Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Bir Dilek Dile Gerçek Olsun
Bir Dilek Dile Gerçek Olsun

Bir Dilek Dile Gerçek Olsun

Safiya Hussain

Birazdan okuyacaklarınız genç bir kadının gerçek hikâyesidir. Uçaktayım. Kutsal bir yolculuğa çıkıyorum. Bunun tam olarak ne olduğu ve hacca gidebilecek kadar Müslüman olup olmadığım…

bir-dilek-dile-gercek-olsun-safiya-hussain-sayfa6-yayinlariBirazdan okuyacaklarınız genç bir kadının gerçek hikâyesidir.

Uçaktayım. Kutsal bir yolculuğa çıkıyorum. Bunun tam olarak ne olduğu ve hacca gidebilecek kadar Müslüman olup olmadığım konusunda pek fikrim yok, ama insanlar “hayatımın yolculuğunu yaşayacağımı”, gittiğim yerin dilekler diyarı olduğunu söylediler. Ve benim de bir dileğe ihtiyacım var. Kalp kırıklıklarıyla dolu bir hayat, sonu gelmeyen arzular, hırslar ve tutkular…İngiltere’de yaşayan Safiya, hayatının anlamını sorgularken yaşadığı hayal kırıklıkları sonucunda yepyeni bir şey denemeye karar verir; kutsal topraklara, Mekke’ye doğru bir yolculuğa çıkar. Pek de umutlu olmadan çıktığı bu ruhani yolculuk onu kendi benliği üzerine yeniden düşünmeye sevk eder ve hayal bile edemeyeceği bir dünyanın kapılarını açar.Bu dünyaya hiçbir şeyim olmadan geldim ve hiçbir şeyim olmadan ayrılacağım.Niçin yaşıyordu? Hayattan beklediği şeyler ne kadar gerçekti? Hırslarından ve iliklerine işlemiş arzularından sıyrılabilir miydi? Hayatı ellerinden akıp giderken kime ya da neye tutunacaktı?İçimde esrarengiz bir sakinlik vardı. İnsanlığım, ruhum gözler önüne serilmişti ama boyun eğmiyordum. Vücuduma tuhaf bir sıcaklık, güvenlik ve kurtuluş hissi sızıyordu. Dünyanın kötü atmosferinden uzakta, kozasının içinde korunan bir kelebektim. Güvensizliklerden, beyhudelikten, kurallara riayet etme zorunluluğundan uzaktım. Alçakgönüllülüğü, saflığı, dürüstlüğü ve özgürlüğü gördüm…Kalbin en derinlerinden çıkan cevaplar, kayıp ruhların özgürlük biletidir.

***

Anneme

Cennet tenin ayakiarının altındadır…

Sayfa6’nda kişisel gelişim romanı.

Kalbin en derinlerinden çıkan cevaplar kayıp ruhların özgürlük biletidir.

Giden bir sürü insan sağ dönemedi.

Bulanık sis tabakasına bakarken bu uğursuz sözler kâbus gibi üstüme çöktü. Bir ışık zerresi bulmak için gözlerimi sise dikmiştim. Alaattin’in sihirli lambasından fırlayacak cini bek­liyordum sanki. Bulutları yırtıp aralayacak, “Çok ümitsiz görü­nüyorsun,” diyecekti. “Dile benden ne dilersen. Arzunu derhal yerine getireceğim.”

Ümitsiz.

“Cesur ol. Allah yardımcın olsun.”

Yıkılmış.

“Allahu ekber. Allahu ekber. Allahu ekber.”

Bakışlarımı pencereden ayırıp sağ tarafımdaki genç adama göz ucuyla baktım. Afrikalı bir adam. Beyaz ihramının içinde öne arkaya sallanıyor. Sakallı yüzünü avuçlarının arasına almış. Arap­ça olarak “Allah kerimdir” diye tekrarlayıp duruyor tutkuyla. Kurban olmadan önceki son sözleri bunlar olacakmış gibi.

Tırnaklarımı sarsıntılı uçağın koltuğuna geçiriyorum. O anda hayatım bu uçağın ellerinde. Geçmişte uçaklarda yaşanmış terör olaylarını hatırlayınca donup kalıyorum. Daha önce uçağın Ku­zey Denizi’ne çakılmasını istediğim için anında pişman oluyorum.

Ne işim var benim burada?

