Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Bir Erkek Olarak Yaşamım
Bir Erkek Olarak Yaşamım

Bir Erkek Olarak Yaşamım

Philip Roth

Peter ve Maureen’in bir sahtekârlığın üzerine inşa edilmiş tekinsiz evlilikleri çıkışı mümkün olmayan bir bataklığa dönüşür. Maureen, yetenekli bir yazar olan Peter’ın ilham perisi…

Peter ve Maureen’in bir sahtekârlığın üzerine inşa edilmiş tekinsiz evlilikleri çıkışı mümkün olmayan bir bataklığa dönüşür. Maureen, yetenekli bir yazar olan Peter’ın ilham perisi olmak ister ve bu durum saplantılı bir hal alır. Bu saplantının sapkınlığa dönüşmesiyle Peter kendini cehennemin tam ortasında bulur. Öyle ki Peter, Maureen’in ölümünden çok sonra dahi kendisine yeni bir yol çizemez çünkü saplandığı batak onun yeni hayatı olmuştur.

Kurgu içinde kurgu tekniğiyle ilerleyen roman okuru yine ikilemde bırakıyor: Gerçeğin başladığı ve kurgunun bittiği yer neresi?

Philip Roth’dan “Portnoy’un Feryadı”ndan izler taşıyan bir günah çıkarma metni, bir itirafname.

“Bir Erkek Olarak Yaşamım” okuru baskı altına alan üslubuna ve metin boyunca süregiden büyük sefalete rağmen mizahi yönü çok kuvvetli bir kitap olarak da okunabilir. – “The New York Times”

*

Kavak Yelleri

Her şeyden önce babasının Camden’daki ayakkabı dükkânının üst katındaki ürkek, korunaklı çocukluğu. O gayretkeş, hiddetli ayakkabıcının (“O kadar işte,” demeyi severdi, “alt tarafı bir ayakkabıcı ama bekle de gör sen”) taparcasına sevdiği; oğlunun ukalalığını kırmak, ona örnek olmak için Dale Carnegie okutan adamın on yedi senelik rakibi. “Bu burnu havadalığa devam edersen, Natie, serseri gibi ortada kalır, kimseye kendini beğendiremez, cümle âlemle kanlı bıçaklı olursun” Hal böyleyken, alt kattaki dükkânında Polonius ihtirası kendininkini aşan bütün çalışanlarına kötü davranırdı. Mr. Z. -dükkânda böyle hitap ederlerdi ona; evde babasına karşı geldiğinde oğlu da bu ismi kullanırdımesai sonunda tezgâhtarın ve depocu oğlanın başına kendisininki gibi bir baş ağrısı saplanmış olmasını bekler, emrederdi. Tezgâhtarların istifa ederlerken istisnasız olarak ondan ölesiye nefret ettiklerini söylemeleri onu hep şaşırtırdı; genç bir delikanlının komisyonunu artırması için kendisini teşvik eden bir patrona minnet duymasını bekliyordu. Kendi deyişiyle kişinin “biraz zorlamakla” daha fazlasını elde edebilecekken az ile yetinmesini Mr. Z. anlamıyordu. Böyle zamanlarda onları kendisi zorlardı: “Merak etme,” diye itiraf ederdi sonra gururla, “ben gurur yapmam”; demek istediği, bir başkasının kusurunu gördüğü zamanlarda gazabına erişmesinin çok kolay olduğuydu.

