Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Bir Dinozorun Anıları
Bir Dinozorun Anıları

Bir Dinozorun Anıları

Mina Urgan

Mina Urgan ‘Bir Dinozorun Anıları”nda açık yürekli, yalın ve naif bir dille anlatıyor; kendini, çevresindekileri ve bir coğrafyada olan biteni… Halide Edip, Necip Fazıl, Abidin Dino, Neyzen Tevfik, Sait Faik, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Atatürk ve başka pek çok isimle zenginleşmiş bir ömrü…”

İngiliz edebiyatı ‘duayenimiz’ Mina Urgan, bu kez anılarıyla, bir yaşama ustası olarak karşımızda.

Mina Urgan ‘Bir Dinozorun Anıları”nda açık yürekli, yalın ve naif bir dille anlatıyor; kendini, çevresindekileri ve bir coğrafyada olan biteni… Halide Edip, Necip Fazıl, Abidin Dino, Neyzen Tevfik, Sait Faik, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Atatürk ve başka pek çok isimle zenginleşmiş bir ömrü…”

Oğuz Atay’ı ayaküstü ve o kadar az gördüm ki, onunla ilgili ancak bir tek izlenim edindim: Koskocaman bir kediye benziyordu tıpkı. Çok kocaman ve çok güzel bir kediye, öyle benziyordu ki, ona elimi uzatınca ‘miyaaav’ diyeceğini sandım. Miyavlayacağı yerde ‘tanıştığımıza memnunum’ deyince şaşırıp kaldım.”

Mina Urgan’ın anılarını bazen coşkuyla bazen buruklukla ama hep gülümseyerek okuyacaksınız.

***

İÇİNDEKİLER
BİRİNCİ BOLUM Yaşlılık ve Ölüm • 7
İKİNCİ BOLUM Çocukluk • 93
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM Gençlik »167DÖRDÜNCÜ BÖLÜM Gençliğimde Tanıdığım Bazı Kişiler »197
BEŞİNCİ BÖLÜM Siyasal »245
Son Söz • 319

BİRİNCİ BOLUM

Yaşlılık ve Ölüm

İhtiyarlar ne yaparlar? Anılarını yazarlar. Ben de bunu yapıyorum işte. Günce tutmak alışkanlığım olmadığı; ancak altmışından sonra ve yalnız yolculuklarımda notlar tuttuğum için, bu dinozorun anıları biraz kopuk kopuk olacak. Üstelik belleğim de hiç güçlü değildir.

Bunun nedeni, birçok şeyi kafamdan tamamiyle silmek istememdir belki de. Çünkü bizi derinden yaralayan olayları hiç anmamak, tümüyle unutmak, daha doğrusu unutmuş gibi davranmak zorundayız yaşamaya devam edebilmek için.

Anılarımı yazmaya başlarken seksen iki yaşma bastım. Bu işi tamamlamaya ömrüm vefa eder mi bilemem. Ama bunu deneyeceğim mutlaka. Çünkü belleksiz bir toplum olmamızı önlemek için, herkesin anılarını yazmasını yararlı buluyorum. Köşedeki bakkal gördüklerini kaydetse, sokağındaki evlerin nasıl apartmanlaştığmı, orada oturanların ne gibi değişimlere uğradığını, kendi bakkaliyesinin nasıl markete dönüştüğünü anlatsa, bunlar bile ilginç olur bana kalırsa.

Ne var ki, görev bildiğim bu işe bir nebze bencillik de karıştığını yadsıyamam. Çünkü benim gibi, ruhun ölümsüzlüğüne, öteki dünyaya filân inanmayan bir insan, karanlık bir boşlukta yok olmadan önce, çok küçük de olsa, bir iz bırakmak ister peşinde. Tek ölümsüzler sanatçılardır, şairlerdir, yazarlardır, düşünürlerdir. Şimdi ünlü olmasalar bile, ileride değerleri anlaşılacaktır. Çamurlu bir su birikintisine, bembeyaz, ışıl ışıl ışıldayan çok güzel bir çakıltaşı atmışlardır onlar. Çamurlu sular nasıl olsa bir gün çekilecek, o güzel çakıltaşı gün ışığına çıkacaktır. Büyük yaratıcılar, her zaman yaşayacakları, hiçbir zaman unutulmayacakları için, anılarını yazsalar da olur, yazmasalar da. Oysa benim gibi bir öğretmeni, öğrencilerinden, ailesinden, yakın dostlarından başka kim anımsayacaktır? Onlar da öldükten sonra, o öğretmen tümüyle yok olacaktır karanlık boşluklarda.
Anılarıma başlarken, her şeyden önce, gençliğin bir mutluluk, yaşlılığın ise bir mutsuzluk dönemi olduğu mitosunu yıkmak istiyorum. Gençliğin mutluluğu, gençlerin kendileri dışında nerdeyse herkesin inandığı koca bir yalandır. Hiçbir gencin, “genç olduğum için aman ne mutluyum” dediği duyulmamıştır. Ama her nedense ihtiyarlar “ah! gençken ne mutluydum!”

diyerek kendilerini aldatıp dururlar. Ailesi ve çevresi tarafından az çok korunan bir çocuk, on altı on yedi yaşına varıp, kimliği henüz gelişmeden, kendini savunma mekanizması henüz işlemeye başlamadan; toplumun, insanların, cinselliğin gerçekleriyle ansızın karşı karşıya gelince, nasıl mutlu olabilir ki?

Bir hayli dirençli, iyimser bir insan olduğum için, bu uzun ömrüm boyunca başıma gelen felâketlere dayanabildim ama, on beş ile yirmi beş yaşları arasında çektiklerime bir daha dayanamam gibi geliyor bana. Dertlerime, beni şaşırtan yoğun sevinçler de karışıyordu elbette. Ne var ki, dertler, sevinçlerden ağır basıyordu her zaman. Çünkü kişisel sorunlarım bir yana, dünyanın felâketlerinden, toplumsal düzenin haksızlıklarından, insanların birbirilerine acımasızlığından sorumluymuşum; bunlara bir çare bulmam gerekiyormuş gibi bir duyguya kapılmıştım. Bu yükümlülüğü her zaman duymakla birlikte, gençliğimde kendimi yalnız sanırdım. Oysa yükümü benimle paylaşan başka insanlar da olduğunu biliyorum artık.

Gençliğimde çok acı çektim, ama şimdiki gençlerin acıları benimkinden bin beter herhalde.

Çünkü benim kuşağım, gençliğini ve gençliğin sorunlarını umutlu bir dönemde yaşadı hiç olmazsa. O birinci ve tek cumhuriyet gözümüzün önünde kurulmaktaydı. Eğer çalışırsak, doğru dürüst eğitim görürsek, aç biilaç ortalarda kalmayacağımızı biliyorduk. Güçlü bir umut içimize öyle derin kökler salmıştı ki, şimdi yaşadığımız toplumsal felâketler, hortlayan gericilik bile, benim gibi dinozorları hâlâ yıldıramadı.Oysa liberal denilen ekonominin o yağmacı ve vahşi kapitalizminin yıkıcı rekabet ortamı içinde bocalayan Turgut Özal’ın zavallı veletlerinde, bu türden bir umut hiç yok. Çok çalışsalar da, üniversiteler bitirseler de,aç kalacakları korkusundan kurtulamıyorlar. Ne yazık ki, çoğunun amacı, bizim kuşağın amacından bambaşka. Bizler, kendimizi her açıdan en iyi biçimde eğitip, hem çevremize yararlı olmak, hem de huzur içinde yaşamak isterdik. Onlar ise, ellerinden geldiği kadar çok para kazanmak istiyorlar. Çünkü bizlerin her şeyden önemli saymadığımız para, onların tek güvencesi. Bir insanın, insanca yaşayabilecek kadar para kazanması şarttır elbette. Ama Özal veletleri, çok çok para, gerektiğinden fazla para kazanmak istiyorlar. (İkide birde “Özal veletleri” diyorum. Çünkü bu berbat zihniyet, Turgut Özal’m o çirkin”vizyon”larından kaynaklandı. Rahmetli, 12 Eylül darbecilerinden çok daha fazla kötülük etti bu memlekete. Çünkü darbeciler gibi işkence yoluyla bedenlere hasar vermekle yetinmedi, kafalara hasar verdi.) Zenginleri sevdiğini açıkça söylemekten hiç utanmayan bir adamın etkisine kapılıp para hırsına teslim olan, kültürü önemsemeyen, tiyatroya, klasik müzik konserine, resim sergisine gitmeyen, kitap okumayan bu gençlerin, sanatın insana verebileceği nazlardan yoksun kalmaları yüreğimi parçalıyor. Paranın yaşamlarını zenginleştirmediğinin, kişisel sorunlarına da bir çözüm getiremeyeceğinin iş işten geçtikten sonra farkına varacaklardır. Üstelik I.Q’nun yetmediğini, bir işi yönetene iş hayatında başarı sağlamak için bile E.I.Q. (Emotional Intelligence Quotient) gerektiğini, Amerikalılar bile anladılar artık. Bu duygusal zekâ ise, kitap okuyarak, müzik dinleyerek, tablolara bakarak, yani sanatla gelişebilir ancak.

Gençliği bir mutluluk dönemi sanmak yanılgısına düşenler, ihtiyarlığı da, acıklı, hattâ biraz ayıp bir dönem sayıyorlar. “Artık ben ihtiyarladım” deyince, “hayır ihtiyarlamadınız, sadece yaşlandınız” diyorlar. Sanki yaşlanmakla ihtiyarlamak aynı anlama gelmiyormuş gibi, “ihtiyarlamak” hafifçe müstehcen bir sözcükmüş gibi. Bir de “sizi çok iyi gördüm” lâfı var.
Benden genç olanlar, benimle karşılaşır karşılaşmaz, “sizi çok iyi gördüm” diyorlar selam yerine. Bunu otomatik olarak söylerken, iyiniyetliler, “vah zavallı! Amma da çökmüş!” diye düşünüyorlar. Kötü niyetliler de, “bu moruk da hâlâ ayakta kaldı.”
diyorlar içlerinden.

Oysa ihtiyarlamak, hiç utanılacak bir durum değil, üzülecek bir durum da değil. Bernard Shaw, yaşını açıkça söyleyen bir kadından korkulması gerektiğini; çünkü bunu açıklayan bir kadının her şeyi açıklayabileceğini söyler. Yaşımı bildirmekten hiçbir zaman çekinmedim.

Hattâ iyice ihtiyarladıktan sonra, biraz gururla, nerdeyse övünerek ilan etmeye başladım tam kaç yaşında olduğumu. Onun için, yüzlerine bir maske takarcasma ağır makiyajlarla yaşlarını gizlemeye çalışan kadınları pek anlayamıyorum. Belirli bir yaşa kadar makiyaja hiç de karşı değilim. “Otuzuma basınca, ben de makiyaja başlayacağım” derdim kendi kendime. Ama bu iş çok vakit aldığı için, üşendim, başlayamadım. Sonra otuz beşe erteledim makiyajı, sonra kırka. Kırktan sonra da iş işten geçti zaten.
On yıl kadar önce, annemin gençlik arkadaşı Bedia Muvah-hit’le karşılaşmıştım bir lokantada. Yanına gittim, eğildim, “Bedia Teyze, yetmişimi aştım” diye fısıldadım kulağına.

Bu münasebetsiz lafımla onun da yetmişini çoktan aştığını söylemek istediğimi hemen anladı.
“Sus, terbiyesiz kız!” diye beni şakadan azarladı. Bedia Muvahhit, pek beğenmediğim o ağır maki-yaj maskelerini yüzüne geçirirdi ama, zekâsına da, esprilerine de diyecek yoktu. Bana kalırsa, bir insanın yaşamında en güzel yıllar gençlik değil, otuz beş ile kırk beş arasıdır. Gençliğin sıkıntılarından kurtulmuş, yaşlılığın sorunlarıyla henüz karşılaşmamışsmızdır. Ne çare ki, o güzel yıllar da geçer, her şeyin gelip geçtiği gibi.

Altmışından sonra, çok güç bir dönem başlar. Artık genç olmadığınız, orta yaşlı da sayılamayacağınız, yaşlanmaya yüz tuttuğunuz gerçeğine katlanmak zorunda kalırsınız. Hiç de kolay değildir bu. Ama bu acı gerçeğe katlananlar, “artık ben yaşlıyım” diyenler, akim alamayacağı bir rahata kavuşurlar. Eğer sağlık durumları az çok yerindeyse, hiç kimseye muhtaç olmadan bir evde yalnız yaşayabiliyorlarsa, yaşlılığın huzurlu, hattâ mutlu bir döneni olabileceğini anlarlar. Bunu anladıktan sonra da, yaşlılığın nimetlerinden yararlanabilmenin yolunu arayabilirler. Örneğin, yaşlandıklarını bahane ederek şımarabilirler.

Gençliğimde ve orta yaşlıyken pek şımarık değildim. Ama baktım ki, yaşlılığımda, “şunu yapmak istiyorum, bunu yapmak istiyorum, şunu yemek istiyorum, bunu yemek istiyorum” diye tutturunca, yakınlarım, sekiz yaşında bir çocuğun isteklerini yerine getirdikleri gibi, bu seksenlik ihtiyarın da isteklerini yerine getiriyorlar. Ben de hiç utanmadan, elimden geldiğince sö-mürüyorum bu durumu. Şımarıklık numaralarımı ancak kızım Zeynep’e yutturamıyorum. “Şımardın gene” diyerek beni şakadan azarlıyor. Zaten belirli bir yaşa kadar siz çocuklarınızı azarlarsınız, ondan sonra çocuklarınız sizi azarlamaya başlar.”Dinç” denilen türden bir ihtiyar olarak ayakta kalabilmem, talihimden başka bir şey değil aslında. Bunu ben de çok iyi biliyorum. Ama şımarıklığımdan ötürü, bunu yalnız talihim değil, kendi marifetim saymaya başladım. Övünmek gibi olmasın ama, belki de biraz kendi marifetimdir dinçliğim. Çünkü “iyi ihtiyarlamak için yiğit olmak gerekir” sloganını benimsedim. Öteki ihtiyarların çoğu gibi, saatlerce sağlık durumumdan yakınarak kimsenin kafasını şişirmiyorum. “Şuram ağrıyor, buram sızlıyor” demiyorum, gerçekten de şuram ağrıdığı buram sızladığı halde.

Sağlıksızlığı ilginç sanıp, çeşitli illetlerini nerdeyse gururla-nırcasma anlatıp dururlar kimileri. Hastalıklarıyla övünürler nerdeyse. Bunların arasında yalnız ihtiyarlar değil, orta yaşlılar, hattâ gençler de vardır ne yazık ki. Bense, sağlıksızlığı, insanı küçük düşüren, biraz ayıp bir güçsüzlük saydım. Bu yüzden de, delikanlılığı elden bırakmaya kesinlikle yanaşmadım, hastalıklara teslim olmaya katlanmadım. Üstüne üstüne gittim onların.. “Aslan gibiyim” diye böbürlenerek, ağır bronşitlerle, hattâ yüksek ateşlerle denize girdim.

Annem Şefika, benim bu yiğitlik gösterilerimi alaya alıp, “kavanoz pehlivan” adını takmışta bana. T.D.K. sözlüğüne baktım, sorup soruşturdum, böyle bir deyim yok. Acaba annem mi uydurmuştu bunu? Uydursun uydurmasın, bu deyim çok uygundu benim halime: Kolayca kırılabilecek bir cam fanus içinde, mevcut olmayan pazularını şişirerek, kabadayılık taslayan ufak bir yaratık.
Bu böbürlenmelerime karşın, sağlık durumum pek parlak sayılmazdı. Arkadaşım Prof. Dr.Nejat Harmancı, hayatımda duyup duyacağım en büyük iltifatı yaparak, “senin sağlığın değil, huyun iyi” demişti. Yirmisinde başlayan ve on beş yaşından beri sigara içtiğim için büsbütün azıtan müzmin bronşitim bir yana, tifo, hepatit B gibi hastalıklar geçirdim. Bir kalp krizi yüzünden bir hafta Cerrahpaşa’da yattım. Sekiz dokuz kez ameliyat oldum. Parasızlık yüzünden bütün bu sağlık sorunları devlet hasta,hanelerinde, nazlı bayanların yadırgayabileceği koşullar altında halledildi. Ancak tifomu Bodrum’daki evimde geçirdim.1977’de Eylül sonu emekli oldum. Emeklilik yaşı öğretim üyeleri için yetmişti o sırada.

Bense altmış bir yaşındaydım. (Neden erken emekli olduğumu birazdan anlatacağım) Emekli ikramiyem 288.000 liraydı. Aylık emekli maaşım da 7820 lira. Şimdi bu aylığımın yüz milyonu geçmesi ve tıpkı eskisi gibi dar gelirli kalmam, enflasyon kepazeliğinin parlak bir göstergesidir. Neyse, o 288.000 liralık emeklilik ikramiyesi, astronomik bir rakam göründü bana. Bankaya gidip de, çoğu kadın olan o yoksul memurların önünde bu kadar çok paraya utanmadan nasıl sahip çıkacağım diye sıkıntılar içindeydim. Çekine çekine elimdeki çeki kadın memura uzattım. Kadın, “şu paraya bakın! Rezalet!” diye bağırınca, bayılma huyum olsa, utancımdan bayılacaktım. Titrek bir sesle, “otuz altı yıl çalıştım, onun için bu kadar çok verdiler” diyerek kendimi savunmaya çalıştım. Bankadaki memurlar, öteki müşterileri bırakıp yanımıza üşüştüler. Çek elden ele geçiyor, “kepazelik! Vallahi kepazelik!” diye bağırışıyorlardı hepsi. Basımdaki uğultular arasında, kopuk kopuk sözler duydum. Beni ayıplamadıklarını, tam tersine bana acıdıklarını anladım o zaman. Kendileri lise mezunu oldukları halde, Sosyal Sigortalardan ve kendi bankalarından benimkinden çok daha büyük bir ikramiye alacaklarmış. “Kadıncağız profesörmüş üstelik. Vah zavallı, vah zavallı!”
diyorlardı.Neyse, canları istediği kadar bana acısınlar, benim için görkemli bir paraydı bu. Önce bir Paris faslı yaptım, sonra Bodrum’a gidip oradaki arkadaşlarıma bir ziyafet çekmek istedim.

Kalabalık bir grup, Aslanbaşı Lokantasında uzun bir masaya yerleştik. Onlar yiyor içiyor, ama ben, değil içmek, ağzıma bir lokma ekmek bile koyamıyordum. Sevgili konuklanma hiçbir şey belli etmemek zorundaydım. Ama iskemlemden nerdeyse yere düşecek kadar bitkindim.

Önümde iki bardak duruyordu. Birinde az su, ötekisinde çok su vardı. Az suyu olan bardak sözde rakıydı. “Ne o? Artık rakıyı susuz mu içiyorsun?” diye şaştılar arkadaşlar. “Evet” dedim ve bitkinliğime karşın, politik bir yanı da olan küçük bir söylev verdim: “Eskiden rakı böyle içilirdi. Çok küçük rakı kadehleri vardı. O küçük kadehten önce rakı içilir, üstüne soğuk su içilirdi. İngilizler, viskiyi susuz sodasız içerler. Ancak o görgüsüz Amerikalılar viskiye buzlu su ya da soda katar. 194O’lı yıllarda Missouri gemisinin İstanbul limanına demir atmasıyla birlikte, biz de onlara öykündük, rakımıza su kattık. Zaten biliyorsunuz, bizim yaşam biçimimiz, Missourİ’den önce, Missouri’den sonra olarak ikiye bölünür. Missouri savaş gemisinden sonra, bizler milli içkimizin tadını bozduk. Ne var ki, dostum Cahit Kayra, bu yanılgıya asla düşmedi. Akşamları bir tek içer ama, susuz içer o teki. Ben de onun gibi yapacağım bundan böyle.”

Milli değerlerimizi Amerikan etkisinden kurtarmaya çalışan bu küçük söylevi nasıl becerebildiğimi bilemem. Çünkü geç vakit eve döndüğümde otuz dokuz derece ateşim vardı.

Bunun üzerine, hep ününü duyduğum, ama henüz tanışmadığım, Bodrum’un o olağanüstü hekimi Âlim Bey devreye girdi. Dilime baktı, “triangle noir” (kara üçgen) dedi; karnıma baktı, “tâches rosees” (pembe lekeler) dedi. Fransızca konuşmasının nedeni züppeliği değil, tıp bilgisinin çoğunu Fransızca Larousse Medical”den almasıydı. Tifo olduğumu söyleyince, ünlü Âlim Beyin fos çıktığım sandım. Çünkü Paris’ten ancak dokuz gün önce dönmüştüm.

Oradan tifo almam, pek olası görünmüyordu bana. Arkadaşım Müntakim Ökmen bu durumu şöyle açıklamıştı: Paris’e meyveler Tunus ve Cezayir gibi yerlerden gelirmiş. Bense, oradaki manavların önünden geçerken, dayanamaz, bir iki üzüm tanesi aşırıp, ağzıma atıverirmişim. Bu konuda beni kaç kez uyarmış, ama aşırmalarıma devam etmişim.

Tifomu, Dominique Eluard’ın evinden de almış olabilirim. Güzel bir billur kâsede kara üzümler vardı orada. Fransızlar, tadı bozulmasın diye, meyvelerini yıkamazlar her nedense.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. İngiliz Edebiyatı Tarihi ~ Mina Urganİngiliz Edebiyatı Tarihi

    İngiliz Edebiyatı Tarihi

    Mina Urgan

    Mîna Urgan’ın İngiliz Edebiyatı Tarihi isimli beş ciltlik yapıtı Yapı Kredi Yayınları’nın Delta dizisinde tek cilt olarak yayımlandı. Bir büyük edebiyatın yüzlerce yılını bir...

  2. Virginia Woolf ~ Mina UrganVirginia Woolf

    Virginia Woolf

    Mina Urgan

    Çağımızın İngiliz ve dünya edebiyatının en etkin yazarlarından Virginia Woolf, evlenmesi ile 1941’deki ölümü arasındaki otuz yılda, aralarında çığır açıcı kitapları “Deniz Feneri” ve...

  3. Shakespeare ve Hamlet ~ Mina UrganShakespeare ve Hamlet

    Shakespeare ve Hamlet

    Mina Urgan

    “Shakespeare ve Hamlet” Mîna Urgan’ın Shakespeare ve Hamlet’i Shakespeare’in yaşamöyküsüyle birlikte soneleri ve bütün oyunları, özellikle de Hamlet üzerine ayrıntılı bir incelemeyi içeriyor. Hem...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Ömer’in Çocukluğu ~ Muallim NaciÖmer’in Çocukluğu

    Ömer’in Çocukluğu

    Muallim Naci

    Muallim Naci, nam-ı diğer Ömer, sekiz yaşına kadarki çocukluk hatıralarını pek sevimlice, neredeyse o yaşından anlatıyor. Babası, abisi, annesi, kedisi Fındık, Hoca Efendi, mahalledeki...

  2. Bir Başörtüsü Hikayesi ~ Ayten YadigarBir Başörtüsü Hikayesi

    Bir Başörtüsü Hikayesi

    Ayten Yadigar

    “Havanın soğuğundan ziyade resmi binaların ve kurum çalışanlarının soğuk yüzleri üşütmüştü içini. Mesela ilçe müdürü kısa süren görüşmelerinde çok soğuk bir tavır sergileyerek, tepkisini...

  3. Virginia Woolf ~ Mina UrganVirginia Woolf

    Virginia Woolf

    Mina Urgan

    Çağımızın İngiliz ve dünya edebiyatının en etkin yazarlarından Virginia Woolf, evlenmesi ile 1941’deki ölümü arasındaki otuz yılda, aralarında çığır açıcı kitapları “Deniz Feneri” ve...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur