Cahit Uçuk, anılarında, Selanik ve İstanbul’un ahşap konaklarındaki görkemli yaşamı, işgal yıllarını, ülkeyi kaplayan kara bulutların arasından yeni bir devlet kurmaya çalışan idealist insanların çabalarını ve unutulmuşluğunu anlatıyor.
Cumhuriyet Türkiyesi’nin ilk kadın yazarlarından biri olan Cahit Uçuk’un anılarında anlattığı sadece onun değil, hepimizin geçmişi.
Artık çarpıtılmaya yüz tutan yakın tarihimizin birinci elden tanıklığı.
***
başlarken
Hacı Ratibe Hanım, Doyran’dan Selanik’e gelin gelirken, çeyizini tam kırk manda arabası taşımıştı. O zaman Selanik’te düğün evleri, zengin yoksul herkese kapılarını açar, şehir halkı da gelini görmeye gelirdi. Doyran Beyi’nin onurlu kızı Ratibe Hanım, salona kurulan, çiçeklerle süslenmiş, oymalı sütunlu gelin tahtına oturup, kendini seyrettirmeye razı olmamıştı. Aklına gelen şeytanca planı uygulamış; gelinliğini çeyiz halayığına giydirmiş, mücevherlerini, tacını ve gerdanlığını ona takarak tahta oturtmuştu. Kendisi arka odaların birinde topuzunu çözüp uzun saçlarını açmış, sırtını minderlere yaslayarak uzun siyah kehribar çubuğunun ucunda sigarasını içerken, konuklar gelin sandıkları çeyiz halayığının güzelliğini birbirlerine anlatıyorlardı.
Bu muhteşem düğünün üstünden yıllar geçmişti. Kızı Seher on altı yaşındaydı. Bir gün annesi onu çağırdı:
“Gel seninle şu sandık odasına gidelim. Benim yıllarca açmadığım birkaç çeyiz sandığım var, onlara bir bakalım. Belki hoşuna gidecek, çeyizine alabileceğin bazı şeyler vardır. “
Sandıklardan kocaman bir tanesini açtılar. İçinden deri tulumlarda saklanan kürk parçaları, Hint kumaşları, Çin ipeklileri, engürü (Ankara) şalları, antika çevreler, peşkirler, peştemallar çıktı. Seher’in çeyizine bazı parçaları ayırdılar. Seher kumaşlardan çok, antikalardan hoşlanmıştı.
Bu kocaman, üstü kubbeli büyük sandığın dört köşesinde gri renkli, kaba bakkal kâğıdından şeker külahı biçiminde dört külah duruyordu. Anne kız birbirlerine gülümseyerek baktılar. Nadide kımıaşlar ve antikalarla tıka basa dolu sandıkta bu biçimsiz külahların ne işi olduğunu merak etmişlerdi. Seher külahlardan birini alarak, özenle, kapalı olan kâğıdının katlarını açtı. Çok şaşırmıştı. Külahın içinde parıl panl parlayan taşlar vardı. Bir bölümünü dikkatle avucuna dökerek elini annesine uzattı. Ratibe Hanım güldü:
“Şimdi hatırladım. Annem kuyumcumuzun ‘Gerekli olanları kullandık, artanları kâğıt külahlara koyduk’ dediğini söylemişti. Sandıkları yerleştiren büyüklerim de bana söylemişlerdi ama unutmuşum işte, tuhaf…”
* * *
Eski sandığın dört köşesinden çıkan külahlardaki pırlantalar, zümrütler, elmaslar ve incilerle Seher Hanım’a birçok takı yaptırılmıştı. Seher Hanım da hem daha önce sahip olduğu takılarını, hem de sonradan sihirli sandığındaki külahlardan çıkanlarla yapılanları, iki kızı Ahsen ve Hadiye arasında bölüştürmüştü. Kendisi ilk gençlik yıllarında takılarla süslenmişse de sonra hiç kullanmadığı için kızlarına vermişti.
Hacı Ratibe Hanım, kızları Münire, Naile, Seher ile oğlu Mehmet Bey’e ayrı birer çiftlik bağışlamıştı. Münire Hanımefendi’ye Maslar, ikinci kızı Naile Hanım’a Araplar, en küçük kızı Seher’in payına da Çömlekçi Çiftliği düşmüştü. Oğlu Mehmet Bey ise hiçbir zaman kendisine verilen Çubuk Çiftliği’ne ilgi göstermemişti.
Seher Hanım kendisine ‘hanımefendi’ denilmesini sevmezdi; aldığı aile terbiyesi ona alçakgönüllü olması gerektiğini öğretmişti. Ailenin büyük erkekleri ve hanımlarının hepsi birer tarikata mensuptu. Seher Hanım da Bektaşi tarikatına bağlıydı. O devirlerde insanlar kendi dünya görüşlerine en yakın olan tarikata gönül verirlerdi. Bu tarikatlar, kişiliklerin olgunlaşmasına, insanların tanrı emirlerinin derinliklerindeki anlamları kavrayıp, kendi nefislerini terbiye etmelerine yardımcı olan yollardı. Bu yola koyulanlar o derin ve geniş felsefeden bol bol pay alırlar ve kendilerini insanlık yolunda eğitirlerdi.
Seher Hanım’ın annesi Hacı Ratibe Hanım, geçmişiyle, kültürüyle, görgüsüyle aydınlık, örnek bir kadındı. İnsanlara, hele muhtaç kimselere hem gönül kapıları, hem evinin kapıları, hem de kesesi cömertçe açıktı. Doksanüç Türk-Rus harbinde yüz elli göçmeni -onlara barınaklar ve yaşam şartları kurulana dek- altı ay kendi konağında konuk etmişti.
Seher Hanım, babası Miralay Mustafa Bey’e evlatları içinde en çok benzeyeniydi. Hacı Ratibe Hanım’ın oğlu Mehmet Bey, tüm uğraşmalarına karşın küçük kızları Seher gibi becerikli bir çiftlik sahibi olamayacaktı.
Daha çok bilimle, dünyanın geleceğiyle, astronomi ve yeni keşiflerle ilgiliydi Mehmet Bey. Küçük yeğeni Hadiye’ye kendi icadı sinemayı oynattığında küçük kızın aklı durmuştu. Doğum zorluklarında kullanılmak üzere lavta adında bir aleti geliştirmiş, sonra aile doktoru Bulgar Tençof’a hediye etmişti. Doktorun, “Aman Mehmet Bey, bu icadınızdan kimseye söz etmezseniz, ‘Ben yaptım’ diye övünebilirim” ricası karşısında Mehmet Bey icadının onur zevkini doktor Tençof’a seve seve bırakmıştı. Bu tip uğraşları nedeniyle onun çiftliği elbette ki ileri gidememişti.
Seher Hanım, daha gencecik bir kızken bile at sırtından inmezdi. Çömlekçi Çiftliği’ne trenle gidebileceği halde yolunu bir saat uzatarak kısrağı Berrakla gidip herkesi şaşırtırdı. Üzerinden hiç çıkartmadığı yeldirmesi aslında genç bir çiftlik sahibesine ııygun kıyafet değildi. Fakat Seher Hanım, hayatında hiç çarşaf giymemiş, yüzünü örtmemişti. Son derece ciddi, onurlu ve otoriter olmasına rağmen kibirden, gururdan uzak, övünmesiz ve alçakgönüllüydü. Son derece cesurdu. Zehirli yılanları bile başlarından yakalayarak iki silkeleyişte fırlatıp atardı ama fındık faresinden öyle korkardı ki, gördüğünde kendini masa üstünde bulurdu.
Cesurdu çünkü babası Miralay Mustafa Bey de kahraman bir kumandandı. Annesi Hacı Ratibe Hanım da sırasında hünkârına asker veren ve onların giyimini, yiyip içmelerini üstlenerek vatan hizmetine koşan bir kimseydi.
Üç yüz elli yıllık geçmişi olan ailenin tüm üyeleri de onurlu, soylu, okumuş kimselerdi. Miralay Mustafa Bey’le Hacı Ratibe Hanım’ın en küçük kızları Seher, çocukluğunda büyüklerinden, dadısından dinlediği anılarla beslene beslene büyümüştü. Biraz erkek çocuğa benzerdi. Fakat Hacı Ratibe Hanım ile üç kızı, güzellikleri ve saçlarının uzunluğuyla ünlüydüler.
Ata binmeyi babasından, dikiş, nakış ve hesap işlerini de annesinden öğrenmişti. Çiftlik işlerine karşı hevesi ise yedi ceddi toprak adamları olan babasından geçmiş olmalıydı. Miralay Mustafa Bey bir köylü çocuğuydu. Okumayı kendi kendine öğrenmiş, sonra okula gitmişti. Parlak bir öğrenci olarak sınıfları atlaya atlaya askeri okulları bitirmiş, savaşlara katılmış, gösterdiği başarılarla rütbeler almıştı. Seher babasına hayrandı. Beraberce çiftlik işleriyle uğraşmaya bayılıyordu. Yaşı ilerledikçe o yoldaki becerileri de artıyordu.
Babası bir gün ona, “At sırtında dağ bayır demiyor, yalnız başına çiftliği dolanıyorsun kızım. Memleketimizde Rum, Bulgar eşkiyalar var, dikkatli olman gerekiyor.” demişti. Seher gözbebeklerinde şeytanca bir ifadeyle babasına bakmış ve “Babacığım bana tabancalarınızdan birini armağan eder ve biraz da silah kullanmayı, nişancılığı öğretirseniz benim için üzülmenize gerek kalmaz” cevabını vermişti. Babası onun dileklerini yerine getirmekte gecikmemişti. O günden sonra da Seher tabancasını belinden eksik etmemişti. Kısa sürede iyi bir nişancı olmuştu. Bu, kabzası sedefli, küçük, zarif bir tabancaydı. Kısa sürede Seher’in belinde tabancasıyla gezen keskin bir nişancı olduğu çevreye yayılmıştı. Seher zaten cesur bir kızdı, artık korkusuzluğu katmerlenmişti.
Seher konağın içinde, yazları keten ve ipek elbiseler, kışları ise kat kat etekler, yünlü elbiseler giyiyordu. Soğuk havalarda dışarı çıkarken üzerinde içi sarı samur, vizon, üstü atlas kaplı kürkler oluyordu. Dizlerine kadar inen uzun siyah saçlarım hep iki örgü örerdi. Bu kadar uzun ve gür saçlarından topuz yapmaya özendiği zaman, yarım saat sonra bu ağırlığa dayanamayan başı ağrır, firketelerini çıkarır, topuzu çözerdi.
Ablası Münire Hanım, Beylerbeyi payeli Enis Paşa’yla evliydi. Paşanın gençliğinde geçirdiği kabakulaktan ötürü, Enis Paşa’yla Münire Hanımefendi’nin çocukları olmamıştı.
Münire Hanımefendi, Enis Paşa’nın biraderi Osman Nuri Bey’le, en küçük kız kardeşini evlendirmeyi istemiş, sonunda bu hayalini de gerçekleştirmişti. Enis Paşa’nın küçük kardeşi Osman Nuri Bey çok yakışıklı, boylu poslu bir gençti. Sarı saçlı, mavi gözlüydü. Tam bir Rumeli asilzade çocuğuydu. Rumeli beylerinin erkek çocuklarının, avcılık, kuş beslemek, at yetiştirmek gibi tutkuları vardı.
Osman Nuri Bey on altı yaşındayken kopan Osmanlı-Rus Harbi’ne gönüllü olarak yazılmış ve Rusya’ya gitmişti. Osmanlılar yenilmiş ve Ruslara esir düşmüşlerdi. İki yıl Rusya’da esir kalmış, ona âşık olan güzel bir Rus kızı kendisini bakmıştı.
Rusya’daki yaşamından çok şeyler eklemişti kişiliğine Osman Nuri Bey. O soğuk iklimde güzel Rus kızıyla geçirdiği iki uzun gurbet yılından sonra vatanına döndüğünde bir başka insan olmuştu adeta.
* * *
Seher Hanım da kocasına âşıktı, ama öylesine onurlu, öylesine başı dik bir kadındı ki, bir gün olsun Osman Nuri Bey’e Rus sevgilisine ait bir soru bile sormamıştı.
Çömlekçi Çiftliği’ni, kocasıyla birlikte idare etmek istiyordu ama Osman Nuri Bey sadece harayı büyütmekle yetinmişti. At yetiştirerek kazanç sağlayacağını söylerdi ama her doğan kısrağa, taya, gönül bağladığı için hiçbir zaman satamamıştı. Seher Hanım’ın genç omuzlarındaki çiftlik yükünü hiçbir gün paylaşamamıştı.
Osman Nuri Bey’in son derece müşfik bir ruhu vardı. Sabahları mükemmel bir avcı görünümüyle fişeklikleri, av torbası ve çiftesiyle ava çıkardı. Akşam eve döndüğünde kızı Hadiye’nin “Babacığım bugün de av torbanız boş” sözlerine, “Ah evlatcığım, tam nişan alıp tetiği çektiğimde elim titreyiverdi. Kuş uçtu gitti” cevabını verirdi. Osman Nuri Bey, kuşlara kıyamayan, onlara kurşun atamayan bir avcıydı.
Çömlekçi Çiftliği çok büyük bir arazi üstünde kuruluydu. Çiftliğin ortasını bölen Galik nehri bereket getirmekteydi. Çiftlikte Bulgar, Rum, Türk ve çingene yarıcılar çalışmaktaydı. Bulgar ve Rumların küçük kiliseleri vardı. Müslümanların ise camileri… Çiftliğin ortasını bölen Galik nehrinin karşı kıyısında Tripko’nun (Bulgar ormancı) yetiştirdiği ve işlettiği orman uzanıyordu.
Osman Nuri Bey’in keyiflerinden biri de akşamları otlaklardan dönen sürüyü seyretmekti. Çiftlik balkonunda oturur, saatlerce sürünün geçişini izlerdi.
Çiftlik evinin yanında kâhya ailesinin evi vardı. Bulgarların, Rumların, Türklerin ve çingenelerin köyleri ise kendi ibadethanelerine yakın, ama çiftliğin oldukça uzağındaydı. Sebze bahçesindeki kuyudan suyu çekmek için, gözleri bağlı beygir ve katırlar, hiç durmadan dönerlerken, çiftliğin çevresinde oraya özgü bir ses duyulurdu: Gıcır, gıcır, gıcır… Hiç dinmeyen bu sese ormanın içini dolduran çeşitli kuşların sesleri cevap verirdi.
Osman Nuri Bey’in keyfi yerindeydi; genç, çalışkan karısı çiftliği mükemmel surette çeviriyordu. Seher Hanım yeniliklere açık bir insandı. Çiftlik, her yıl yeni bir harman makinesine, bir biçer dövere ve daha çeşitli makinelere sahip oluyordu. Seher Hanım bunlara para harcamakta cömertti. ….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı - Anlatı Hatıralar
- Kitap AdıBir İmparatorluk Çökerken
- Sayfa Sayısı504
- YazarCahit Uçuk
- ISBN9789753634120
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2010
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Son Voli – Serserilik Zor Zanaat ~ Vecdi Çıracıoğlu
Son Voli – Serserilik Zor Zanaat
Vecdi Çıracıoğlu
Deniz mutedil dalgalıya geçmişti; gök bulutsuz, fare tüyüydü. Başımı kaldırıp bakmadım ama öyleydi, mutlaka öyleydi. Çünkü denizin rengi de aynıydı. Bu mevsimde, bu aylarda,...
- Sabah Uykum ~ Ahmet Batman
Sabah Uykum
Ahmet Batman
Belki bir kitabın aynı sayfasında ağlamışızdır. İşte bu haberimiz olmadığı halde dünyanın en güzel karşılaşması olabilir. Ben anlam veremiyorum yani neden bittiğine değil madem...
- Türk’ün Ateşle İmtihanı – İstiklâl Savaşı Hatıraları ~ Halide Edib Adıvar
Türk’ün Ateşle İmtihanı – İstiklâl Savaşı Hatıraları
Halide Edib Adıvar
“Mustafa Kemal Paşa da Eskişehir civarında dolaşıyordu. Vaziyetimiz, hakikat, en tehlikeli bir hal almış bulunuyordu. Ankara’ya muvazi olan tren hattı Yunanlıların eline düşmüş, biz...