bölümünü, oraya yarım blok uzaktaki bir köşe başı kahvesinden gözlüyordu.
Taksiyle Mercedes araba, Maruja’nın arabasının her zaman geçtiği yolları saptamak üzere bir önceki pazartesiden beri yaptıkları gibi, onları sürekli olarak çok yakından izliyorlardı. Aradan yirmi dakika kadar geçtikten sonra, hep birlikte sağdaki 82. Sokak’a saptılar; Maruja’yla kocasının, çocuklarından biriyle birlikte oturdukları çıplak tuğla yapının iki yüz metre bile uzağında değillerdi. Tam sokağın dik yokuşunu çıkmaya başlamışlardı ki, sarı renkli taksi Maruja’nın arabasını geçerek, onu soldaki kaldırıma sıkıştırdı; şoför de, çarpmamak için ani bir fren yapmak zorunda kaldı. Neredeyse aynı anda Mercedes araba da tam arkalarında durmuş, onlara geri manevra yapma olanağı bırakmamıştı.
Taksiden üç kişi inerek kararlı adımlarla Maruja’nın arabasına yöneldiler. Uzun boylu, iyi giyimli olanı, Maruja’ya kısacık dipçikli bir tüfek gibi görünen, tıpkı bir teleskop gibi uzun ve kalın namlulu acayip bir silah taşıyordu. Aslında, iki saniye içinde tek tek ya da aralıksız otuz mermi atabilen, susturuculu, 9 milimetrelik bir Mini-Uzi’ydi bu. Öteki iki saldırganın da makinelileri ve tabancaları vardı. Maruja ile Beatriz’in göremedikleri ise, arkalarında duran Mercedes’ten üç kişinin daha indiğiydi. Öylesine uyum içinde ve hızlı hareket etmişlerdi ki, Maruja ile Beatriz, saldırının sürdüğü iki dakikacığı ancak kopuk kopuk parçalar halinde hatırlayabiliyorlardı. Beş kişi, arabanın çevresini sararak, içerideki üç kişiyle tam bir ustalıkla aynı anda ilgilenmişler, altıncısı ise, makinelisini doğrultmuş olarak sokağı gözlemeye koyulmuştu. Maruja olacakları anlamıştı.
“Gaza bas, Ángel!” diye bağırdı şoföre. “Kaldırımlara çık, ne yaparsan yap, ama fırla!”
Gerçi önünde taksi, arkasında Mercedes arabayla hareket edecek yeri kalmamıştı ama, Ángel taş kesilmişti. Adamların ateş etmeye başlayacaklarından korkan Maruja, cankurtaran simidine sarılır gibi çantasına sarılıp, şoför koltuğunun arkasına saklanarak Beatriz’e bağırdı:
“Kendini yere at!” “Dünyada atmam,” diye mırıldandı Beatriz. “Yerde bizi öldürürler.” Tir tir titriyordu ama kararlıydı. Bunun bir soygundan başka bir şey olmadığı inancıyla, sağ elindeki iki yüzüğü güçlükle çıkararak arabanın penceresinden dışarı fırlattı; “Alın, başınıza çalın,” diye geçiriyordu aklından. Ama sol elindeki iki yüzüğü çıkarmasına fırsat kalmamıştı. Koltuğun arkasında dertop olmuş olan Maruja ise, küpeleriyle takım oluşturan elmaslı ve zümrütlü bir yüzük takmış olduğunu aklına bile getirmemişti.
Adamların ikisi, Maruja’nın kapısını, öteki ikisi de Beatriz’inkini açmışlardı. Beşincisi, susturucu nedeniyle ancak bir iç çekmesi gibi duyulan tek bir kurşunla camın arkasından şoförün kafasına ateş etti. Sonra da kapıyı açıp onu bir çekişte dışarı çıkararak, yerde üzerine üç kurşun daha sıktı. Bu bir kader değişikliğiydi: Ángel María Roa, yalnızca üç günden beri Maruja’nın şoförüydü; bakanlık şoförlerine özgü koyu renk kostümü, kolalı gömleği, siyah kravatıyla yeni görevine henüz başlamıştı. Bir hafta önce kendi isteğiyle emekliye ayrılmış olan selefi, on yıldır Focine’nin şoförlüğünü yapmaktaydı.
Maruja, şoföre yapılan bu saldırıyı çok daha sonra öğrenecekti. Saklandığı yerden yalnızca kırılan camların bir anlık şangırtısını, hemen arkasından da neredeyse tam tepesinden gelen kesin ifadeli haykırmayı duymuştu: “Biz sizin için geldik hanımefendi. Çıkın oradan!” Demir gibi bir pençe onu kolundan yakaladığı gibi, sürükleyerek arabadan çıkarmıştı. Maruja, elinden geldiğince direndi; yere düşmüş, bir bacağı sıyrılmıştı, ama o iki adam onu havaya kaldırarak, arkadaki otomobile götürdüler. İkisi de Maruja’nın çantasına sarılmış olduğunu fark etmemişti.
Upuzun, sert tırnaklara sahip olan, ayrıca iyi bir askerî eğitimden geçmiş bulunan Beatriz, kendisini arabadan çıkarmaya çalışan delikanlıya kafa tutarak, “Dokunma bana!” diye bağırdı. Çocuk irkilmiş, Beatriz, onun da kendisi kadar sinirli olduğunun, her şeyi yapabileceğinin farkına varmıştı. Tavrını değiştirdi: “Ben kendi kendime inerim,” dedi. “Ne yapmam gerektiğini söyleyin.” Çocuk, taksiyi işaret etti.
“Şu arabaya binip yere yatın,” dedi. “Çabuk!” Arabanın kapıları açıktı; motoru çalışıyor, şoför, yerinde hareketsiz oturuyordu. Beatriz, arabanın arka bölümüne elinden geldiğince uzandı. Çocuk, ceketiyle onu örttü, ayaklarını da üzerine koyarak koltuğa yerleşti. Öteki iki kişi de bindiler: biri şoförün yanına, öteki arkaya. Şoför, arabanın iki kapısı da aynı anda çarpana kadar bekledi, sonra arabayı çevre yolundan kuzeye doğru hızla sürdü. Çantasını arabanın koltuğunda unuttuğunu ancak o zaman fark edebilmişti Beatriz, ama artık çok geçti. Dayanamadığı şey, duyduğu korkudan ve rahatsızlıktan çok, üzerine örtülen ceketin leş gibi amonyak kokusuydu.
Maruja’yı bindirmiş oldukları Mercedes, onlardan bir dakika önce hareket etmişti, hem de başka bir yoldan. Onu, iki yanında birer adamla, arka koltuğun ortasına oturtmuşlardı. Solundaki, başını öyle rahatsız bir pozisyonda kendi dizlerine dayamaya zorlamıştı ki, neredeyse soluk alamıyordu. Şoförün yanında, ilkel bir telsiz telefon aracılığıyla öteki arabayla konuşan bir adam oturuyordu. Maruja’nın kafası iyice karışmıştı, kendisini hangi arabada götürdüklerini bilemiyordu –kendi arabasının arkasında durduklarını hiç fark etmemişti– ama arabanın yeni ve rahat, belki de zırhlı olduğunu hissediyordu, çünkü bulvarın gürültüsü, tıpkı yağmurun mırıltısı gibi, kısık olarak geliyordu kulağa. Soluk alamıyordu, kalbi ağzından fırlayacakmış gibi oluyor, boğulduğunu hissetmeye başlıyordu. Şoförün yanında oturan ve şefleri gibi davranan adam, tedirginliğini fark ederek onu yatıştırmaya çalıştı.
“Sakin olun,” dedi, omzunun üzerinden. “Bir mesaj iletmeniz için götürüyoruz sizi. Birkaç saat içinde evinize döneceksiniz. Ama kıpırdanırsanız sizin için iyi olmaz, bu yüzden sakin olun.”
Onu dizleri üzerinde tutan da yatıştırmaya çalışıyordu. Maruja derin bir soluk alarak havayı ağır ağır ağzından çıkardı; kendine gelmeye başlamıştı. Birkaç blok gittikten sonra durum değişti, çünkü zorlu bir yokuşta araba kendini bir trafik sıkışıklığının içinde bulmuştu. Telsiz telefonlu adam, bağırıp çağırarak, öteki arabadaki şoförün bir türlü yerine getiremediği birtakım olanaksız emirler vermeye başlamıştı. Otoyolun bir yerinde sıkışıp kalmış birkaç ambulans vardı; sirenlerinin yaygarasıyla kulakları sağır edici korna sesleri, sinirleri sağlam olmayan birini deli edebilecek türdendi. Adam kaçıranların ise, en azından o sırada, sinirleri hiç de sağlam değildi. Şoför, kendisine yol açmaya çalışırken öylesine sinirliydi ki, bir taksiye tosladı. Hafif bir çarpışmadan başka bir şey olmamıştı, ama taksi şoförünün bağırarak bir şeyler söylemesi, hepsinin gerginliğini büsbütün artırmıştı. Telsiz telefonlu adam, ne yapıp edip ilerlemesi emrini verdi, araba da kaldırımların ve boş alanların üzerinden geçip gitti.
Trafik tıkanıklığından kurtulan araba, yokuş yukarı çıkmayı sürdürüyordu. Maruja, tepenin o saatte çok kalabalık olan yokuşlarından La Calera’ya doğru gittikleri izlenimini edinmişti. Birden ceketinin cebinde, doğal bir sakinleştirici olan birkaç kakule tohumu bulunduğunu hatırlayarak, kendisini kaçıranlardan onları çiğnemesine izin vermelerini istedi. Sağındaki adam, tohumları cebinden bulup çıkarmasına yardım etti ve o zaman Maruja’nın, çantasına sımsıkı sarılmış olduğunun farkına vardı. Çantayı elinden almışlar, ama kakule tohumlarını vermişlerdi ona. Maruja, kendisini kaçıranları iyice görmeye çalıştı, ama ışık çok azdı. “Kimsiniz siz?” diye sorma cesaretini gösterdi. Telsiz telefonlu olan, sakin bir sesle şu yanıtı verdi:
“Biz M-19’danız.” Saçmalıktı bu, çünkü M-19 artık yasallaşmış, Kurucu Meclis’e katılabilmek için kampanya yürütüyordu. “Doğru söyleyin,” dedi Maruja. “Uyuşturucu mafyasından mısınız, yoksa gerilladan mı?” “Gerilladan,” dedi öndeki adam. “Ama sakin olun. Biz yalnızca sizin bir mesaj götürmenizi istiyoruz. Ciddi söylüyorum.”
Maruja’yı yere yatırmaları emrini vermek üzere konuşmasını yarıda kesti, çünkü bir polis noktasından geçeceklerdi. “Şimdi sakın kıpırdamayın, sesinizi de çıkarmayın, yoksa öldürürüz sizi,” dedi. Maruja, böğründe bir tabanca namlusu hissetmiş, yanında oturan da, cümlenin sonunu getirmişti: “Silahımız üzerinizde.”
Bitmek bilmez bir on dakika geçmişti. Maruja, kendisini gitgide canlandıran kakule tohumlarını çiğneyerek gücünü bir noktaya topladı, ama rahatsız pozisyonu ne bir şey görmesine olanak veriyordu, ne de polis noktasındakilerle konuşmalarını duymasına; tabii eğer herhangi bir şey konuştularsa. Maruja’ya, hiç soru sorulmadan geçtiler gibi geldi. La Calera’ya doğru gitmekte oldukları biçimindeki ilk kuşkusu artık kesinlik kazanmış, bu da onu biraz olsun rahatlatmıştı. Doğrulmaya yeltenmedi, başını adamın dizlerine dayamış olarak kendini daha rahat hissediyordu. Araba toprak bir yoldan geçerek beş dakika kadar sonra durdu. Telsiz telefonlu adam şöyle dedi: “İşte geldik.”
Hiç ışık görünmüyordu. Maruja’nın kafasını bir ceketle örterek onu iki büklüm çıkardılar arabadan, öyle ki, tek görebildiği şey yürüyen kendi ayaklarıydı; önce bir avludan, sonra da belki bir mutfak olan karolarla kaplı bir yerden geçmişlerdi. Kafasını açtıklarında, yerde bir şilte, çıplak tavanda da kırmızı bir ampul olan, ikiye üç metre gibi minicik bir odada bulunduklarını fark etti. Az sonra da, yüzleri bir tür kar maskesiyle örtülü iki adam girdi içeri; aslında bunlar, bir eşofmanın, iki göz ve burun için üçer delik açılmış bacaklarıydı. O andan sonra ve tüm tutsaklık süresi boyunca, bir daha hiç kimsenin yüzünü görmeyecekti Maruja.
Kendisiyle ilgilenen o iki kişinin, onları kaçıran aynı insanlar olmadıklarını fark etmişti. Giysileri eski püskü ve kirliydi; boyu bir altmış yedi olan Maruja’dan daha kısa boyluydular; bedenleriyle sesleri genç olduklarını gösteriyordu. Bir tanesi, Maruja’nın üzerindeki mücevherleri kendisine teslim etmesini buyurdu. “Güvenlik nedeniyle,” dedi. “Burada onlara bir şey olmaz.” Maruja, minicik zümrütleriyle elmasları olan yüzüğünü verdi ona, ama küpelerini vermedi.
Öteki otomobilde bulunan Beatriz, yolla ilgili hiçbir sonuca varamamıştı. Yol boyunca hep yere uzanmış haldeydi; La Calera kadar dik bir yokuşu çıktıklarını hatırlamıyordu; gerçi taksi yolda durdurulmamak gibi bir ayrıcalığa sahip olabilirdi, ama herhangi bir polis noktasından da geçmiş değillerdi. Yoldaki trafik sıkışıklığı nedeniyle arabada son derece gergin bir hava esiyordu. Şoför, telsiz telefonla avaz avaz bağırarak arabaların üzerinden geçemeyeceğini söyleyip ne yapacağını soruyor, bu da değişik ve çelişkili talimatlar veren öndeki arabadakileri büsbütün sinirlendiriyordu.
Beatriz, bacağının kıvrılmasından ve ceketin pis kokusuyla sersemlemiş olduğundan son derece rahatsız bir konumdaydı. Daha rahat yerleşmeye çabalıyor, muhafızı ise karşı koyduğunu sanarak onu yatıştırmaya çalışıp, “Sakin ol aşkım, sana bir şey olmayacak,” diyordu. “Yalnızca bir mesaj götüreceksin.” Sonunda bacağının rahatsız olduğunu anlayınca, Beatriz’in bacağını uzatmasına yardım etti; bu kez daha az kaba davranıyordu. Beatriz’in en dayanamadığı şey, kendisine “aşkım” demesiydi; bu laubalilik onu neredeyse ceketin pis kokusundan daha fazla rahatsız ediyordu. Ama adam onu ne kadar yatıştırmaya çalışırsa, Beatriz’in kendisini öldüreceklerine olan inancı da o kadar artıyordu. Yolculuğun kırk dakikadan fazla sürmediğini hesaplamıştı; bu yüzden de eve vardıklarında saat sekize çeyrek var olmalıydı.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBir Kaçırılma Öyküsü
- Sayfa Sayısı352
- YazarGabriel Garcia Marquez
- ISBN9789750749377
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yabancı ~ Albert Camus
Yabancı
Albert Camus
Albert Camus’nün ( 1913-1960) en tanınmış, en çok yabancı dile çevrilmiş, en çok incelenmiş ve hala en çok satan kitaplar arasında yer alan...
- Yol ~ Jack London
Yol
Jack London
Yol, Jack London’ın henüz on sekiz yaşındayken giriştiği çılgınca serüvenin anlatısıdır. Dünyayı keşfetme fikrinin büyüsüne kapılan genç London, işini bırakıp trenlerle binlerce kilometre kat...
- Fang Ailesi ~ Kevin Wilson
Fang Ailesi
Kevin Wilson
“Tuhaf, benzersiz ve gerçekten eğlenceli. Başka hiçbir kitaba benzemiyor.” Ann Patchett, Time Time, Guardian, Amazon, Esquire, People ve Kirkus’un “YILIN EN İYİ KİTABI” seçkilerinde....