Parayla çalıştırdıklarının yanı sıra kendi kanından canından çocuğu için de aynısı geçerliydi. Örneğin bir keresinde (oğlan hiç unutmadı – onu “bir yazar” olmaya teşvik eden olaylardan biri bu olabilirdi) babası, küçük Nathan’ın okula götürdüğü bir defterde çocuğun imzasını gördüğünde az daha evi başlarına yıkacaktı. Dokuz yaşındaki oğlan kendini beğeniyordu ki imzasından da bu belliydi. Babası da anlamıştı. “İmzanı böyle atmayı mı öğretiyorlar sana, Natie? Karşındaki kişinin okuyup saygı duyacağı imza bu mu? Tren faciası gibi görünen bir imzayı kim okuyabilir ki! Bana bak oğlum, adın bu senin. Atacaksan adam gibi at!” Kendini beğenmiş kunduracının kendini beğenmiş oğlu bu laftan sonra saatlerce odasında hüngür hüngür ağlamış, sarıldığı yastığı öldürene kadar boğmuştu. Yine de yatma saatinde pijamasıyla odasından çıktığında parmaklarının ucuyla köşelerinden tuttuğu beyaz kâğıdın ortasında ismindeki tüm harfler yuvarlak ve okunur bir şekilde yazılıydı. Despota uzattı kâğıdı: “Olmuş mu?” ve birden ayakları yerden kesilerek cennete, babasının sipsivri akşam sakalına yükseldi. “Bak işte, imza dediğin böyle olur! İşte bu imzayla başı dik dolaşır insan! Bu imzayı dükkânda tezgâhın arkasına asacağım!” Aynen söylediği gibi de yapmıştı; müşterilerini (çoğu zenciydi) mutlaka tezgâhın arkasına, oğlanın imzasına iyice bakmaları için çağırırdı. “Buna ne dersiniz?” diye sorardı onlara, sanki Özgürlük Bildirgesi’nin altındaki imzayı gösteriyormuş gibi.

Sersemletici bir dinamoya benzeyen hamisiyle yaşamak işte böyleydi. Bir kez deniz kıyısında balık tutarlarken Philly amcası Nathan’ı oltanın kancasıyla oynadığı için şöyle bir silkeleyeyim demişti de kunduracı çocuğa el sürdüğü için Philly’yi sandaldan körfeze atmakla tehdit etmişti. “Benim dışımda kimse dokunamaz ona, Philly!” “Bir o günleri görsek…” diye mırıldanmıştı Philly. “Ona bir daha dokunursan,” demişti babası yırtıcı bir öfkeyle, “derdini lüferlere anlatırsın, Philly! Andım olsun! Yılanbalıklarına anlatırsın derdini!” Ne var ki Zuckerman ailesinin iki hafta tatile geldiği pansiyona döndüklerinde, Nathan o aptal kancayla az daha amcasının gözünü çıkarıyordu, babası da onu bu yüzden kemerle ilk ve son kez dövmüştü. Üç kez kemeri indirdikten sonra babasının da yüzünün kendisininki gibi yaşlarla ıpıslak olmasına hayret etmişti Nathan, sonra –ki bu daha da hayret vericiydi— birden babası sarılmıştı ona. “Göz bu, Nathan, bir insanın gözü – koskoca bir adam gözleri olmadan nasıl yaşar, hiç biliyor musun sen?”

Bilmiyordu; genç bir oğlanın babası olmadan nasıl yaşayacağını bilmediği gibi, her ne kadar kıçı alev alev yanarken bilmek istese de.

Babası iki savaş arasında iki defa iflas etmişti: Yirmilerin sonunda Mr. Z. erkek giyim, otuzların başında Mr. Z. çocuk giyim; buna rağmen Z.’nin evlatları günde üç öğün yer, uf dedi mi doktora götürülür, usturuplu giysilerle dolaşır, temiz yatağında yatar, cebinde birkaç peni de olsa “harçlık”la gezerdi. İşler batar ama yuvaları asla batmazdı, çünkü ailenin reisi batmazdı. Kıtlıkla ve güçlükle geçen o yıllarda küçük Nathan ailenin kusursuz bir hoşnutluk haricinde herhangi bir şeyin eşiğinde olabileceğine ihtimal vermezdi; bir yanardağ gibi olan babasının özgüveni öylesine ikna ediciydi.

Bir de annesinin inancı vardı tabii. Annesi asla iki defa iflas etmiş ve parasız kalmış bir işadamıyla evliymiş gibi davranmazdı. Kocası banyoda tıraş olurken “The Donkey Serenade”den bir kuple söylemeyegörsün, karısı kahvaltı masasında çocuklara, “Vallahi radyo açık sandım. Bir an Allan Jones söylüyor sandım gerçekten” derdi. Arabayı yıkarken ıslık çalıyorsa, karısı pazar sabahları radyoda popüler şarkıları şakıyan maharetli kanaryaları över (diğer kanaryalar arasında da popüler olmalı, derdi Mr. Z.); mutfağın muşamba zemini üzerinde dans ettiklerinde (akşam yemeğinden sonra vals edesi gelirdi) karısının gözünde “adeta bir Fred Astaire” olurdu; sofrada çocuklarla şakalaşırken en azından karısının gözünde “Can You Top This?”teki herkesten daha komikti – şu Senatör Ford’dan daha komik olduğu kesindi. Studebaker’ı park ederken tekerlek ile kaldırım arasındaki mesafeye bakar ve —asla şaşmazdı– “Harika!” derdi; sanki mısır tarlasına tıksıran bir uçağı indirmiş gibi. Şurası kesindi ki, övebileceği yerde asla eleştirmemek annesinin bir ilkesiydi; kocası Mr. Z. olunca da istese de başka türlü olması mümkün değildi.

Sonra meyveler toplandı. Büyük oğulları Sherman deniz kuvvetlerinden ayrıldığı ve Nathan liseye başladığı sırada Camden’daki dükkânda birden işler canlanmış, Zuckerman’ın üniversiteye başladığı 1949 yılında iki milyon dolarlık Country Club Hills Alışveriş Merkezi’nde yepyeni bir “Mr. Z” ayakkabıcısı açılmıştı. Sonra nihayet müstakil bir ev: Çiftlik gibi tek katlı, yassı taşlardan şöminesi olan, dört dönüm arazi üzerinde bir ev – ailenin rüyası, tam da aile parçalandığı sırada gerçek olmuştu.

Annesi Zuckerman’ın doğum günündeki bir çocuk gibi sevinçliydi, tapunun imzalandığı gün Nathan’ı üniversiteden aramış ve odası için hangi “renkleri” düşündüğünü sormuştu.

“Pembe” diye yanıtlamıştı Zuckerman, “ve beyaz olsun. Karyolamın üzerine perde, makyaj masamın kenarına da saçak isterim. Anne, ‘senin odan’ ne demek şimdi?”

“Ama – ama şöyle bir delikanlıya yakışan, kendine ait, eşyalarının olduğu bir odan olamayacaksa baban ne diye aldı ki bu evi? Hayatın boyunca hep bunu istemiştin.”

“Yapma ya! Odama lambri de kaplatır mısınız, anneciğim?” “Canım, ben de sana bunu diyorum sen ne istersen.”

“Karyolamın üzerinde üniversitemin flaması da olsun mu? Şifoniyerimin üzerinde de annemin ve sevgilimin birer resmi olsun mu?”

“Nathan, niçin böyle dalga geçiyorsun benimle? Bugünü nasıl dört gözle bekliyordum, sense bu güzel habere karşılık benimle dalga geçiyorsun. Bir üniversiteli gibi dalga geçiyorsun!”

“Anneciğim, kibar bir dille anlatmaya çalıştığım şey şu: yeni evinizde ‘Nathan’ın odası’ diye yer olacağı hayaline hiç kapılmayın. On yaşındayken ‘benim eşyalarım’ için istediğim odayı artık istemiyorum.”

“O zaman,” demişti cılız bir sesle annesi, “madem bu kadar bağımsızsın, baban üniversite harcını ödemesin, sana haftada yirmi beş dolar harçlık da göndermesin. Her şey karşılıklıdır belki de, madem öyle…”

Ne bu tehdit ne de söyleniş şekli hoşuna gitmişti Nathan’ın. “Eğer” demişti, yaşına göre davranmayan bir çocukla konuşan birinin ciddi, ağırbaşlı sesiyle, “eğitim masraflarımı karşılamak istiyorsanız, bu karar size ait; babamla aranızda bu kararı verirsiniz.”

“Ah canim, niçin böyle acımasız biri oldun senin gibi tatlı ve düşünceli biri?”

“Anne,” demişti artık bir İngiliz Dili ve Edebiyatı öğrencisi olan on dokuz yaşındaki genç, “ağzından çıkanı kulağın duysun. Ben düşüncesiz değilim. Neyse onu söylüyorum.”

Ah, Nathan Zuckerman’ın Betty Zuckerman’a filmlerde erkeklerin kadınlara âşık olduğu gibi âşık olduğu o 1942 gününden bu yana ne mesafe katedilmişti! Evet, vurulmuştu ona, sanki annesi değil de anlaşılmaz bir sebepten yemeklerini pişiren ve odasını toplayan ünlü bir aktristi. Betty, Nathan’ın okulundaki savaş tahvili birliğinin başkanı olarak o sabah spor salonunda tüm öğrencilere hitap etmiş ve savaş pullarını saklamanın önemini anlatmıştı. Yalnızca “kız arkadaşları” ile Philadelphia’da bir gösterinin gündüz matinesine giderken giydiği kıyafetlerle gelmişti; gri tayyörü ve beyaz ipek bir bluzu vardı. Dahası, konuşmasını (hiç kâğıda bakmadan) arkası kırmızı, beyaz ve mavi perdelerle süslenmiş bir kürsüden yapmıştı. İnce, saygın ve kibar annesinin o gün sahneden yaydığı görkem nedeniyle Nathan ömrü boyunca gri tayyörlü ve beyaz bluz giymiş kadınlara gönlünü kaptıracaktı. Hatta okul müdürü Mr. Loomis (kendisi de benzer şekilde ona vurulmuş gibiydi) savaş tahvili ve okul aile birliği başkanı olarak annesini Madam Çan Kay Şek’e benzetmişti. Bu iltifatı mahcupça kabul eden Mrs. Zuckerman kürsüde Madam Çan’ı örnek aldığını söylemişti. Pearl Buck ve Emily Post da örnek aldıkları arasındaydı, demişti öğrencilere. Zuckerman’ın annesinin “zarafet” adını verdiği şeye dair gerçekten de sarsılmaz bir inancı vardı; tebrik ve teşekkür kartlarına ise Hindistan’da ineğe gösterilen türden bir hürmet duyardı. Birbirlerine âşıklarken Nathan da böyleydi.

Zuckerman’ın hayatının ilk büyük şaşkınlıklarından biri, ağabeyi Sherman 1945’te iki yıllığına deniz kuvvetlerine yazıldığında annesinin hayatına devam etme şekli oldu. Gören, sözlüsü cephede ölmeye giden genç bir kız olduğunu sanırdı, halbuki İkinci Dünya Savaşı’nı Amerika Ağustos’ta kazanmıştı ve Sherman alt tarafı yüz elli kilometre uzakta, Maryland’de acemi birliğindeydi. Nathan annesini neşelendirmek için aklına gelen her şeyi yaptı: Bulaşıklara yardım etti, cumartesileri bakkaliyeyi eve taşımaya kalktı; sürekli konuşuyor, kız arkadaşları gibi normalde söylemeye utanacağı şeyleri bile anlatıyordu. Pazar akşamları oturma odasındaki briç masasında babasıyla “erkek erkeğe❞ remi oynamaya oturduklarında annesini de gelip omzunun üzerinden bakmaya çağırıyor, bu duruma babası çok bozuluyordu. “Oynayacaksan oyna,” diye uyarırdı babası, “attığım kartlara bak, Natie, bırak anneni şimdi. Annen başının çaresine bakar, sen gene hezimete uğradığınla kalırsın.” Nasıl böyle kalpsiz olabiliyordu bu adam? Annesi belli ki başının çaresine bakamıyordu işte – bir şey yapılmalıydı. Ama ne?

Radyoda “Mamselle” çalındığında Nathan özellikle ne yapacağını bilemiyordu çünkü annesi bu şarkıya karşı tamamen savunmasızdı. “The Old Lamplighter” ile birlikte, Sherman’ın yarı klasik ve popüler şarkılardan oluşan repertuarında en sevdiği şarkıydı; yemekten sonra oturma odasına geçip Sherman’ın (annesinin isteğiyle) “yorum”unu çalıp söylemesini dinlemek çok hoşuna giderdi. Bir o kadar sevdiği “The Old Lamplighter”a bir şekilde dayanabiliyordu ama şimdi ne zaman radyoda “Mamselle”i çalacak olsalar ayağa kalkıp odayı terk ediyordu. Kendisi de “Mamselle❞e duyarsız kalamayan Nathan peşi sıra gider ve annesinin yatak odasının kapısı başında durur, onun boğuk ağlama sesini dinlerdi. Ölecekti bu gidişle.

Usul usul kapıya vurup, “Anne… iyi misin?” diye sordu. “Bir şey ister misin?”

“Hayır canim, istemiyorum.”

“Sana kompozisyonumu okuyayım mı?”

“İstemem, canım.”

“Radyoyu kapatayım mı? Dinlediğim şey bitti, gerçekten.”

“Bırak çalsın, Nathancığım. Biter birazdan.”

Ne korkunçtu annesinin ıstırabı ne de tuhaftı üstelik. Kendisinin Sherman’ı özlemesi anlaşılırdı ne de olsa Sherman onun tek ağabeyiydi. Küçüklüğünde Nathan’ın Sherman’a düşkünlüğü öyle gözle görünür bir şekilde belliydi ki diğer çocuklar dalga geçerlerdi Sherman Zuckerman yürürken bir an dursa, kardeşinin burnu Sherm’ün kıçına girer diye. Küçük Nathan gerçekten de ağabeyinin peşinden sabah okula, öğleden sonra İbranice derslerine, akşam izci toplantılarına giderdi: Sherman’ın beş kişilik lise grubu bar mitsva ve düğünlerde çalarken Nathan “maskot” olarak onlarla gider, sahnenin köşesinde bir tabureye oturur ve rumba çalınırken iki sopayı birbirine vurarak eşlik ederdi. Ağabeyinin yokluğunu çekmesi, geceleri odasında sağındaki boş yatağı görünce gözlerinin dolması, bunlar anlaşılırdı. Ama annesinin derdi neydi ki? Sherman’ı nasıl böyle özleyebilirdi ki, kendisi hâlâ varken – üstüne üstlük hiç olmadığı kadar da usluyken! Nathan bu sırada on üç yaşına basmıştı ve lisede çoktan onur listesine girmişti ama tüm zekâsı ve olgunluğuna rağmen bu işin içinden çıkamıyordu.

Sherman acemi birliğinden sonra ilk iznine çıktığında içi müstehcen fotoğraflarla dolu bir çıkın getirmiş, beraber mahallede dolaşırlarken Nathan’a hepsini göstermişti; kardeşine bir denizci montu ve kepi hediye etmiş, Bainbridge meyhanelerinde kucağına oturan ve elini elbiselerinin içine sokmasına izin veren orospulardan bahsetmişti ona. Üstelik para da almıyorlardı. Kimi elli, altmış yaşındaydı bu orospuların. Sherman o sırada on sekizdi ve Lenny Tristano gibi bir caz müzisyeni olmak istiyordu; müziğe olan yeteneği sayesinde hemen Moral Hizmeti’ne atanmıştı ve üste gös…

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıBir Erkek Olarak Yaşamım
  • Sayfa Sayısı296
  • YazarPhilip Roth
  • ISBN9789750848506
  • Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2020

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Baba Mirası – Gerçek Bir Hikâye ~ Philip RothBaba Mirası – Gerçek Bir Hikâye

    Baba Mirası – Gerçek Bir Hikâye

    Philip Roth

    Philip Roth “Baba Mirası”yla tüm zamanların karşı koyması en güç, en büyük kahramanına –babasına– yeniden can veriyor. Beyin tümöründen mustarip seksen altı yaşındaki Herman...

  2. Meme ~ Philip RothMeme

    Meme

    Philip Roth

    “Çaresizlik içinde her aklıma gelene dört elle sarılıyorum. Kendi kendime dedim ki, Bu illete ‘edebiyat’ yüzünden tutuldum. Ders olarak okuttuğum kitaplar beni bu duruma...

  3. Öfke ~ Philip RothÖfke

    Öfke

    Philip Roth

    1951’de, Kore Savaşı’nın ikinci yılında itaatkâr ve duygusal bir delikanlı olan Marcus Messner ailesinin tek çocuğudur. Bu genç Yahudi, koşer bir mahalle kasabı işleten...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Miso Çorbasında ~ Ryu MurakamiMiso Çorbasında

    Miso Çorbasında

    Ryu Murakami

    Ryu Murakami, savaş sonrası Tokyo’sunun neon parlaklığındaki gecelerinin karanlık köşelerini gösteren şiddetli eserleriyle, modern Japon edebiyatının en önemli isimlerinden. Daha önce Yok Yere ve...

  2. Şeker Portakalı ~ José Mauro De VasconcelosŞeker Portakalı

    Şeker Portakalı

    José Mauro De Vasconcelos

    “Ne güzel bir şeker portakalı fidanıymış bu! Hem bak, dikeni de yok. Pek de kişilik sahibiymiş, şeker portakalı olduğu ta uzaktan belli. Ben senin...

  3. Varolmak ~ Yusef SaeeVarolmak

    Varolmak

    Yusef Saee

    Kendi kendime: ’’Acaba sonsuza dek insanlığımın ihtişamını koruyabilecek miyim?’’ diye sorarım. Bundan dolayı bütün insanlığın yararına olacak hakikatleri yazmaya çabaladım. Yazdıklarım kalemimin şeffaflığından ve...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur