“Çok genç yaşındayken bile gözüpek ve yürekli biri olan George Orwell (1903-1950), önce döneminin ve ülkesinin toplumsal düzenine karşı çıktı. Büyük Rus Devrimine inandı. Troçki’ye hayrandı. Ancak, İspanya içsavaşı sırasında Stalinistlerin Troçkistlere karşı tutumu, umutlarını yıktı. Bu durum ve yakalandığı hastalık, George Orwell’i Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ün mutlak umutsuzluğuna sürükledi. Orwell, yapısal olarak karamsar ya da siyaset tutkunu biri değildi. İlgi alanları çok genişti. Daha az acılı bir dönemde yaşasaydı, yaşamaktan mutluluk duyardı. Ama çağımıza siyaset egemendir. Orwell, yaşadığı sürece gerçeklere bağlı kalmış, en acı dersleri bile öğrenmekten vazgeçmemiştir. Ama umudunu yitirmiştir. Orwell’in çağımızın peygamberi olmasını engelleyen şey de bu olmuştur. Dünyanın bugünkü durumunda umut ile gerçeği birleştirmek belki de olanaksızdır. Durum buysa, bütün peygamberler yalancı peygamberlerdir. Orwell gibi kişiler, bence günümüz dünyasında gerekli olanın yarısını, ama ancak yarısını ortaya koymuşlardır. Öteki yarısını hala aramaktayız”.
BERTLAND RUSSEL
ORWELL BÜYÜK BİRADERİMİZ
1984, Orwell’in sanatının tacıdır ve kuşku götürmez biçimde, dikenlerden oluşmuş bir taçtır bu.
George Orwell. edebiyat dünyasına damgasını vururken bir yarıdan da, çevresindeki mutsuzluğa mahkûm dünyayı düzeltmeye çalışıyordu. Gerçek bir liberal olduğundan, küçük şeyler aracılığıyla düzeltmeye çalışiyordu dünyayı. Programlar programları getiriyor. O halde, güllerle kurbağalara ya da daha anlamlı olduğunu düşünüyorsanız, sanata ve edebiyata dönün Alçak gönüllü kurtuluşumuz işte burada, “gereksiz olan”da yatıyor.
Orwell bir makalesinde şöyle diyordu: “Bugün dünyada varolan dev hınç birikimini daha genişletmet için en iyi yol, Yahudilerle Araplar, Almanlarıla Çokoslovaklar vb. arasında, her maçta yüz bin kişilik karışık bir izleyici kitlesinin hazır bulunacağı bîr futbol turnuvası düzenlemektir.” Kurallara uyulmasa bile, teke tek oynandığı sürece, oyunlar zararsızdır. Dünyayı yıkmaya katkıda bulunan, uluslararası ölçekteki spordur. Tek kurtarıcı. siyasal prestij ve mali çıkarlardır. Orwell de, milliyetçilik sorununu genelinde ele alır. Birmanya’da devlet görevlisi olarak bulunduğu sırada yüz yüze geldiği İngiliz emperyalizmi kötüdür, ama onu siyaset sahnesinden silen yeni emperyalizm türleri daha da kötüdür. Tüm uluslar iğrençtir, ama bazıları ötekilerden de iğrençtir. Orwell pek de çekici olmayan bu dolambaçlı yoldan yurtseverliğe varır. Bazılarımız için, bu en temiz yoldur.
Güllere, kurbağalara, sanata inanırız ve biliriz ki. kurtuluş, kurtuluşun küçücük bir kırıntısı, ancak bu yolda bulunabilir. Siyasal alanda bulamayız kurtuluşu, aldatılmaya da niyetimiz yoktur, ama seçtiğimiz, kötüler arasında en az kötü olandır. Böylece, yüreklerimizi ve beyinlerimizi zedelenmeden yurtsever oluruz.
Pek huzurlu bir çözüm değildir bu, ama huzur arıyorsak, Orwell’i izleyenleriz. Kitaplarına yaşlanmak isteriz, iğne gibi battıklarını fark ederiz. Orwell’in kitapları, bizden sonraki kuşaklar için bile, her şeyin çözümlendiği bir geleceğin rahatlatıcı umudunu taşımaz. Mistik bir bakış açısı bile getirmez. Orwell’in tek getirdiği, yakınımızdaki küçük şeylere, iyiliğe, barışa ve doğruluğa olan inançtır.
Orwell, dilin, yazının duruluğu konusunda, tutkuya varan bir titizlik gösterirdi. Tehlikeli utmakla birlikte, gerekli bir oyundu oynadığı Gerekliydi, çünkü dilin gerilemesi, düşüncenin de gerilemesidîr ve bu, iletişimin zedelenmesi anlamına gelir. Orwell’e göre özgürlük, yazıyla ilintilidir ve özgürlüğü yok etmek isteyen bürokrat kötü konuşur, kötü yazarlar; anlamın, bütün anlamın kaybolduğu cümlelere sığınırlar. Her yurttaşın. özellikle bütün gazetecilerin görevi, bu tür cümle ve sözcükleri yakalayıp bunlara karşı savaşmaktır. Bu kaba, kısır dile karşı savaşımında Orwell tek başına değildir, ama büyük çoğunluk, soruna estetik açıdan, alayla yaklaşır, Orwell’i başkalarından ayıran, konuya sonsuz bir ciddiyetle eğilmesi ve dille özgürlük arasında doğrudan bağlantı kurmasıdır.
EM FORSTER
BİRİNCİ BÖLÜM
1
Nisan ayının soğuk, ama açık bir günüydü; saatler on üçü gösteriyordu. Yıldırıcı esen rüzgârdan korunabilmek için çenesini göğsüne gömmüş olan Winston Smith, hızla Zafer Konağı’nın camlı kapısından içeri süzüldü; ama bir toz bulutunun da kendisiyle birlikle içeri dalmasına engel olabilecek kadar çabuk davranamadı.
Hol, kaynamış lahana ve eski paçavra kilim kokuyordu. Ev için oldukça büyük, renkli bir poster, dipteki duvara asılmıştı. Posterde, özenilmeden yapılmış, bir metreden daha geniş, koskocaman bir yüz. resmi vardı: kırk beş yaşlarında, siyah gür bıyıklı, sert çizgileriyle bir erkek yüzü. Winston merdivenlere yolaldı. Asansöre binmeyi denemenin bir yararı yoklu. En iyi zamanlarda bile çalıştığı seyrekti; üstelik son günlerde elektrik kısıntısı vardı. Nefret Haftası’na hazırlık nedeniyle ekonomik önlemlerin bir parçasıydı bu. Daire yedinci kattaydı Otuz dokuz yaşında olan ve sağ ayak bileğinin üstünde bir varis ülseri taşıyan Winston, yolda birkaç kez dinlenerek, ağır ağır çıktı merdivenleri. Her katta asansörün karşısında asılı olan poster, kocaman yüzüyle onu bakıyordu. Gözleriyle insanın hareketlerini izliyormuş gibi yapılmış resimlerdi bunlar resmin altındaki başlıkta: BÜYÜK BİRADERİN GÖZÜ SENDE, yazılıydı.
İçeride yumuşak bir ses. ham demir üretimiyle ilgili birtakım İstatistik değerleri okuyordu, Ses, sağdaki duvara yerleştirilmiş, buğulu bir aynayı andıran, dikdörtgen metal levhadan geliyordu. Winston, bir düğmeyi çevirdi. Ses azalır gibi oldu, ama sözcükler hâlâ seçilebiliyordu. Tele ekran denilen bu aletin sesi azaltılabiliyor, ama tümden kapatılamıyordu. Pencereye yaklaştı. Ufak tefek, çelimsiz bir yapısı vardı: Parti’nin üniforması olan mavi tulum, bedeninin inceliğini ortaya pek çıkarmıyordu. Saçlarının rengi açıktı. Yüzü doğal bir pembelikteydi, teni ise adi sabun ve kör jiletlerden ve yeni biten kışın soğuğundan sertleşmişti.
Kapalı pencerenin kanatlarının gerisinde, dışarıdaki dünya soğuk gibiydi. Aşağıda caddede küçük rüzgâr girdapları, tozları ve kâğıtları çevirip savuruyordu ve güneşin ışımasına, gökyüzünün koyu maviliğine karşın her yana asılmış posterlerin dışında hiçbir şeyde canlılık ve renklilik göze çarpmıyordu. Bu kara bıyıklı yüz her köşeden bakmaktaydı. Posterlerden biri, hemen karşıdaki evin önüne asılmışta. Karanlık gözleri Winston’a dikilmiş, BÜYÜK BİRADERİN GÖZÜ SENDE, diyordu. Aşağıda, caddede köşesi yırtılmış başkabir poster rüzgârla inip kalkarken tek sözcük INGSOS bir görünüp bir kayboluyordu. Uzakta bir helikopter, damları sıyırarak alçaldı, büyük bir mavi sinek gibi bir süre havada asılı kaldı, sonra bir eğri çizerek ok gibi fırladı, insanların pencerelerini gözleyen polis devriyesiydi. Bu devriyeler pek önemli değildi, asıl önemli olan Düşünce Polisi’ydi.
Winston’nun arkasındaki tele ekrandan gelen ses dokuzuncu üçyıllık planın hedefleri başlığı konusunda ve ham demir hakkında hâlâ bir şeyler geveleyip duruyordu. Tele ekran aynı anda hem yayın yapabiliyor, hem de kaydedebiliyordu. winston’ın çıkardığı fısıltıyı aşan her ses, hemen kayda alınabiliyordu; üstelik Winston, metal levhanın egemen olduğu görüş alanı içinde bulunduğu sürece, işitilebildiği kadar görülebiliyordu da. Herhangi bir anda seyredilip seyredilmediginizi anlayabilmeniz olanaksızdı. Düşünce Polisi’nın, ne kadar sıklıkla ya da nasıl bir sistemle kimi izlediği bilinemezdi iler an. canları ne zaman dilerse, alıcıyı çalıştırabilirlerdi. Çıkardığınız sesin işitildiği, karanlıkla olmadığınız sürece, her hareketinizin izlendiği varsayımı, içgüdüsel bir alışkanlık haline dönüşmüştü, bununla yaşamanız gerekiyordu yaşıyordunuz.
Winston, sırtı tele ekrana dönük durdu. Böylesi daha güvenliydi; gelgelelim sırtın bile birşeyler işaret edebileceğini çok iyi biliyordu. bir kilometre otede çalıştığı yer olan Doğruluk bakanlığı kirli bir sorunlu olarak, geniş ve bembeyaz ayaktaydı. bu. diye duşundu belli belirsiz tiksintiyle bu. Londra, Birineci Hava üssü’nün merkez kenti. Okyanusya kentlerinin en yoğun nüfuslu üçüncü kenti. Londra’nın ben böyle mi olduğunu anımsayabilmek için bazı çocukluk anılarını belleğinden sokup çıkarmaya çalıştı. Yanları kereste kirişlerle kapatılmış, pencereleri kartonlarla yamanmış, çatıları oluklu demir levhalardan, düzensiz bahçe duvarları dört bir yana eğilmiş, çürümeye yüz tutmuş 19. yüzyıl evlerinin bu görüntüsü her zaman var olmuş muydu? Peki ya sıva tozlarının girdaplar oluşturarak uçuştuğu, moloz yığınlarının üstünde, tek tük söğüt ağaçlarını barındıran, bombardımana tutulmuş bölgeler, bombardımanların açtığı geniş alanlara serpilmiş ahşap kulübelerin bulunduğu yerler? Sır yararı yoktu, anımsayamıyordu; çocukluğundan geriye, zemini belirsiz, anlaşılmaz bir sürü anlık görüntü dışında hiçbir şey kalmamıştı.
Doğruluk Bakanlığı. Yenikkumaştaki Doğrubak, görünürdeki herhangi bir nesneden çok farklıydı. Bu koskocaman piramit biçimindeki, pırıl pırıl beyaz beton 300 metre yüksekliğindeydi Winston’ın bulunduğu yerden, beyaz cephesinde süslü hatillerle yazılı, partinin ile sloganını okuyabiliyordu.
SAVAŞ BARIŞTIR ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR BİLGİSİZLİK KUVVETTİR
Söylentilere göre, Doğruluk Bakanlığı’nın yer üstünde üç bin odası, yer altında da, bir o kadar dehlizi vardı………….
“Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap Adı Bin Dokuz Yüz Seksen Dört
- Sayfa Sayısı370
- YazarGeorge Orwell
- ISBN9755100415
- Boyutlar, Kapak 13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2008
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kızıl ~ Stefan Zweig
Kızıl
Stefan Zweig
Zweig gençlik dönemi yapıtlarından Kızıl’da öğrenim için Viyana’ya giden genç bir tıp öğrencisinin büyük kentin gerçekliğine uyum sağlama ve yetişkinliğe adım atma sürecini anlatır....
- Alba Şehrinin Yirmi Üç Günü ~ Beppe Fenoglio
Alba Şehrinin Yirmi Üç Günü
Beppe Fenoglio
Alba Şehrinin Yirmi Üç Günü, İkinci Dünya Savaşı sırasında İtalyan direnişçilerini ve savaş sonrasının taşra hayatını yalın bir gerçekçilikle anlatan on iki öyküden oluşuyor....
- Hayvan Mezarlığı ~ Stephen King
Hayvan Mezarlığı
Stephen King
“Kutsal Mezarlığa gömülen ölüler, kısa sürede yeniden hayata dönerler.” -Bir Kızılderili İnancı- Dr. Louis Creed ve ailesi eski kızılderili mezarlığındaki ruhların gazabına uğramışlardı… Bunun...
bu kitabı yıllar öncesinde okumuştum o zaman çok da ilgimi çekmemişti ama şimdi heryerde kameraların olması metroda, yolda vb aklıma bu kitap geliyor. Yazarın eseri yazdığı dönemde bu şekilde bir kayıt sistemi yokken nasıl hayal etmiş ve bugünü geçmişten görüp yazmış diyorum.