Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Bir Ada İcat Etmek
Bir Ada İcat Etmek

Bir Ada İcat Etmek

Alain Gillot

Çin’de bir şantiyede çalışırken, yedi yaşındaki oğlu Tom’un öldüğünü öğrenen Dani, haberi alır almaz Fransa’ya eşi Nora’nın yanına dönerek cenaze hazırlıklarına başlar. Fakat oğlunun…

Çin’de bir şantiyede çalışırken, yedi yaşındaki oğlu Tom’un öldüğünü öğrenen Dani, haberi alır almaz Fransa’ya eşi Nora’nın yanına dönerek cenaze hazırlıklarına başlar. Fakat oğlunun ölümünü kabullenmekte zorlanmakta, yas tutmayı reddetmektedir. Yılın büyük bir kısmında onu evinden uzak bırakan bir iş seçtiği, oğluyla istediği kadar vakit geçiremediği için pişmandır. O bu duygularla mücadele ederken hiç beklenmedik bir şey olur, küçük Tom karşısında belirmiş onunla konuşmaktadır. Başta aklını kaçırdığını düşünen Dani, çok geçmeden oğlunun büyülü ve açıklanamaz bir biçimde yeniden ortaya çıkışını kabullenir. Birlikte daha önce planlasalar da bir türlü gerçekleştiremedikleri bir ada yolculuğuna çıkarlar.

Alain Gillot bir ailenin en sancılı zamanlarını konu alan bu romanında yas tutmanın farklı türleri, bir babanın oğlundan öğrenebilecekleri, hayattaki ezberlerimiz ve gönlümüzden geçenler üzerine yalın, zarif ve samimi bir romana imza atıyor.

“Kalpleri (her şeye rağmen) ısıtan bu narin, kadifemsi yas hikâyesinde –saklanan, görmezden gelinen ölüm, yanı başımızda olsa bile– sevgi, korkunç gerçeğe galip geliyor. Bir nevi delilikle, bir başka boyuta geçen babayla tanışıyor, ona eşlik ediyor, onu anlıyoruz.”

I

“Dani, sen misin?” “Evet.”

“Tom’un başına bir şey geldi.”

Baldızım Lauren’in sesiydi bu. Uzaktan gelen bu telefon sesinden başka bir şey yokmuş da dünya o anda anlamam gereken neyse ona indirgenmiş gibi, etrafımdaki alanın beni sıkıştırarak daraldığını hissettim.

“Anneannesiyle plajdaymış. Bir anda gözünün önünden kayboluvermiş…”

Bir an sessizlik olunca bağlantının koptuğunu sandım ama o, haberlerde duyduğumuz, başkalarına, yabancılara söylenen ama bu kez öyle olmayan şu sözcükleri telaffuz etti.

“Öldü, Dani.”

Kulaklarım uğuldamaya başladı. Somut bir şeye tutunmayı denedim. Duvara asılı köprü planları. Çalışma takvimi. Şantiye şefi olarak imza attığım sözleşme belgeleri. Büyük masraf edip İtalya’dan getirttiğimiz kahve makinesi. Fakat bütün bunlar bir dekordan ibaretti.

“Nora nerede?” diye sordum.

“Çanta hazırlıyor. Trenle gideceğiz. Kendisiyle konuşmak ister misin?”

“Evet.”

Yaklaşan ayak seslerini işittim. Nefesini. “Dani…”

“Buradayım.”

“Dani…”

Nora hıçkırıklara boğuldu, duramıyordu. Binlerce kilometre uzakta, Çin dağlarındaki bir barakanın içinde dikiliyordum. Kendine hâkim olmak için mücadele ediyordu.

“Nantes Üniversite Hastanesi’ne götürmüşler. Yoğun bakıma almışlar ama işe yaramamış.”

Tekrar gözyaşlarına boğulunca, Lauren telefonu geri aldı.

“Taksi aşağıda, Dani, gitmemiz lazım.”

“Cep telefonlarınızı yanınızdan ayırmayın. Gelir gelmez ararım.”

“Tamam.”

Titus, yaya köprüsünün diğer ucunda beni bekliyordu. Telefonu açan da, beni bulması için yardımcısını gönderen de o olmuştu. Bakışlarından bildiğini anladım. “Seni götüreyim,” dedi. “Chen götürebilir…”

“Hayır, ben hallederim.”

O etrafa talimatlar yağdırırken ben Toyota’ya atladım. Yukarıdan bakınca köprünün kuzey ayağında toplanmış adamları görebiliyordum. İnşaatın tamamlanmış halinin deltanın üzerine gururla yayıldığını hayal etmeyi denediysem de başaramadım. “Dani?” “Evet.”

Titus direksiyona geçti.

“Helikopter seni Chengdu’ya atacak. Oradan Pekin için aktarma yapar, Paris’e giden gece uçağına yetişirsin.”

Montaj atölyeleri boyunca ilerleyip nehir kıyısına ulaştık. Bir mavnanın önünde, yüklemeyi denetleyen Chen’i gördüm. “Benim için onunla konuşursun,” dedim.

“Elbette.”

“Halefim o olacak, biliyorsun.”

“Bence de öyle.”

Titus❜la anlaşmak için fazla kelimeye ihtiyaç duymazdık. Bundan on iki sene önce, Dubai’deki ilk büyük şantiyemde karşılaşmıştım onunla. Ben okuldan yeni çıkmış toy bir delikanlıyken, o çoktan müdür olmuştu. Sonrasında Afrika’da, Güney Amerika’da, Endonezya’da beraber çalışmaya devam ettik. İdari büroya giden yolda bir sığır sürüsüyle burun buruna geldik ve geçişlerine izin vermek için kenara çekilip beklemek zorunda kaldık.

“Nakit paran var mı?” diye sordu bana.

“Var.”

Tanışıklığımızın başlarında söylediği bir şeyi hatırladım. “Çocuklar seni tutsak eder Dani.”

Evlenip aile kurmak isteyen bir kadından yeni ayrılmıştı. Bunu söylerken onu mu düşünüyor acaba, diye geçirdim aklımdan. Tabii ki onu düşünüyordu.

Kaolang’da pazarın kurulduğu gündü ve motele ulaşmaya çalışırken arabayı yürüme hızında sürmek zorunda kaldık. Bataklığa direkler üzerine inşa edilmiş bu bina için motel demek biraz zordu aslında.

“Yardım ister misin?” diye sordu Titus. “Hayır. Hızlıca hallederim.”

Odaya girdiğimde gözlerim yatağa, kırışmış çarşaflara takıldı ve bir şişe soğuk su bulmaya çalışarak, sivrisinek avina çıkarak, o anda önemli olduğunu sandığım gecikmiş bir teslimat için sıkılarak geçirdiğim o son geceyi hatırladım. Basit hedeflere odaklanmam gerekiyordu: Aygıtlarımın şarj kablolarını, kişisel evraklarımı unutmamalıydım.

Geniş gövdeli bir Sikorsky’nin, türbinleri rölantide bizi beklediği, Çin hükümeti tarafından gösterilen zorunlu uçuş alanına gittik. Helikoptere tırmanırken silah arkadaşıma döndüm. Duyguları yüzüne yansımamıştı ama iç dünyasının sakin olmadığını tahmin ediyordum. Bu seferki cepheye benimle birlikte gelmesi mümkün değildi.

“Beni haberdar et,” diye seslendi.

Gürültü kulakları sağır edecek düzeye geldi ve helikopterin gövdesi öylesine şiddetle titremeye koyuldu ki parçalanacağını sandım. Tekerlekler yerden kesildiği anda, oğlumun görüntüsü belli belirsiz gözümün önüne geldi, Nantes Üniversite Hastanesi’nin morgunda bir çekmeceye yerleştirilmiş bedeni.

Paris uçuşunda yanımda, yerel bir işletmeyle imzaladıkları sözleşmeyi kutlayan bir işadamları üçlüsü oturuyordu. Yüksek sesle konuşup şampanya içiyorlardı. Neyse ki uçağın yarısı boştu da arkalarda sığınacak bir yer buldum kendime.

Uyumak için yorgunluğuma güveniyordum ama sürekli hayaller gördüğümden, kendimi görünmez bir düşmana karşı savunurmuş gibi, yumruklarımı sıkmıştım. Düşüncelerimle savaştığımdan, baştan kaybedilmiş bir savaştı bu. Er ya da geç galip geleceklerdi.

Gözümün önünden silinmeyen bir görüntü vardı: Yedi yaşına bastığı gün, elleri bisikletinin gidonunda, kaldırımın üzerinde çemberler çizen Tom. Çin’deki şantiye çoktan başlamıştı. Büyük bir kısmı şirket merkezindeki toplantılara adanmış, kısa bir izin alabilmiştim. Sonuçta, doğum günü kutlamasına birkaç saat kala, elimde hâlâ bir hediye yoktu. Okul çıkışında ne istediğini sormak için Tom’u almaya gittim. Cevabı gayet netti. Süspansiyonları ve çivili lastikleri olan kırmızı bir bisiklet istiyordu. Bir sürü mağaza gezdik ama aradığımızı bulmayı başaramadık. Kimisinin gövde yüksekliği uygun olmuyordu, kimisinin rengi. Peşine düştüğümüz nadir inciyi nihayet, République’e yakın bir dükkânda bulabildik ve satın alma işini hallettikten sonra Tom, yan tekerlekler olmadan pedal çevirmeyi bildiğini göstermek için inat etti. Kaldırımın üzerinde giderken bir kez olsun sendelemedi. Önümden her geçişinde, berrak sesiyle bir kahkaha patlatıyordu. Sonrasında tekrar dolaşmaya çıkıp çıkamayacağımızı sordu ama aynı akşam uçuşum vardı, dolayısıyla çok az zamanım kaldığını söyledim. Eve döndük, üçümüz birlikte akşam yemeği yedik. Kırgınlığını belli etmedi ama valizimi kapattığım sırada sırtını dönerek odasına kaçtı. Gücenmedim, çocukların ayrılık anında sevgi gösterilerine girişilmesinden nefret ettiğini bütün aileler bilir. Fakat Nora ile birlikte taksimi beklerken, Tom’un salonun penceresinden beni izlediğini fark ettim. Tavrında biraz oyun ama aynı zamanda da gurur vardı. Yanına gidebilirdim aslında ama yapmadım ve işte bu şekilde ayrıldık. Bundan üç ay beş gün önce, bu birbirimizi son görüşümüzdü.

Kaptan pilot hoş geldiniz dedikten sonra Roissy’ye yerel saatle 7:40’ta ineceğimiz bilgisini verdi. Kalkış pistindeki yerimizi aldık.

Uçak irtifa kazanırken, Tom’un kaldırımın üzerinde, bütün dikkatini toplamış bana becerisini kanıtlamaya çalışırkenki halini gözümün önüne getirmeyi denedim. Tam başarıyordum ki zihnimde sinsi bir soru belirdi. Neden mahrum etmiştim ki onu bu gezintiden? Hangi kaygılar böyle bir karar almaya itmişti beni? Kendime ayırdığım bu zaman zarfında, Birleşik Arap Emirlikleri’ne gideceği için oradaki yerel hayata ilişkin bilgi isteyen bir iş arkadaşımın e-postasına cevap vermiştim. Her şeyin yolunda olup olmadığını öğrenmek için Titus’u aramıştım ve konuşmamız bambaşka bir konuya, o sıralarda oynanan NBA şampiyonluk maçına kaymıştı, sonra jeoloji bölümünden gelen bir rapora, ardından da Yangtze Vadisi’yle ilgili bir sismik etüt raporuna bakmıştım. Bu pek kıymetli okumayı neden Pekin’e dönüş uçuşuna saklamamıştım sanki? Chicago Bulls’un potansiyelini değerlendirmek ve pek de tanımadığım bir iş arkadaşımin tur organizatörlüğüne soyunmak için acelem neydi?

Bulut katmanını aştık. Uçak seyir hızını sabitledi. Ayın altındaki hava sahası, üzeri karla kaplı bir tarlayı andırıyordu. Tuvalete gidip yüzümü yıkadım. Aynadaki o adam bendim. Oğluyla bisiklet gezintisine çıkmayan bir tip.

Az da olsa uyumayı başardım. Roissy’ye yaklaştığımız sırada beni uyandıran gün ışığı oldu. Uçak penceresine doğru eğildim ve Fransa topraklarının yaklaştığını gördüm. Bir yanım bu yolculuk bitsin istiyor, diğer yanım bundan ürküyordu. Cep telefonumu kontrol ederken, bagajımı aldığım gibi bir taksiye atladım. Lauren’le birlikte cenaze evinde olan Nora’dan gelen bir sesli mesaj vardı. Hemen onu geri aradım.

“Neredesin?” diye sordu.

“Paris’te. Yeni indim.”

“Konuşmamız… Konuşmamız gereken şeyler var

Dani…”

“Evet. Dinliyorum.”

“Hastane naaşı en fazla yirmi dört saat tutuyor. Defin işleminin yerine ve zamanına karar vermek gerek… Kendi ailesinin yattığı mezarlığın uygun olabileceğini düşünmüştü ama benim fikrimi almayı beklemişti. “Bence uygun olur,” diye cevap verdim ona. “Emin misin?”

“Kesinlikle.”

“Sakin bir yer, bilirsin, denize yakın…..” “Bence uygun.”

Tabutu seçmek zorunda kalmıştı; ayrıca törenin türünü,

çalınacak müziği de. Gerçeklerle yüz yüzeydi. “İnsanların gelmesini istiyor musun?” diye sordu bana. “Bu konuyu trende düşünürüm.”

Paris’e girmek kolay olmadı. Bastille tarafında trafik o kadar sıkışıktı ki taksiden inip yolun geri kalanını yayan tamamlamak zorunda kaldım. Bir otomattan bilet alarak peronlara yöneldim. Tatil zamanı istasyon, bir yandan veletlerine bağırmakla, diğer yandan yol göstergelerini kollayarak bagaj arabalarını itmekle meşgul aileler tarafından istila edilmişti. Kendime kalabalıktan uzak bir bank aradım.

Hızlı tren gara girmiş, yolcular tam anlamıyla hücuma geçmişti. Bana gelince, son anda bindim ve yerimde birinin oturduğunu fark ettim. Tartışacak gücüm olmadığından bar kısmına yerleşip önümden akıp geçen manzarayı izlemeyi tercih ettim.

Tanıdıkları haberdar etmenin iyi olacağını düşündüm ve ne derece yabani olduğumun farkına vardım. Sadece Nora’nın yakınlarıyla ya da iş arkadaşlarımla görüşüyordum ve aralarında Titus hariç bilgi verme ihtiyacı hissedecek kadar yakın olduğum kimse yoktu. Aileye gelince, annemle babam ölünce, hiçbir zaman anlaşamadığım kız kardeşim ve görüşmediğim birkaç kuzen dışında kimse kalmamıştı geriye. Eksikliğini hissediyor muydum? Elbette ama bu hali o kadar benimsemiştim ki sonunda bu yoksunluğu özgürlük olarak kabul etmiştim.

Telefonum titredi. Michael varış saatimi soruyordu. Titus dışında, kendime en yakın hissettiğim dostum oydu; hayatlarımız her açıdan iç içe geçmişti. Mines’de aynı dönemdendik, bir daireyi paylaşacak kadar sevmiştik birbirimizi ve çok çalışarak geçirdiğimiz bir sömestrin sonunda, hangisini beğendiğini belirterek iki kız kardeşle çıkmayı teklif etmişti bana. Terasta kızları beklerken bu konuda şakalaşmıştık. Michael’in Lauren’le ilgilendiğini öğrenince mutlu olmuştum zira Nora büyüleyiciydi. Dördümüz daha sonraları defalarca buluştuk çünkü çok iyi anlaşıyorduk. Sonra Lauren hamile kaldı ve Michael, küçük bir inşaat şirketi kurmak için Mines’i bıraktı. Hayat şartları yüzünden az da olsa birbirimizden uzaklaşmıştık ama ne zaman telefonla konuşsak, Nora’yı yeniden görmenin yollarını aramadığıma şaşırıyor, ondan haberler vermeyi ihmal etmiyordu. Ben de ona hep aynı cevabı veriyordum. Okulumun bitmesine yıllar vardı, mühendis olduğumda da muhtemelen çalışmak için uzaklara gidecektim, dolayısıyla ciddi bir ilişkiye girmek için uygun insan olmadığımı düşünüyordum. Buna rağmen, Nora bir akşam, beklenmedik bir şekilde kapımı çaldı. Çekincelerim konusunda Michael’le mı konuşmuştu acaba? Bunu hiçbir zaman öğrenemedim ama içeri girerken ertesi sabahtan önce çıkmamak konusunda kararlı olduğu kesindi. Sonuçta bütün bir hafta benimle kaldı ve bu bir hafta hayatlarımızı tümüyle değiştirdi.

Bana kancayı takmaya niyetlenen başka bir genç kadın olsa başarılı olamazdı ama söz konusu Nora olduğunda daha uysal olduğum barizdi. Bağımsızlığına en az benim kadar düşkün olduğu iddiasındaydı ve aldığı dil dersleri yıllardan beri hazırlandığı bir dünya seyahatiyle son bulmak zorundaydı. Ayrıca ilişkimizden bahsederken, ikimizden sevgiliden çok arkadaş, zamanın ve mekânın ötesinden birbirine el sallayan suç ortakları olarak söz etmekten hoşlanıyordu. Fakat gerçekte yaşananlar bu güzel iddiayla çelişti.

Birlikte o kadar iyiydik ki! Barda sabaha kadar tartışmak, gün boyu yatakta kalmak, sabah matinesinde sinemaya gitmek, saate aldırmadan yemek yemek; hep aynı şeylerden hoşlanıyorduk. O dönemde bir motosikletim vardı, taptığım bir üç silindirli Triumph ve her seferinde, yemeğimizi odaya söylediğimiz, omzumuza bir örtü atıp balkonda sigaralar içtiğimiz bir hostelde son bulan, Fransa’nın muhtelif yerlerinde birbirinden güzel kaçamaklar yapmaya başladık. İkimiz de uçarıydık, aynı hedefin peşinden gidiyorduk: Anı yakalamak, ağırlıklardan azade bir hayat yaşamak. Kendi maceralarımızı yaşarken birbirimize uzaktan selam etmek gibi asil bir niyet bakın nasıl paramparça oldu. Aslında direnmiştik, bir randevuyu kaçırdığım bahanesiyle kapıyı çarpıp çıkan ilk Nora olmuştu ama sonra geri döndü. Kısa bir süre sonra, bu kez ben, kadınlara özgü davranışlarla ilgili hararetli bir tartışmanın sonunda özgürlüğümü ilan ettim. Fakat hemen ardından yine birbirimize koştuk, birbirimizi çok özlüyorduk. Ranzanın kenarına dayadığı omzu, sigarasının gecenin içinde parlayan koru, sahanda yumurta paylaşırken mutfakta attığı o kahkaha. Âşıktık ve hayat bir lütuftu. Olduğu gibi kabul etmek gerekiyordu.

Mans’da, tren boşalınca yerime oturabildim. Artık vagondaki insanların çoğu uyuyor ya da uyur gibi görünüyordu; ilk binişte koridorlarda çığlık çığlığa koşuşturan veletler koltuklarına yığılıp kalmışlardı.

Nora ve ben, diplomam cebimde Bauer-Industrie’de işe başladığım ve ilk yurtdışı görevimi aldığım güne kadar böyle, bir tür daimi doğaçlama halinde yaşamaya devam ettik. Nora iş haberini coşkuyla karşılamıştı. Bu fırsattan, uzun yolculuğunu gerçekleştirmek için faydalanacaktı. Bir kıtadan diğerine telefonla konuşacaktık, çok romantik olacaktı. Fakat olaylar farklı bir seyir izledi. Birtakım gizemli idari meseleler nedeniyle, yola çıkmayı sürekli olarak erteledi; sonunda da daha fazla uğraşmamak için tamamen vazgeçti. Projesinin hayata geçme olasılığı çekiciliğini kaybetmesine neden olmuştu adeta. Artık başka hedefleri vardı. Bize bir yuva bulmayı kafasına koymuştu; gerçek anlamda bize benzeyecek bir şey, diyordu; ne benim evim olacaktı, ne onun, bizim olacaktı. Gerçekten de, Uzakdoğu’dan döndüğümde, şehrin kalp atışlarını işitebileceğimiz Saint-Eustache yakınlarında bir yerde, çatı katında bir dairenin kapısını açarak sürpriz yaptı bana. O ağustos, yaz ortası sıcakları hüküm sürüyordu. Yıldızların altında uyumak için şiltemizi

balkona taşımıştık ve bana işte orada sakin bir sesle çocuk istediğini söyledi.

Şarap getirmek için kalkmadan önce nefesimi toparlamaya çalışmıştım. Ben aklımı başıma toplarken kadeh tokuşturduk. Ne düşündüğümü gerçekten bilmek istiyordu ve ben de saklamadım. Gurur duymuştum ama korkmuştum da, işte içimdeki hisleri böyle özetlemiştim. Nora’nın çocuğunun babası olmamı istemesinden dolayı gururluydum. Hem de inanılmayacak kadar. Fakat bu kararın sebep olacağını gördüğüm tehlikeler konusunda da endişeliydim. Olabildiğince dürüstlük göstererek bunları arka arkaya sıralamaya çabaladım. Anlaşılan bugün dünya turuna çıkıp çıkmamayı umursamıyordu ama ya yarın? Bundan vazgeçtiği için bana kinlenmeyecek ya da kendini suçlamayacak mıydı? Ve özellikle de bu yeni hayatta benim yokluğumda üzerine kalacak yükün farkında mıydı? Çocuğu için her zaman uzakta olan bir baba mı hayal ediyordu? Fakat Nora’nın her şeye cevabı vardı. Aşkımızın mesafelere asıl bu çocuk sayesinde direneceğini ve buluşmalarımızın bayrama döneceğini söyledi. O gece, çıkmak istediği içsel yolculuğun gidebileceği her egzotik mekândan daha kıymetli olduğuna o kadar inanmıştı ki yüzü ışıl ışıldı. Bütün şüphelerimi savuşturdu ve ertesi yıl Tom dünyaya geldi.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Altın Adam ~ Mor JokaiAltın Adam

    Altın Adam

    Mor Jokai

    Tuna Nehri kıyısında küçük bir kasaba olan Komarom’lu bir gemi reisidir Mihaly Timar. Bu kez öncekilerden farklı olarak gemisinde tahıl yükünün yanı sıra iki...

  2. Neon Yağmurları ~ James Lee BurkeNeon Yağmurları

    Neon Yağmurları

    James Lee Burke

    Kadın ortak bir veranda ve çalı dolu bir bahçeyle birbirine bağlanan eski tuğla evlerden birinde oturuyordu. Arkamda ayak sesleri duydum, dönüp bir şey hakkında...

  3. Bilgi Avcısı ~ Taylor StevensBilgi Avcısı

    Bilgi Avcısı

    Taylor Stevens

    Çekici, Hızlı ve Tehlikeli… Ankara’dan başlayıp Afrika ve Amerika’ya dek uzanan öyküsüyle Bilgi Avcısı, güven ve ihanetin, ölüm ve yaşamın da hikâyesi.. Uçlarda yaşayan...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur