“Bir Garip Cindi Zümrüdüanka”, “Konstantiniyye Üçlemesi” romanları “Uykuda Çocuk Ölümleri”, “Karadelik Güncesi” ve “Gecenin Atları” ile tanınan Ali Teoman’ın kısa ve aksiyonlu bir yeraltı romanı.
Gerçekten de bütün gözü pekliğiyle amansız bir işe girişiyor yazar: Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’inden, Joyce’un Ulysses’inden ve Thomas Bernhard’ın romanlarından tanıdığımız o yüksek debili monologların bir benzerini kuruyor.
Bütün örgütlü ve toplumsal şiddetlere dilin şiddetiyle karşılık veren, adeta dilin kemiğini kıran Ali Teoman, bu “ağız dolusu”, bu kapkara romanında feleğin çemberinden geçmiş bir anlatıcıyla kalemini doludizgin sürüyor…
Tibi et igni (oku ve yak) diyor sonunda da zaten!
*
Adım İsmail, moruk, ama arkadaşlar Smayıl derler, hatta pek sevdiğim bazıları Zmayli… Üst tarafını koyver gitsin, kimin nesi olduğum hiç mühim değil. Tut ki, ben bu şişenin bir garip ciniyim.
Biraz ağzı bozuk bir cin, diyeceksin, pis çaputlara da bürünmüş üstelik, ayaklarda pıyrım piyrım salapuryalar, tirnaklar uzun ve içleri kir dolu, saç sakal birbirine karışmış, surat yağlıkara bulaşığı, gözler kan çanağı, ağız desen buram buram kanyak kokuyor. Sefih bir hayatın tüm belirtileri bittamam mevcut yani. Eh, n’apalım, idare et, moruk, bu da cinlerden böyle bir cin işte. Ecinni taifesi tekmil temiz tıraşlı ve takım elbise kravat dolaşmaz ya!
Bak, seninle anlaşalım: Bu yazdıklarımı yalnızca senin için yazıyorum. Sana değil, sakın yanlış anlama, ama senin için… Nasıl? Kendimle çelişiyor muyum? Bir dediğim bir dediğimi tutmuyor mu? Varsın öyle olsun, moruk, takma kafana! Okuduktan sonra, hepsini yırt at, ya da daha iyisi yak ve denize savur külünü. Savur ki, kimse görmesin. Çünkü ezelden beri hep küllerinden doğagelmiştir Zümrüdüanka ve küllerin en iyi savrulacağı yer denizdir.
Madem kimse görmeyecek, öyleyse ne demeye yazıyorsun be adam, diye sorduğunu duyar gibiyim. İnan, bir tek kişinin bildiğini bilmek bile yeter bana; daha doğrusu, milyonda bir de olsa, hiç olmazsa bir kişinin bilmesi ihtimali olduğunu bilmek… Ve değil mi ki sen şimdi okuyorsun bu kırık dökük satırları, kimsin, nesin, bilmem, ama tüm o entipüften olasılık hesaplarına inat okuyorsun işte: O kişi sensin.
O kişi sensin, moruk!
Öyleyse nereden başlamalı? En başından mı? Ama en başın bile daha başı vardır. İnan ki vardır, moruk! Bıçağın ardında bıçak, gölgenin ardında gölge vardır. Ve dahi vardır, ama karda yürür izini belli etmeden. Bilinmez.
Anam avradım olsun ki, bilinmez, moruk!
O halde şimdi desem ki, ikimizden birini seçmesi gerektiğini biliyordu, bu laf da pek bir şey demeyecek sana. Üstelik, işlerin yamuk gittiği bir gün Hamza’ya da söylemiştim bunu. “Ey Hamza-yı Kebir!” demiştim, “Ey gidinin kötü Hamzası! Bu mintika ikimize dardır! Ya sen ya ben, çek kılıcını!” Hamza, garibim, biteviye sırıtırdı bu sözlerime.
Zaten en iyi yaptığı şey buydu Hamza’nın: Olur olmaz, pişmiş kelle gibi sırıtıp durmak. Vank vank korna çalarak yoldan geçen acul bir taksi, yayalardan birisini kaldırım kenarında birikmiş yağmur suyuyla ıslık sıçanı misali baştan aşağı ıslattı mı, Hamza sırıtır. Balıkçı Mihail arapsaçına dönmüş ağlarını çözmekle başa çıkamayıp cayır cayır yırttı mı, Hamza sırıtır. Haşin bir icraatımız neticesinde, daha yeni yıkayıp paklayıp arka bahçeye astığı çamaşırlar çamur banyosuna copladığı için Çaçaron Hafize bir leğen bulaşık suyunu -ki haso balık aromalıdır ve derin soyulana kadar kaynar suyla şartlansan, o koku yine de tamam bir hafta çıkmaz üstünden”Hay boyu devrilesiceler! Gözünüz çıksın inşallah!” naralan eşliğinde, cumburlops, bizimkinin başından aşağı foşurdattı mi, Hamza yine sırıtır. Hamzalar ölmez ve dahi Hamza’nın sırıtma nedeni bilinmez. Hatta her ne kadar abdal ise de, ihtimal ki bu sır kendisinin bile malumu değildir.
Esasen Suat’la Cücü, kendilerinden beklenmeyecek kadar şairane biçimde kafiye düşürüp, Piç Osman’ın da iltihakıyla bizimkinin yüzüne karşı hep bir ağızdan mani söylediklerinde bile, yalak yalak sırıtmıştır zat-ı şahaneleri:
“Ormandan kestik çamı! Hamza, ana-nina-mı!”
Daha laf ağızlarından çıkarken, Hamza’nın ağzı kulaklarına varır.
“Oğlum Hamza! Manyak mısın lan sen? Ne gülüyon, dallama! Bak, herifler anana sövüyorlar.”
Ama yok, hikmetinden sual olunmaz baba erenlerin. Kim bilir, o pek övündüğü isminin dillerden düşmemesi mutlu etmektedir onu belki. (Öyle ya, allahın aslanı ve de peygamber efendimizin en birinciye fedaisi değil midir isim babası Hazreti Hamza?) Belki de nadide birer sevgi nişanesi saymaktadır bu süzme sözleri. Ya da belki sinek vızıltısı gibi gelmektedir ona bunlar. Doğrusu ya, babasının onu oturdukları yıkık dökük ahşap evin kömürlüğüne indirip, kalın ve budaklı bir odunla evire çevire döverken sayıp döktüklerini düşününce, bu sonuncu olasılık daha akla yakın görünüyor bana.
O dört başı mamur dayak fasıllarında biz de bütün arkadaşlar kömürlük penceresinin önünde saha müşahidi olarak hazır bulunurduk. Hamza’nın sopa yemesi, mahallede başlı başına mühim bir vakaydı. Polis komiseri Aptullah Amca’nın, öfkeden kızarmış bir suratla, Hamza’yı kulağından çeke çeke bodruma indirdiğini görür görmez, dayağın meyanesinin geldiğini anlar ve zevkten yayılırdık. Hamza, kesilmeye götürülen bir kurbanlık koç gibi, yüzünde mustarip bir ifadeyle tipiş tıpış inerdi merdivenleri. Babasına karşı koymayı aklının köşesinden bile geçirdiğini sanmıyorum. Kaçmazdı da lavuk. Herkesin karşısında aslan kesilen Hamza, iş babasına gelince, süt dökmüş kediye dönerdi. Durumu daha da gülünç hale getiren, bu dayakların Hamza askere gidene dek sürmesi ve Hamza’nın babasından neredeyse iki kafa boyu uzun olması değildi sadece. Hepimizin asıl hoşuna giden, odunun her inip kalkışında kedi miyavlamasını andıran tiz bir sesle “Viyyy! Naniskyiiim!” diye cırlamasıydı Hamza’nın. Anakronik bir ensest arzusuydu tabii burada dile getirilen; ninesi, o dünyaya gelmeden epeyce önce ebediyete intikal etmişti. Bu arada biz kömürlük penceresinin önünde gülmekten altımıza sıçardık. Elleri dert görmesin, Aptullah Amca, oğlunun bu ciyaklamalarını duydukça daha da bir dellenir, bizim bile evvelce hiç duymadığımız, yakası açılmadık, ağız dolusu, galiz mi galiz küfürlerle, kafasıydı gözüydü demeden basardı odunu Hamza’ya. Doğruya doğru, dayağın hakkını vermesini bilirdi Aptullah Amca. Eee, meslek icabı elbette…
Hamza’nın bu dillere destan dayaklar sırasında da aynı israrlı iyimserlikle sırıtıp sırıtmadığını bilemiyorum, çünkü genellikle çok karanlık olurdu kömürlük. Ama benim tanidığım Hamza, kuvvetle muhtemel ki sırıtmıştır. Bir cüceyle bir devin asimetrik dansıydı o karanlıkta tek seçebildiğimiz. Cüce, elindeki sihirli değnekle deve defalarca dokunur, o iri kıyım karaltı her dokunuşta eğilip bükülür, titreyerek dertop olur, dize gelir, sonra bu ritmik hareketler dizisine en baştan başlamak üzere tekrar doğrulurdu. Her ikisi de saat düzeniyle işleyen bir makinanın parçalarıymışlarcasına, sanki tanrısal bir uyumla devinirlerdi dar yörüngelerinde. Nefesimizi tutarak seyrederdik bu tuhaf sahneyi ve her ânının tadını çıkarmaya çalışırdık. Her gün nasip olmazdı böyle muhteşem bir gösteri. İzleyenlerin ister istemez kendilerini kaptırdığı, yaşamın kökenlerine ilişkin, doğaçlama bir koreografiydi bu, büyülü devinimleriyle insanı saran, kapıp götüren bir tören, bir tür dinsel ayindi.
Kızgınlığı geçince ya da daha ziyade odun sallamaktan kolu yorulunca, dayağı keserdi Aptullah Amca. Hamza, yine tıpkı gelirken olduğu gibi kuzu kuzu, babasının ardı sıra dışarı, gün ışığına çıktığında, mutlaka kafası gözü yarılmış, dudağı patlamış, suratı kan revan içinde kalmış olurdu. Bakışırdik. Hamza bize sırıtırdı.
Zorla değil ya, sırıtmayı seviyordu köftehor! Dudaklarına yayılan o geniş gülümseme, hemencecik ortak ederdi çevresindekileri Hamza’nın sevincine. Bu sürekli sırıtma halinin, az rastlanan anatomik bir özellikten ileri gelip gelmediğini düşünmüşümdür kimi zaman. Ancak bunun daha derinlerde yatan nedenleri olduğunu sanıyorum. Yine de şunu itiraf etmeliyim ki, biyoloji kitaplarına girmeye layık, güçlü ve sağlıklı bir diş yapısı vardı Hamza’nın. İşte bu yüzden, ve belki biraz da iri cüssesi nedeniyle -ki bu sırıtış anlarında dağıttığı tozpembe gülücüklerin acısını, mahallede yaptığımız futbol maçlarındaki kemik sesi getiren haşin hamleleriyle katbekat çıkarırdı Hamza arkadaşlarla Lavaşkiri lakabını uygun görmüştük ona. Söylemek bile gereksiz, memnuniyetini belli eden bir sırıtışla kabul etmişti bu şerefli mertebeyi Hamza.
Hazır laf lakaplardan açılmışken, adımın benim de bir süre sonra ister istemez benimsediğim hoş telaffuzunu Hamza kardeşime borçlu olduğumu hemen belirtmeliyim. Ağzının içine güçlükle sığan Şarklı dili bir türlü dönmediğinden midir nedir, İsmail’i önce Smayıl’a, ardından Zmayıl’a, en sonra da -beni bile hayretlere düşüren dahiyane bir buluşla Zmayli’ye çevirmişti amcam. Bu konuda o sıralar televizyonda oynamakta olan bir İngiliz casus dizisinden ilham aldığını sanıyorum. Kendisinin hayatı boyunca göstermiş olduğu en müthiş ve belki de ilk ve tek entelektüel çaba, zannedersem, budur.
Ama hep Hamza’ya dair hatıralarımdan bahsederek esas konudan biraz uzaklaşıyorum galiba. Oysa daha neler neler var anlatacak ve vakit de hayli dar. Öyleyse hikâyemin dümenini başka bir yöne kırıyorum şimdi.
Bambaşka bir yöne, moruk, hikâyemin dümenini.
Evvelce de dediğim gibi, ikimizden birini seçmesi gerektiğini biliyordu ve bütün sorumluluğu ona ait olacaktı bu seçimin. Kimden mi söz ediyorum? Kimden olacak, Mürüvvet’ten tabii: Annesinin söyleyişiyle Mürvet, bizim aramızdaki ismiyle ise kısaca Mü. Ya Hamza ya ben, vatandaş, seç…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıBir Garip Cindi Zümrüdüanka
- Sayfa Sayısı152
- YazarAli Teoman
- ISBN9789750826207
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yengeç Yazar ~ Koray Avcı Çakman
Yengeç Yazar
Koray Avcı Çakman
Yosunlar pek meraklı… Üstelik de çok kötü dansçı. Denizkızı ise pek pasaklı, saçlarını daha sık taramalı… Denizler de çok mavi… Bu mavilik beni bezdirdi....
- Söyleme Bilmesinler ~ Şermin Yaşar
Söyleme Bilmesinler
Şermin Yaşar
“Yalansızız artık. Hâlâ birkaç sırrımız var. Ama yalansızız.” Evlenip aynı çatı altında yaşıyorlar diye karı koca olur mu insanlar? Aynı ana babadan oldular diye birbirlerine...
- Her Şeye İnat ~ Mikail Durhat
Her Şeye İnat
Mikail Durhat
“Aşkbahar mevsimini bilir misin?” diye sordu karşıdaki adama Yağız. Çantasına eğildi. Yan fermuarını açtığı çantasından iki nehir taşı çıkardı. Elinde tuttuğu taşlara bakarak gülümsedi....