Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Bir Antikahramanın Hatıra Defteri
Bir Antikahramanın Hatıra Defteri

Bir Antikahramanın Hatıra Defteri

Kornel Filipowicz

Bir keresinde bir tanıdık, kafede, Almanca tek bir sözcük söylemektense, tüm savaş boyunca aptal numarası yapmayı ve yol kenarlarında taş kırmayı tercih ettiğini söylemişti….

Bir keresinde bir tanıdık, kafede, Almanca tek bir sözcük söylemektense, tüm savaş boyunca aptal numarası yapmayı ve yol kenarlarında taş kırmayı tercih ettiğini söylemişti. Bayılırım böyle boş laflara. Bir veya iki ay içinde, meteliğe kurşun atınca, iş aramaya başlayacak ve kılı kırk yarmayı bırakacak. Kahramanlar yoktur.

20. yüzyılın en mühim Polonyalı yazarlarından biri olan Kornel Filipowicz’in başyapıtı Bir Antikahramanın Hatıra Defteri, İkinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde, Alman işgali altındaki Polonya’da kahramanlığı anlamsız bir kavram olarak gören bir antikahramanın hikâyesini anlatıyor. Savaş boyunca kimileri tarafından bir hain olarak görülen bu antikahramanın tek amacı ne olursa olsun hayatta kalmaktır. Kimseyi öldürmek ya da kendini öldürtmek istemez. Bu uğurda ülkesi için savaşmayı reddedip kazananların yanında saf tutmak zorunda kalsa bile…

Türkçede ilk kez yayımlanan Bir Antikahramanın Hatıra Defteri, insanlığın karanlık dönemlerinde neye değer verdiğini, ideal ahlak kavramını sorgulatan, etkileyici bir metin.

“Kışkırtıcı, rahatsız edici, tuhaf… gerçek bir klasik.”

The Sunday Times

*

“Oysa insan hayatı paha biçilmez –
ama her zaman sanki ondan daha değerli bir şey varmış
gibi davranıyoruz.
İyi de o ne?”
Antoine de Saint-Exupéry

Savaşın patlak vermesi beni, üç sene arka arkaya tatillerimi geçirdiğim, güzel yamaçlarda yer alan X’de bulmuştu.

Ağustosun sonunda, neredeyse tüm tatilciler bavullarını toplamış, kalabalıklar halinde, geciken trenlerle ayrılmışlardı. İstasyona iki kez gitmiştim ve neler olup bittiğini görmüştüm. Kendime çoğunluğun yaptığını yapmak zorunda olmadığımı söylemiş ve kalmıştım.

Böylece, 5 veya 6 Eylül’ü (yolun yakınında, küçük balkonlu ahşap bir evde kalıyordum), bir saat süren silah seslerinden sonra –ev sahibinin tavsiyesi üzerine, kilerde geçirdim– Almanları gördüm. Donanımları, disiplinleri, kıvraklıkları, duruşları – şaşırtıcıydı; bu askerî bir galibiyetten fazlasıydı. Artık esir olarak gördüğüm Polonyalılar –bozguna uğramaktan daha beterdiler– yok edilmişlerdi. Yazdığım şeyde samimi olmak istiyorum ve bende merhamet bile uyandırmadıklarını söyleyeyim. Kendimi bu duygu konusunda tamamen yetersiz görmüyorum. Ancak onlar sadece… iğrençtiler. İğrenç, eski püskü, pis ve vahşi. Paçavralar içerisindeki hayvanlar. Biraz riskli bir karşılaştırma, ancak akla daha iyi bir şey gelmiyor. Bir zamanlar ben de ordudaydım, ancak aynı üniformanın –postalların, silahların ve teçhizatın– kolaylıkla görünüşünü ve anlamını nasıl yitirebileceği konusunda hiçbir fikrim yoktu.

Alman işgalinin ertesi günü, o noktada henüz ele geçirilmemiş komşu kasabalardan birinde bir olay olmuştu: Yerel bir kadın öğretmen (onu hemen sonra görmüştüm ve çabucak tarif edeceğim) okulunun tavan arasında saklanmış ve orada birkaç saat Almanların gelmesini beklemişti; telefonu olan Bölge Konseyi’nin sekreterinden onların yaklaştıklarını öğrenmişti. Orada, tavan arasında bekleyip yanında bir makineli tüfekle pencereden dışarı bakmıştı. Sonradan insanların anlattığı üzere, Polonya ordusuna yeni alınmış bir RKM Browning’miş – hafif, yirmi beş mermili şarjörlü. Üç veya dört şarjörü varmış. Okuldan pek de uzakta olmayan, öğrencilerini beden eğitimi dersi için götürdüğü, voleybol direkli küçük bir çayır varmış. Almanlar anayol boyunca bir ileri bir geri gidip, okulun uzağından geçerlerken, öğretmen de izlemiş. Her yer sessizmiş, savaşın yankıları yokmuş. Birkaç araba ve motosiklet akşam çayıra gelinceye kadar. Askerler motorlarından inmişler ve arabalarından ayrılmışlar, sigaralarını içmişler, yemeklerini yemişler. Hatta arabaların birinden çalan bir radyonun sesi geliyormuş. Öğretmen yavaşça namlunun ucunu tavan arasının küçük penceresinden çıkarmış ve ateşe başlamış. Ateş etmiş, etmiş, şarjörlerin hepsini kullanmış. Düşünün: Yüz fişek ateşlemiş ve sadece iki Alman öldürmüş! Onu ertesi gün görmüştüm, açık bir arabada götürüyorlardı. Üzerinde beyaz puanlı, siyah bir elbise, ağzı çarpılmış, burnunun altında koyu bir leke ve sanki hâlâ nişan alıyormuş gibi tek gözü kapalı – tam bir ıslanmış sıçan. Deli kadın. Bir kahraman böyle mi görünmeli? Böyle kahramanlığın cehenneme kadar yolu var! Çok iğrençti! Her iki yanında da bir Alman subay oturuyordu. Birisi altın çerçeveli gözlük takmıştı. İkisi de çok sakin, insan yüzlerine sahiplerdi.

Z’ye dönmenin bu noktada bazı nedenlerden dolayı mantıksız olacağını düşünerek, X’te iki hafta daha geçirmiştim. Hava güzeldi. Köprü yönünde yürüyüşler yapmıştım. İstasyon büfesini geçerken bir gazete alıyordum ve dönüş yolunda, nehir boyunca dolaşıyordum. Kısa bir süre önce yüzmek için geldiğim nehir kenarındaki ağaç kütüğüne oturup, gazeteyi okurdum. Başlangıçta savaştan önce aldığım gazeteyle aynıydı, kısa bir süre sonra aynı gazete, adını değiştirmişti. Başyazarların bir kısmı, topluma hizmeti sürdürmek, yeni yetkililerden gelen etkinlikleri ve emirleri iletmek için yaptıklarını açıklayarak, işi üstlenmişlerdi. Sonra, askerî tebliğler, politik haberler ve resmî açıklamaların yanında, yavrulayan tavşanlar veya kış için ağaçların korunması, fıkralar ve anekdotlar hakkında notlar ortaya çıkmış, hatta pulcuların köşesi yaşama döndürülmüştü. Bir zamanlar önemli olan bir gazetede bu acınası bir değişimdi, ancak aynı zamanda insanlar ve yetkililer değişse de, bazı şeylerin yaşamımızda kaldığının kanıtıydı. Savaş sürse bile, demiryolları çalışıyordu, posta hizmetleri sürüyordu ve muhtar işinin başındaydı – pöh! Dün, kilisede bir cenaze töreni dahi görmüştüm. Sıradan bir cenaze, yaşlılıktan ölen bir köylünün taşra cenazesi.

Nehrin kenarında beğendiğim bir yere oturur, gazeteyi okur ve düşünürdüm. (Burası çok fazla derin değildi, nehrin sakin bir kıvrımıydı, suyun üst tabakasından, nehrin temiz dibi görünürdü.) Şöyle düşünürdüm: Ordular ordularla savaşır, üstelerinden gelip onları bozguna uğratır ve ülke, ülke olarak kalır, savaş hâlâ sürüyordur ancak akıbeti zaten belirlenmiştir. Savaş neden hâlâ sürer ki? Bize günlük ulaşan haberler zaten hiçbir kuşku bırakmamıştı. Üç gün sonra Bydgoszcz ve Kraków-Radom ve Łódź düşmüştü. Sonraki üç gün içinde Almanlar Varşova’yı kuşatmış ve Lwow’a ulaşmışlardı. Alman birlikleri tarafından sıkıca sarılmış birkaç bölge kalmıştı, oralarda sıkışmış olan Polonya birliklerinin teslim olması an meselesiydi. Zamanı, birliklerin elindeki cephanenin miktarına bağlıydı. Mucizelere yer yoktu.

X kenti boş ve sakindi. Almanlar iki gün kalmış, sonra da toparlanıp doğuya yönelmişlerdi. Silah sesi işitilmiyordu, ortalığa sessizlik hâkimdi. Öğleden sonraları nehir kenarında oturduğumda, sıklıkla yukarıdaki uçakların uğultusunu duyardım, çok yüksekte uçup, bizim oradan uzak dururlardı. Akşama doğru, güneye dönerlerdi.

Bir gece –tam da ben X’ten ayrılmadan önce– kapının vurulmasıyla uyanmıştım. Bir an için yanıt vermemiş, uyuyor gibi yapmıştım, dinlemiş ve düşünmüştüm. Ev sahibi evde yoktu, sokağa çıkma yasağı olduğundan, gece kalmaya niyetlendiği, N’deki kereste fabrikasından kalas almaya gitmişti. Evin on altı yaşındaki oğlu, savaş çıktığında izci kampındaydı ve o zamandan beri nerede olduğu hakkında bir fikirleri yoktu. Dikkatle dinlemiştim: Kapının dışında hiçbir ses veya itiş kakış duyulmuyordu, ancak kapıya yeniden vurulmuştu.

“Kim o?” diye sormuştum.

“Benim,” diyen ev sahibemin sesini duymuştum.

“Lütfen efendim, kapıyı açabilir misiniz?”

“Ne oldu?”

“Anlatacağım, efendim.”

Pantolonumu ve terliklerimi giyip, kapıyı açmıştım.

Ev sahibem hemen kapının önündeydi. Göğsündeki şalı elleriyle kavramıştı. Fısıltıyla, “Oğlum savaştan döndü…”

“Bu çok iyi.”

“Evet, ancak benimle aşağı gelebilir misiniz biraz, efendim…”

Aşağıdaki dairelerine inmiştik. Güçlü bir ampul sertçe parlıyordu. Pencere bir battaniyeyle perdelenmişti. On

….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıBir Antikahramanın Hatıra Defteri
  • Sayfa Sayısı80
  • YazarKornel Filipowicz
  • ISBN9789750764424
  • Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviCan Yayınları / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Yüzüncü Ad Baldassare’nin Yolculuğu ~ Amin MaaloufYüzüncü Ad  Baldassare’nin Yolculuğu

    Yüzüncü Ad Baldassare’nin Yolculuğu

    Amin Maalouf

    Doğu’daki son Cenevizlilerden, antika tüccarı Baldassare Embriaco, 1665 yılı sonlarında, soyunun yüzyıllardır yaşadığı Lübnan’dan yollara düşer. Ertesi yıl, İncil’e göre “Canavar’ın Yılı”dır. Kimilerine göre...

  2. Fareler ve İnsanlar ~ John SteinbeckFareler ve İnsanlar

    Fareler ve İnsanlar

    John Steinbeck

    Birlikte dolaşan iki gezgin toprak işçisinin bağlılığı ve dostluğu üzerine bir roman. Bu romanda Steinbeck, insan ruhunu derinlemesine ortaya koyan keskin gözlemlerini, kendine özgü...

  3. Şeytan’ın Çırağı ~ Kenneth Bogh AndersenŞeytan’ın Çırağı

    Şeytan’ın Çırağı

    Kenneth Bogh Andersen

    Cehennemin Derinliklerine Sıradışı Bir Yolculuk“Ne demek istiyorsun?” Filip başını salladı. “Burası da neresi?” “Burası mı?” İblis kaşlarını kaldırdı. “Hâlâ çıkaramadın mı? Evet, tabii ya,...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur