Zorba, itaatkârın üzüntüsüyle beslenir…
“Sevgin direğimiz, üzerimize saldığın korku çatımız olmuş meğer. Mutsuzluğumuzdan örülü bir devlet yaratmışsın hepimize.
Sen en çok beni severdin ya.
En çok beni köle yapmışsın kendine.” Samire, Yaşar, Lorin.
Birbirlerinin gölgesinde saklanan, birbirlerinin masalını yazan üç küskün kadın.
Yaraları doğuştan, lanetleri miras…
Yalnızlığın kuyusunun başından ayrılmadan, kederlerinin yankısını dinlediler.
Her masalın sonu gece değildi elbet.
Üç, ikiden ve dahi birden iyiydi.
Ve her yanlışın doğrusu kendi içinde gizliydi.
Kanadı kırık üç kadın, ödedikleri ağır bedellerin karşılığını, içinde çırpınıp durdukları, kapısı açık olsa da çıkıp gidemedikleri gölge kafeslerinde bekledi. İhtiyaç duydukları inanç, temize çekecekleri geçmişte saklıydı.
*
Zorba,
itaatkârın
üzüntüsüyle beslenir…
*
Her hikâye nasıl da benziyor birbirine
(Başlangıç)
*
ANNE KARNINDA HER ŞEYDEN VE HEPSİNDEN EVVEL KALbin, sonra omuriliğin beliriyor. Ardından tomurcuk açıyor ellerin.
Kalbin önceliği var hepsinin içinde. Bu yüzden kalbi eğitmek diğerlerinden daha zor. O kalbi büyütmek, eylemek, teselli etmek, demire döndürmek için akıp giden bütün yıllar, yani dünya üzerindeki bütün serüvenin aslında bir göz açıp kapamadan ibaret.
Her kalp aynı buluşmayla oluşup benzer bir yarayla çürüyor üstelik…
Bir insanın yumruğu kadardır kalbi, derler. Demek ki kalbin kadar insansın.
Avucunun içine düşen kalp kadar merhametin…
Umutsuzlukla tütsülenmiş bütün kalpleri, kendini kalabalığın içine savurup sağır ve dilsiz olmak isteyenleri, yalnızlığının kuyusunun başından ayrılmadan, durmaksızın kederinin yankısını dinleyenleri görür görmez tanırım.
Çünkü sana bu hikâyeyi anlatmak için uzun bir yoldan geliyorum.
Çöllerden, Atlas Dağları’ndan, mutsuz bakışlı çocuklardan, bezgin develerden, binlerce martidan, yüzlerce balıkçı teknesinin yan yattığı limanlardan, karides yiyen kedilerden, rengarenk çarşaflarıyla sadece bakan; güzel bakan, hüzünlü bakan, ağırla bakan, cilveyle bakan kadınlardan, gül, amber ve sandal ağacı kokusundan hemhål, esrarlı avlulardan, iman aşkıyla yatsı namazına duranlardan, sabah ezanıyla duasına bütün dileklerini sığdıranlardan, elindeki kehribar tespihin her boncuğunda Allah’ın güzel isimlerini bir bir sayanlardan ve şifalı otları taş bir havanda döven köylülerden nakşedilmiş toprakların üzerinden yürüdüm.
Ve toprağın artık bittiği yerden, dünyanın sonudur sanılan uçurumdan, denizden önceki son kıtanın en batısından baktım uzaklara. Rüzgâr beni alıp okyanusa vuracaktı neredeyse.
Bu rüzgara yenilmemiş kaşiflerin, yeni ülkeler, yeni baharatlar için çıktıkları yoldan devam ettim ben de.
Göçmenlerin aç biilaç beklediği adalarda bekledim, hatiraları üzerinde uyudum. Belki de anlamak için durdum. Kayboldum. Siyahla beyazın arasında, zenginle fakirin, uzunla kısanın, yeniyle eskinin, büyükle küçüğün, kadınla erkeğin, başlangıçla bitişin, yazla kışın, esaretle özgürlüğün, prangayla kamçının, çığlıkla sükûtun arasında kayboldum.
Hayatlara girdim çıktım. Sevişmelere, intiharlara, büyük sırlara, alçaklıklara, masumiyete, depremlere, kazalara
tanık oldum. Ve yüz binlerce aşka ve milyonlarca yalnızlığa ve milyarlarca çaresizliğe şahit durdum. İşte o vakit bir çığlik gibiydi yazmak.
Günlerden bir gün, neyi aradığımı bile unutmuş dolanırken bir trene bindim. Aklım mı karışmıştı artık? Yorgun muydum? Nerede indiğimi bilmeden indim. Trene bindiğimde güneşliydi hava. Indiğimdeyse tozları, gazete kağıtlarını ve yaprakları savuran bir rüzgâr çıktı. Sonra gök delinmişçesine yağmur yağmaya başladı. Nerede, neden yürüdüğümü bilmeden yürüyordum. Sadece yürüyordum. Yağmur beni ıslatıp rüzgâr oradan oraya itelerken bir bina çıktı karşıma. Ev desen ev değil, fabrika desen fabrika değil. Kırmızı tuğlalarla örülüp beyaza boyanmış, fakat yağmurda, karda boyası akmış, eski mi eski bir yapi.
Durdum.
Kapısı açıldı ansızın. Bembeyaz saçlı, siyahlar giymiş, ihtiyar bir zenci gülümseyiverdi. Kalpten gülümseyenleri hemen ayırt ederim. Dişlerinin beyazı bütün yüzüne yayıldı. Kapıyı ardına kadar açmış, girmemi bekliyor gibiydi. Giriverdim içeri.
Günlerden pazardı. Yoksulların pazar günleri farklı olur. Dinle bak, burada da öyle oldu… Tanıklıklarım hep böyle gelişti. Kendiliğinden…
Bu yapı öyle sıradan bir yapı değilmiş. O daracık, yoksul sokağın ilk ve tek kilisesiymiş meğer. Tam elli yıl önce imeceyle dizmişler tuğlalarını tek tek. Bu çatının altına sığınıp yakarmışlar Tanrı’ya. El ele tutuşmuşlar.
O pazar günü, hepsi bir güzel giyinip kuşanmıştı. Renkli şapkalanı siyah tenleri üzerinde kurak bir toprakta mucize gibi fişkıran çiçeklere benziyordu. Genci ihtiyarı toplanmiş, kimileri ağlaşan çocuklarını oyalamaya çalışarak, kimileri de ellerini kucaklarında kavuşturup başlarını bir öne bir arkaya sallayarak bekleşiyorlardı. Oradaki bütün kalpler, bir yumruk olmuş birlikte atıyordu.
Sonra yavaş yavaş sessizlik hâkim oldu kiliseye. Yaşlı bir rahip ağır adımlarla kürsüye doğru ilerliyordu. Ellerini kürsünün iki yanına yerleştirip bir süre cemaate baktı. Çıt çıkmıyordu.
O sessizlikte usulca oturuverdim bir kenara. Yaşlı adam bakışlarını kalabalığın üzerinde gezdiriyordu. Bense sadece ona bakıyordum. Bir şey vardı aralarında. Onların elli yıldır bildiği, benim az sonra şahit olacağım… Nefesimi tuttum. Öyle ya, belki de onca yolu bu sırrı öğrenmek için aşmıştım. Bütün ilahi dinlerin Allah’ının aşkına bir aradaydık…
Yaşlı adam konuşmaya başladı.
“Elli yıl olmuş kardeşlerim! Biz bu kiliseyi kuralı tam elli yıl olmuş. Bu kürsüde vaaz veren ilk rahiptim ben. Hiç unutmadım o günü. Zamanın bu kadar hızlı geçeceği kimin aklına gelirdi? Kardeşlerim… Bir kısmınız elimde büyüdü, bir kısmınız benim gençliğimi bile hatırlar. Ben bu mahallenin kaldırımı dahi olmayan yollarında yürümeye başladığımda annem çamaşır yıkar, kazandığı parayla bana bakardı. Yalnız bir kadındı. Babamın mezarına götürür, gururla beni anlatırdı ona. Ve bu gururun haklı bir nedeni
vardı. O zamanlar bu mahallede üniversiteye girebilmiş ilk zenciydi onun oğlu! İlk!”
Cemaatin çoğunluğu biliyor olmalıydı bu hikâyeyi. Ama dinlemekten bıkmamışlardı belli ki. Dünya döndükçe de anlatılmasını istiyorlardı sanki.
“Neden ve nasıl oldu, biliyor musunuz? Annem o çamaşırları bembeyaz yaptığı için. Annem o çamaşırları sonsuz bir inançla yıkayıp okumaktan kaçtığım her gün beni dövdüğü için. Geleceğe inandığı için… Ben inanmazdım oysa. Çünkü o zamanlar değil bir beyazın geleceğini paylaşmak, gözlerinin içine bakıp konuşamazdık bile onlarla. Evlerinde hizmet ettiğimiz beyazların yediği bamyanın dikenli çöpünü, patatesin kabuğunu ve tavukların bir kenara atılan kanatlarını yiyebilirdik ancak. Bütün bu artıkları kendilerine bağışlanmış bir yumurtaya bulayıp kızartarak hepimizi doyuran sofralar kuran kadınlarımızın duası, inancı ve sabrıyla dayanabildik biz. Evet, o zamanlar konuşamazdık. İsyan etmez, Tanrı’ya yakarırdık: Bizi gör Rabbim! Çektiğimiz bunca acıyı, haksızlığı ve adaletsizliği gör! Bizi dayanıklı ve sabırlı kıl Rabbim.
“Hepimizden daha büyük bir acıyla kavrulan kadınlarımız bir tek gün bile vazgeçmediler Tanrı’ya yakarmaktan. Bizi okutup büyüttüler ve sustular. Sabırla susarak dayandılar bu çileye. Ve sonunda, müjdeci Yahya’nın babası kâhin Zekeriya’nın acısını onu susturarak dindiren Tanrı, bizim sabrımızı ve suskunluğumuzu da ödüllendirdi.
“Çocuğu olmuyordu Zekeriya’nın. İyi, sabırlı ve inançlı bir insandı. Bir gün Cebrail göründü ona. Sana bir çocuk….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıBir Cihan Kafes
- Sayfa Sayısı340
- Yazarİclal Aydın
- ISBN9786053043508
- Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviArtemis Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Aşkın Gözyaşları / Tebrizli Şems ~ Sinan Yağmur
Aşkın Gözyaşları / Tebrizli Şems
Sinan Yağmur
Yedinci ve en tesirli bıçak darbesi ensesine gelir boynu sağa doğru bükülmüştür. Dervişler yere kapanmasını bekleye dursun. Şems Hz. Peygamberin şu hadisini sesi boğuk...
- İstanbul’da Bir Yabancı ~ Halide Edib Adıvar
İstanbul’da Bir Yabancı
Halide Edib Adıvar
Sadullah Bey de kendi hayatını baştan başa gözden geçirmek için geri çekildi, dam bahçesinin arka tarafından Boğaz’a hâkim olan yere gitti. Kararan suların üstünde...
- Cin Aynası ~ Ercan Kesal
Cin Aynası
Ercan Kesal
“‘Kimsenin birbirine acımadığı, herkesin kolayca birbirinden nefret ettiği, birinin ötekine yardım etmeyi aklından dahi geçirmediği soğuk ve umutsuz bir dünya’da yaşıyoruz. Yalnızlıktan korktuğumuz ama...