Ardımda bıraktıklarımın kan donduran türden cümleleri birer birer zihnimden geçiyor, o arada da sakallı adamın akli dengesi­nin yerinde olup olmadığını soruyorum kendime. Daha kötüsü, kendi akli dengemi de sorguluyorum.

“Giden bir sürü insan sağ dönemedi. ” “Cesur ol, Allah yar­dımcın olsun.” “Orada üç milyon kişi olacak. Aklını kaçırmış­sın sen. ”

“Allahu ekber. Allahu ekber. Allahu ekber.” Adam bu sözleri tekrarlamayı kesmeyecekti. Sallanmayı kesmeyecekti.

Dudaklarımı yaladım. Tuz. Kan.

Hangisi daha kötü bir kader olurdu acaba? Sağ tarafımdaki adam tarafından bu uçakta havaya uçurulmak mı, daha önceleri aynı seyahate çıkmış diğer insanlar gibi öldürülmek mi, yoksa son bir yıldır içinde bulunduğum cehennemde yaşamaya devam etmek mi?

Hayatının yolculuğu olacak,” demişlerdi. Bu asırlık sözler, fırlayıp koltuğumdan kalkmamı engelledi. “Gerçekten de dün­yanın en muhteşem yolculuğudur,” demişlerdi. Bu cümle, pek bilemediğim bir sebepten ötürü haykırmamı engelledi. *İnsanın hayatını değiştiren bir tecrübedir,” demişlerdi. Bu da beni uça­ğa bindiren o esaslı adımı neden attığımı hatırlamamı sağladı.

Kendimi kurtarmak için.

Suudi Arabistan’a, Mekke’ye uçuyordum. Hacı olmak, o kutsal yolculuğa çıkmak için. Bunun tam olarak ne olduğu ve hacca gi­debilecek kadar Müslüman olup olmadığım konusunda pek fikrim yoktu ama insanlar o cümleleri söylemişlerdi işte. Burasının dilekler diyarı olduğunu söylemişlerdi. Benim de bir dileğe ihtiyacım vardı.

Bir dileğe ihtiyacım vardı.

Yan tarafımdaki koridorda bebek feryat figan ağlamaya başladı. Ona sarılmak istedim. Ağladığı için değil. Aldatmacayla dolu bir hayat süreceği için.

Mutluluk arayışım başladığında senin yaşındaydım. He­pimizin yaptığı da bu değil midir? Annelerimizin rahimlerinden dışarı çekilir çekilmez mutluluğun peşine düşmez miyiz? Tekmeleyip çığlıklar atarak dışarı çıktığımıza göre söz konusu arayışın dört gözle beklediğimiz bir şey olduğu konusunda kuşkuluyum ama kovalamaca, arzuya veya gönülsüzlüğe bağlı olmaksızın baş­lar. Tıpkı benim kovalamacamın da başladığı gibi.

Çocukken ne bebeğim oldu, ne oyuncağım oldu ne de arkadaşlarımla saklambaç oynayabildim. Bildiğim şeyler ka­lemler, kitaplar, bir de babamın söylediği üç kelime, “eği­tim, eğitim, eğitim.Çocukluğum ve gençliğim öğrenmek için döktüğüm alın teri tarafından yutulmuş. İlkokul, lise, üniversite… Her şey bunlardan ibaret.

Annemle babam beni neden kafamı kitapların arasına gömmeye zorluyorlar? Herhalde üçüncü dünya ülkesinden gelmiş göçmenler olarak okuma yazma öğrenme özgürlüğüne sahip olamadıkları için. Zorluklarla dolu bir hayat sürmeleri, onları mutluluğun anahtarının dolgun maaşlı ve saygın bir meslek edinmek olduğuna inanmaya yönlendirmiş. Doğrusunu onlar bilir herhalde.

Avukat olmayı arzu ediyorum; dolgun maaşlı ve saygın bir avukat. Bu hırsı, başarıya gitmemi, mutluluğa ulaşmamı sağ­layacak bir anahtar olarak görüyorum.

Ayrıcalıksız bir hayatın dikenleriyle çukurları arasında güçlükle ilerliyorum. İlerleyişim yavaş. Zahmetli. Harcadığım çabalardan genellikle nefret ediyorum. Ben yalnızca oynamak istiyorum. Eğlenmek istiyorum. Keşke hemen şu anda mutlu olabilseydim. Ne var ki annem, mutlu olabilmek için çalışmam gerektiğini söyledi.

Ben de çalışıyorum.

Genç ama olgun gözlerim. sahip olduğum tek hayale kenetlenmiş vaziyette: Mezun olup başarıya ulaşmamı, mutlu olmamı sağlayacak anahtarın bana verileceği anın hayali…

Yirmi iki yaşındayım. Nihayet o an gelip çatıyor. Siyah  mezuniyet kepimi havaya fırlatıyorum. Beklentilerim kadar yükseğe atıyorum. Hiç olamadığım çocuk gibi gülüyorum. Elimde anahtarım. her zaman göz dikmiş olduğum kariye­re atılıyorum. Bitiş çizgisini geçtim, menzilime ulaştım. Bana vaat edilen havai fişekleri görmeye hazırlanıyorum.

Stajyer avukatlığımın daha birinci haftasındayken, pa­ralel rüyam canlanıyor. Romantik bir hayalperest olarak, beyaz atlı prensimin göklerden inip önümde diz çökeceği anı kaçırmak istemediğim için sık sık gökyüzüne dalıp gi­diyorum.

“Merhaba. ”

Tek söylemesi        gereken bu. Cennetimin kapıları ardına ka­dar açılıyor. Çok basmakalıp ama daha merhaba dediği anda onunum. Göklerden inmiyor, çalıştığım yerin yakınlarındaki bir hukuk firması ofisinden çıkıyor aslında. Prens ya da değil, serin Atlantik Okyanusu’na çakılan alev alev yanan bir mete­or gibi ilk defa âşık oluyorum.

Zameer.

Gerçek bir sevda sanatçısı o.Kalbimi büyükbir beceriyle ellerinin arasına alıyor, ona sonsuza dek sürecek aşk ve mutluluk vaatleri fısıldıyor. Öyle bir güçle yapıyor ki bunu,yüreğimin çok geçmeden patlayacağını ve bin bir egzotik kelebeği serbest bırakacağını zannediyorum.

Harika bir şey.

Beni başka bir evrene yükselten bir aşk…

Evimin çatısı al­tında şarkı söyleyip dans etmemi sağlayan bir aşk… Yanın­dan geçtiğim bütün yabancılara akla gelebilecek en budalaca gülümsemeleri sunmama neden olan bir aşk…

Yoğun. Tutkulu. Harikulade. Aşkın ta kendisi bu.

Beni başarıya götürecek anahtarı sımsıkı tutuyorum ellerimde. Aşk kalbimin ta içinde, Hayat ne muhteşem…

Sallanan adam kıpırdanınca düşüncelerimden sıyrıldım. Yuvalarından fırlamış gözlerimi ona çevirince, sesini tuhaf bir mırıltıya dönüşecek kadar alçaltmış olduğunu fark ettim. Dudakları hâlâ kıpırdıyordu. Onun hakkında ne düşüneceğimi bilmiyordum.

Uçaktakilerin herhangi biri hakkında ne düşüneceğimi bilmiyordum, buna annemle babam da dahildi.

Benden farklı olarak, kadınların çoğu başörtüsü takmıştı. Er­keklerin çoğu da sakallıydı. Hac konulu rehber kitaplara yapış­tıktan sırada yüzlerindeki huzursuzluk midemin yalpalamasına neden oldu.

Bu insanları bu yolculuğa çıkmaya yönelten ne? Onlar da benim gibi kırık bir kalbin, kırılmış hayallerin kalıntılarını mı taşıyorlar? Onlar da umutsuzluk yüzünden mi seyahat ediyor­lar? Yoksa aralarında en kederli olan ben miyim?

“Selamün aleyküm. Ingiltere’de görüşemedik, özür dilerim.”

Ufak tefek adam aniden ortaya çıkınca irkildim. Uçaktaki sü­rekli huzursuzluğum yorucu olmaya başlamıştı. Konuşan, rehbe­rimiz Layth’ti. Babam, onun grubuna dahil olmasını ve muazzam hac yolculuğunu Layth’in rehberliğinde yapmamızı ayarlamıştı.

Yanımızda her an bir rehbere ihtiyaç duymamız her şeyi an­latıyordu zaten.

Gerçekleştireceğimiz ibadetler arasında; Kâbe’de dilekte bu­lunmak, akla gelen bütün ülkelerden gelmiş milyonlarca insandan oluşan kalabalığa katılmak, dağlara tırmanmak, yakıcı çöllerde uyumak, ilk insanın yani Adem’in durduğu söylenen topraklarda avuç açmak, Son Gün’ün geçtiği varsayılan yerde gözyaşı dök­mek, ilahiler okumak, şeytan taşlamak ve hayvanların kurban edilmesi ibadetine katılmak yer alıyordu. Kendimi kandırmıyor­dum. Bir tek rehberden fazlasına ihtiyacımız olduğunun farkındaydım.

Kısa boylu ve yaşlı bir adam olmasına rağmen Layth’in güçlü çenesi, kaslı kolları ve delici bakışlı gri gözleri onu kısmen bir aslan konumuna getiriyordu. Kolların beni ezilerek ölmekten kurtarabilecek mi acaba?

“Eşim!” diyerek kendisinin daha kısa boylu, daha tombul, dişi versiyonu olan Daania’yı bizimle tanıştırdı. Yersiz bir melodram havası vardı üstünde. Belki o da korkuyordun.

“Türkiye’ye ineceğiz. Bir sonraki uçuşumuza kadar bir otelde kalacağız.”

Otuzdan fazla kişiden oluşan grubumuzun geri kalanı bizimle Suudi Arabistan’da buluşacaktı.

Güney Asyalı, yıpranmış görünümlü bir kadın koridorda ayak­larını sürüyerek Layth’e yaklaştı. Yanından geçtiği koltukların köşelerine tutuna tutuna, yavaş, zahmetli adımlarla yürüyordu. Yetmişlerindeki bir kadın gibi. Güney Asya’ya özgü geleneksel beyaz giysisi, başına gevşekçe sarılmış örtüsü ve yüzündeki bitkin ifadesi uzun bir hayatın yorgunluğunu yansıtıyordu. Kadın zor­lukla yanımızdan geçti, yere diktiği gözlerini sarkık göz kapakları takip ediyordu. Yüzündeki her çizgi, çelik gibi kararlılık filizlerine dönüşmüş sınanma ve çileler tarafından oyulmuştu. Bakışlarım kadının üstünde oyalandı. Biraz üzüntü. Biraz hayranlık. Tıpkı benim gibi, bu kadın da bir dilek uğruna son bir savaş mı veriyor?

Pazartesi sabahı. 7 Ocak 2008. Muhteşemin acı vericiye dönüştüğü gün.

İş yerindeki üçüncü ayımı geçirmek üzere ofisin kapılarını kartımla açarken birdenbire kafama dank ediyor. “Ne kadar saçma.” Bunca yıldır beklediğim o mutluluk dolu günler ne­rede?

Hiçbir şey hissetmiyorum.

“Mahkûm gibiyim. Dokuzdan beşe bir hayata mahkûm. Dokuzdan beşe, pazartesiden cumaya, mürekkep ve kâğıttan oluşan parmaklıkların arasında hapis, boz renkli bir ofiste boğuluyor ve anlamsız bir kölelikle tükeniyorum. Günler asla ger­çek bir tatminle bitmiyor, her akşam ofisten ayrılırken tek dü­şüncem aynı yorucu kalıbın ertesi gün tekrarlanacağı oluyor.” Patronum ofis dışında, sabahın erken saatlerinde bir avunma sohbeti için en iyi arkadaşım Sarah’ya telefon edebilirim.

“Çok şiirsel, gerçekten… ama hadi canım! Bunu düşün­mek istemiyorum, önümüzde atlatmamız gereken koca bir hafta var daha!”

Kafam karışık.

Kahve fincanımı sımsıkı tutarak, dirseklerim masama da­yalı vaziyette yağmur damlalarıyla lekelenmiş pencereden dı­şarı, etrafımızı çevreleyen iş yerleriyle dolu yüksek binalara bakıyorum. Binaların mat griliğini ve şekillerinin haşinliğini kasvetli bir sanat eseriymişçesine inceliyorum, o arada da ka­fein beni uyandırıyor. Gerçeğe. Gerçek dünyaya.

İçimi çekiyorum. Umutsuz iç çekişin doğuşu.

“Bu mu yani?” diye soruyorum Sarah’ya. “Bu kadar mı?”

Cevap vermiyor.

Telefonu kapatıyorum ve birdenbire anlıyorum. Annean­nemin yaşam destek makinesi kapatılıp ölümü ilan edildiğin­de üstüme çöken anlayış duygusunun aynısı bu. Anneannem kurtulmayacaktı. Havai fişekler de asla ateşlenmeyecek. Bü­tün bu aylar boyunca boşuna beklemiştim onları. Bunca yıllık beklentilerim budalalıktan ibaretti.

Hepsi bu.

Kederli varlığımla çaresizce etrafıma bakındığım sırada umut kırıntıları yavaş yavaş damarlarımdan dışarı akmaya başlıyor. Hayatımın yirmi yılı boyunca o sefil kitapları bunun uğruna mı kucakladım? Ömrümün geri kalanı böyle mi geçe­cek? İçten bir tatmin sağlamayan bir işte köle gibi çalışarak mı geçireceğim ömrümü? Üstelik ne uğruna? Geçimimi sağlamak sofraya kızarmış tavuk koymak, banka kredisiyle alınmış yarı müstakil bir ev ve bir araba uğruna mı? Ben de başkaları gibi bu sığ hayata boyun eğecek, hajta sonları gelen neşe kırıntı­larını bekleyerek mi yaşayacağım, ta ki ölüm kapımı çalana dek?

Hepsi bu.

Ne bekliyordum? Nankörlük mü ediyorum? Ne de olsa bir süpermarkette kasiyer olarak çalıştığım son işime göre çok daha iyi bir işim var artık. Var olmayan bir şeyi mi arıyorum? Başkaları mutluluğu patronunun yüzünde, müvekkillerine kazandırdıkları davalarda, evlerine götürdükleri maaş çekle­rinde buluyorlar. Ben de onlar gibi mi olmalıyım? Yoksa geri kalan çoğunluk gibi, hayatın kocaman bir ipotekten ibaret olduğunun farkına mı varmalıyım? Omuz silkip zorla gülüm­seyerek kabullenmeli miyim her şeyi?

Kabullenmeye çalışıyorum.

Ne var ki tatminsizlik duygusunu koparıp atamıyorum. Oscar Wilde’ın sözlerini düşünüyorum: “Yaşamak, dünyadaki en ender şeydir. Çoğu insan yalnızca var olur, o kadar.” Bu düşünceyle başa çıkmaya uğraşıyorum. Yalnızca var olmak­tan ibaret bir hayatı sürmek için burada olduğum düşünce­siyle…

Bu sığlığın aniden farkına vardığımda, yüzüme sert bir yumruk indirilmiş gibi oluyorum. Asalak hayal kırıklığı içim­deki hayatı ve canlılığı anında emiyor. Keyifsizlik beni zehirli­yor ve tedavisi olmayan hastalığını her tarafıma yayıyor.

Hepsi bu.

Genç bir kızın hayal kurması sona eriyor. Daha yaşlı bir kadının gerçekleri işe el koyuyor.

Mutluluk arayışım bir yalandan ibaretmiş.

Hepsi bu.

Eklendi: Yayım tarihi

“Bir Dilek Dile Gerçek Olsun” için bir yanıt

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Yanan Krom ~ William GibsonYanan Krom

    Yanan Krom

    William Gibson

    “Teknoloji ile toplum ilişkisini Gibson’dan daha iyi anlatan biri yok.” –Iain M. Banks “William Gibson, bilimkurgu türünün en etkileyici yazarlarından biri. Her eserinde teknoloji...

  2. Al Çiçeğin Moru ~ Sevinç ÇokumAl Çiçeğin Moru

    Al Çiçeğin Moru

    Sevinç Çokum

    Çocukluğun orada duruyordu, bir kapı aralığında; kapıya yazıyordun harfleri istekle. Birisi, yüzü olmayan bir şekil, fener tutuyordu sana… Öğretiyordu. “Hadi öğren öğreneceklerini… Kolay değildir...

  3. Söz Dinlemez Kalbim ~ Candace CampSöz Dinlemez Kalbim

    Söz Dinlemez Kalbim

    Candace Camp

    Leydi Irene Wyngate asla evlenmeyeceğine dair yemin etmiştir bu yüzden sert diliyle taliplerini kendisinden uzak tutar. Ancak korkutmayı başaramadığı tek bir adam vardır: Radbourne...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur