Bir varmış, bir yokmuş, Allahın kulu çokmuş tekerlemesiyle başlayıp, arada çekilen onca ızdıraba, ayrılığa, haksızlığa rağmen sonu hep Onlar ermiş muradlarına, darısı bizlerin başına. cümlesiyle noktalanan sözlü edebiyatımız, masallarımız Sözlü olarak üretilmiş ve geçmişten bugüne kulaktan kulağa yayılarak ulaşmış tek mirasımız Tahir Alangu ve Server Bed8217;nin ardından Elif Konarın düzenlediği bu kitapla iyice ölümsüzlüklerini kazanan masallarımızla şehzadelerin, Hanım Sultanların, padişahların ve kötü kalpli insanların büyülü dünyasında biz de yerimizi alıyoruz. Onlarla ağlayıp, onlarla gülüyor, hayattan ders çıkarıyoruz. Bu büyülü dünyanın kırk gün kırk gece süren kutlamalarında yerimizi almanın tam zamanı.(Arka Kapak)
İÇİNDEKİLER
Sunuş / 5
Billur Köşk ve Elmas Gemi / 11
Helvacı Güzeli / 31
Tasakuşu / 46
Sefa ile Cefa / 55
Sabırtaşı / 69
Zümrüdüanka Kuşu / 76
Vakitsiz Açan Gül / 100
İğci Baba / 111
Çevir Kazı, Yanmasın / 122
Alicengiz Oyunu / 131
Saka Güzeli / 138
Karayılan / 146
Mercan Kız / 156
Kaynaklar / 176
Sunuş
Billur Köşk Hikâyeleri/ Masalları, geleneksel masal ör-neklerimizdendir ve Türkiye’deki ilk masal derlemesi olarak bilinmektedir. Kitap içinde on dört masal bulunmaktadır. Billur Köşk kitaplarının en eski basımlarının üzerinde tarih bulunmasa da, yaklaşık olarak en erken 1876 yılları olabileceği tahmin edilmektedir. O dönemlerde halk ağzından derleme veya Doğu dillerinden çeviri pek çok yazılı eserin, halk arasında yayılmaya başladığı bilinmektedir (Kerem ile Aslı, Kırk Vezir Hikâyeleri, Binbir Gece Masalları, İran ve Hint Masalları gibi). Bizim masallarımıza derleme ve kitaplaştırma anlamında ilk ilginin Batı dünyasından geldiği tarihi bir gerçektir. Macar bilgini Kunoş’un yayımladığı masal kitapları bu konuda bilinen ve kayda değer ilk eserlerdir. Yaptığım araştırmalarda, Alman Th. Menzel’in 1923’te Billur Köşk Masalları’nı neşrettiği bilgisine de ulaştım. Ülkemizde düzenli, bilime dayalı derleme işinin Pertev Naili Bortav başkanlığında 1945 yılında başladığı bilinmektedir.
Billur Köşk Masalları incelendiğinde, onların Doğu masallarına benzediği görülür. Masalların halk arasındaki söyleniş ve anlatılışları, kitaptakilere benzer; ama dilden dile değişikliklere uğramış şekildedir. Sözlü gelenekten tekrar derlenen masallarda, masal motiflerinde bazı değişikliklere, kiminin tamamıyla masaldan çıkartıldığına, ayrıntılarda yerel yaşantılara dair özelliklere rastlarız. Bu durum göstermektedir ki; alınanlar, halk içinde, halkın zevk ve duyuşlarına göre biçim değişikliklerine uğramıştır.
Billur Köşk Masalları’nı yeniden düzenleyip hazırlarken, önceden hazırlanan kitapları da inceledim (Server Bedi, Ta-hir Alangu, Melih Ergun, Tahir Hafızoğlu gibi). On dört masaldan oluşan kitaptaki masallardan Kahveci Güzeli(çok fazla müstehcen öğe bulundurduğu için) yerine, Tahir Alangu Hocamızın derlediği Mercan Kız masalını aldım. Genel olarak nakledilenlere bağlı kalmaya çalıştıysam da, bu masalların halk içinde anlatılan, küçükken dinlediğim örnekleri de beni etkiledi. Kendi üslûbum da ister istemez düzenlemelere dahil oldu. Kitaplarda yer alan bazı masallarda göze çarpan müstehcen ve argo kısımlar, halk ağzındaki anlatışlarda yer almamaktadır. Masalları benim üslûbumdan okurken de bu özellik dikkati çekebilir. Kitabî masal özelliklerinden çok uzaklaşmamaya dikkat ettiysem de, kitapta nine, dede ve teyzelerin anlatışlarına daha yakın bir üslup göze çarpacaktır.
Enver Naci Gökşen, masalı “insanoğlunun evren, dünya, hayat, tabiat, toplum ve kendisiyle ilgili tarihî oluşum, fikir, istek ve izlenimlerinin az veya çok değişikliğe uğrayarak, ağızdan ağza geçme yoluyla çağımıza ulaşan ananevî hikâye etme örnekleri” olarak tanımlamıştır. Sevinç Çokum ise, “Masal, her ne kadar geçmişin bir ürünü olarak gözüküyorsa da her çağda, bugün de ihtiyaç duyulan bir tür olmuştur.”demektedir.
Billur Köşk Masalları incelendiği ve okunduğu zaman, Gökşen ve Çokum’un cümlelerinin ne kadar yerinde olduğu görülmektedir. Eski çağlardan gelmelerine rağmen, bu masallardaki psikoloji, anlatışlar, olaylar, davranışlar, günümüze kadar gelen pek çok yaşayışı kısmen de olsa yansıtabilmektedir. Masalların belli bir döneme ve kısır bir dünya görüşüne saplanmamış oldukları dikkat çekicidir. Onları anlatan ve yazıya döken insanlarla birlikte gelişerek günümüze kadar ulaşmaktadırlar. Masallarda dikkati çeken bir diğer husus ise şudur; zamanın değişmesine rağmen, halkın seziş ve düşünüşünün temel ilkeleri kökten değişikliğe uğramamaktadır. Bu yüzden, geçmişten gelse de, masalları okurken günümüze ait tanıdık davranış, seziş, düşünüş örneklerine rastlamaktayız. Masalların içinde kendimizi çok da yabancı bir âlemde hissetmememizin sebeplerinden biri dil ise, diğeri de bu nokta olmalıdır.
Şimdi yeniden masal sandığımızı açıp yavaşça bu âlemde ilerlemeye başlayabiliriz.
Elif Konar Ağustos 2005
Zaman zaman içinde Evvel zaman içinde Kalbur saman içinde Cinler cirit oynarken Eski hamam içinde Nerde var nerde yoksa Bir sinek vızıldadı havaya Yağını süzdük üç yüz altmış tavaya Derisini sattık yüz binlerce liraya Kemiklerinden bir köprü kurduk Çukurova’ya Ne dün, ne demin, ne bugüne Oradan iki adam geçti Bir zayıf, bir şişman Bir dost, bir düşman Geçen de pişman Geçmeyen de pişman Sırat köprüsü mü desem?
Masal köprüsü mü desem?
İşte canlar; biz de geçtik bu köprüden hep birlikte! Bakalım nereye varmışız? Gezinelim masallarımızın içinde, görelim, anlayalım.
Billur Köşk ve Elmas Gemi
Bir varmış, bir yokmuş; Allah’ın kulu çokmuş. Evvel zaman içinde, ülkelerin birinde halkı tarafından sevilen, sayılan, şanlı, adil, cömert, güzel ahlaklı bir padişah varmış. Ülke barış içinde; halk mutlu, mesut, hallerine şükrederek yaşarmış. Dünya hali, güzellikler içinde bir imtihan olmalıymış. Padişahın büyük bir derdi varmış; çocuğu olmuyor, olsa da yaşayamıyormuş. İşte bu yüzden padişah hiç mutlu olamıyormuş. Halk da padişah için üzülüyor, onun sıkıntısından kurtulması için dua ediyormuş.
Nihayet günlerden bir gün, padişahın nur topu gibi bir kızı olmuş. Saraydaki ve ülkedeki herkes büyük bir sevinç yaşamış. Halka ziyafetler verilmiş, hatimler indirilmiş, dualar edilmiş, sadakalar dağıtılmış. Fakat bu sevinç içinde bir endişe varmış. Saraydakileri, dışarıdakileri, köydekileri, şehirdekileri, ülkede her kim varsa herkesi bir telaş almış: “Ya bu çocuk da ölürse?”, “Ne çare bulsak da bu kız yaşa-sa?”. Padişah toplamış âlimleri, bilgeleri, hekimleri, hocaları; onlara maddi manevi ne çare varsa arayıp, araştırıp bulmalarını emretmiş. Güzel bebek Bânû muayene edilmiş, kitaplar karıştırılmış, araştırmalar yapılmış, uzun uzadıya görüşülmüş, en sonunda varılan karar padişaha açıklanmış:
– Padişahımız, kızınızın yeryüzünde yaşamasına imkân görünmüyor. Ancak yeraltında hayatta kalabilir. Kızınıza yeraltında bir ev hazırlatın, varsın ömrünü orada devam ettirsin. Böylece sizler de evlat acısı yaşamazsınız. Her şeyin en doğrusunu Allah bilir.
Padişah çaresiz bu teklifi kabul etmiş. Sarayın bahçesinde, yeraltına küçük bir saray inşa edilmiş. Öyle bir yer ki, her tarafı kapalıymış, sadece tavanında minik bir penceresi varmış. Güvenilir, bilgili, görgülü bir dadı, sütnine ve birkaç hizmetçi görevlendirilmiş. Böyle bir düzen kurulmuş. Padişah önceleri yine de çok rahat değilmiş, fakat çocuğunun yeraltı sarayında yaşayıp büyüdüğünü gördükçe umudu artmış. Aylar geçmiş, padişahın kaygısı yerini umuda bırakmış. Bu minik hanım sultan hem çok güzel, hem de zeki ve akıllı imiş. Vakti gelince okumayı, yazmayı ve diğer bütün ilimleri öğrenmiş.
Gel zaman git zaman, Bânû çok güzel, becerikli, yetenekli, uyanık, yetişkin bir genç kız olmuş. Hiç görmediği için, dünyayı çok merak ediyormuş. Dadısı ve öğretmenleri de bu merakını gidermek için bir çare gösteremiyormuş. Dışarıya çıkmak istediğinde sebepsiz geri çevriliyormuş.
Saray gibi dayalı döşeli bu mağarada her isteği yerine getirilse de, eninde sonunda güzeller güzeli hanım sultanın canı sıkılmaya başlamış. Yerinde duramaz hale gelmiş. Kapalı bir mekânda görülmedik, bilinmedik yer mi kalır? Günün birinde tavandaki minik pencere aklına takılmış. Odada ne kadar masa, sandalye varsa dizmiş üst üste, çıkmış tepeye, açmış camı, bakmış pencereden. Başını şöyle bir dışarıya çıkarmış. Bir de ne görsün? Karşıda uçsuz bucaksız bir deniz… Üzerindeki gemiler güneş vurdukça pırıl pırıl parlıyor, göz kamaştırıyormuş. Sadece deniz mi? Yemyeşil ağaçlar rüzgârla dans ediyor, çiçekler rengârenk, kuşlar cıvıl cıvıl… Mis gibi çiçek kokuları etrafı sarmış. Hayran hayran kalakalmış hanım sultan. Gözleri kamaşmış, daha fazla bakamamış. Girmiş içeri, dalmış derin düşüncelere.
Dadısı gelmiş, odada bir karışıklık, Bânû’da bir tuhaflık varmış. Dört dönmüş hanımcığının etrafında, anlamaya çalışmış olan biteni. Bakmış, bakınmış, olmamış!
— A canım sultanım, hadi de bana ne oldu? diye sorunca Bânû derin uykulardan uyanır gibi sıçramış:
— Üst üste koyan
Üstüne çıkan
Camları kıran
Zavallı sultan benim! demiş. Bu dünyanın üstünde bambaşka bir dünya varmış. Parıltısı gözlerimi kamaştırdı. Güzelliği aklımı ve gönlümü aldı. Aman beni bu daracık yerden çıkarın, yoksa yaşayamam!
Bunları duyan dadı, yüreciği korkuyla çarpa çarpa padişaha koşup diz çökmüş. Olup biteni bir bir anlatmış. Padişahı almış bir telaş… Hemen hekimler, âlimler, bilgeler, hocalar çağrılmış. Kız yeniden muayene edilmiş, kitaplar karıştırılmış, araştırılmış, derin derin düşünülmüş, uzun uzun konuşulmuş. Sonunda bir kararda birleşilmiş:
— Padişahımız, kızınızın bedeninde bir hastalık izi kalmamış. Artık onu dışarıya çıkarabilirsiniz, ama birden olmaz. Yavaş yavaş, alıştıra alıştıra… Önce günde bir defa kısa bir süre çıkıp geri dönsün. Sonra dışarıda biraz daha fazla kalıp yine yerine dönsün. Böylece gözü güneşe, kendisi açık havaya alışsın. Şu an için dışarıda yaşamasında bir mahzur yok. Her şeyin en doğrusunu Allah bilir.
Artık her gün dadısı hanım sultanı alır, sarayın has bahçelerinde, bağlarında dolaştırırmış. Bu şekilde gezilerin süresi her gün biraz daha uzamış. Gitgide dünya yüzünün havasına, suyuna, güneşine, toprağına, aşına, canlısına, cansızına iyice alışır olmuş Bânû.
Günlerden bir gün, gül bahçesinde gezinirken, engin denize bakarken bir süre düşünmüş. Sonra padişah babasının yanına gelmiş:
— Babacığım sizden bir şey rica edecektim. Şu görünen denizin üzerine billurdan bir köşk yaptırasınız. İçini altından, gümüşten dökülmüş mücevher kakmalı eşyalarla, sırmalı atlas kumaşlarla, ipek halılarla döşetesiniz. Budur sizden gönlümün dileği, babacığım.
Padişah ne dileklerle, emeklerle görebilmiş kızının büyüdüğünü. Hiç gönlü elverir mi kızı üzülsün?
– A benim sultan kızım, seni ne dilekler, nasıl emeklerle bugünlere getirdik. Dilediğin köşk, saray, eşya olsun. Hazinelerim kızım uğruna dökülsün, saçılsın.
Hemen mimarlara, ustalara emirler verilmiş, hazırlıklara başlanmış. Kervanlarla, uzak bir doğu diyarının dağlarından billur kayalar getirtilmiş. Denizin tam ortasında, aralıksız çalışılarak yerine getirilmiş hanım sultanın dileği.
Köşkün inşası bitince, bütün halk deniz kenarında toplanmış. Bakmışlar ki, tarif edilmez güzelliği görenlerin gözleri kamaşır, dilleri tutulur… Deniz ortasında pırıl pırıl parıldayan bir Billur Köşk ki, dünya üzerinde bir eşi daha yok.
Bânû gelip padişah babasının elini öpmüş, pek çok dualar etmiş. Padişah, mimarlara, ustalara, işçilere ihsanlarda bulunmuş ve kızına demiş ki:
– Ey benim canım kızım, nazlı kızım! İşte dilediğin köşk yapıldı. Yanına hizmetçilerini, dadını, istediği al da var gönül hoşluğu içinde otur.
Hanım sultan da almış yanına alacaklarını, gitmişler, hep birlikte denizin ortasındaki Billur Köşk’e yerleşmişler.
Kızlar köşkte eğlenedursun, halk her taraftan köşkü görmeye gelir olmuş. Billurdan köşkün şöhreti komşu ülkelere kadar gitmiş. Oralardan da deniz yoluyla, kara yoluyla, gemilerle, teknelerle, kervanlarla gelip köşke bakar, öve öve bitiremezlermiş.
Billur Köşk’ün ünü tâ Yemen padişahının oğlunun kulağına kadar ulaşmış. Şehzadeyi bir merak sarmış; gelenden gidenden, tüccarlardan, gemicilerden Billur Köşk’ün hikâyesini sorar olmuş. Dinledikçe merakı daha da artmış. Sonunda dayanamamış, padişah babasının yanına gitmiş:
– A benim padişah babam, İstanbul padişahı derya üstünde bir Billur Köşk yaptırmış ki, adı sanı dünyayı sarmış. Dil ile anlatması güç… İzin verin de gidip bir göreyim. Üç dört aya kadar dönerim.
Padişah hayır duaları edip, gerekli hazırlıkların yapılmasına izin vermiş. Padişah babasının iznini alan şehzade, hemen birkaç adamıyla gemiyi donatıp çıkmış yola. Gece gündüz, durmadan denizler aşmış, boğazlar geçmiş ve aylar süren bir yolculuktan sonra uzakta, denizin ortasında parıltısı göz kamaştıran bir yapı görmüş. Arkadaşlarına:
— Aradığımız yer burası olmalı, demiş. Birkaç gün sonra köşkün yakınına varmış, dört yanını çepeçevre dolaşmışlar. Şehzade hâlâ “Hayal mi, düş mü?” diye düşünedursun, akşam olmuş. Köşkün yakınına demir atar atmaz bütün tayfa yatmaya gitmiş.
Bu sırada hanım sultan da hava almak için köşkün terasına çıkmış, bakmış ki Billur Köşk’ün önünde bir gemi.. .“Acaba bu gemi kimin?” diye düşünürken, güvertede hayran hayran köşkü seyreden şehzadeyi görmüş. Şehzade öyle bir yiğitmiş ki, ayın on dördüne benzermiş. Kara kaşlı, aslan duruşlu… Göz kırpmaya, soluk almaya zaman kalmadan, hemen ona gönül vermiş. Şehzade de o anda, Bânû’yu görünce aklı başından gitmiş, dizlerinden gücü çekilmiş, düşüp bayılmış. Neden sonra ayıldığında bakmış ki, kız yok.
“Aman nasıl etsem de yine görsem?” diye oradan oraya koştururken iyice yorgun düşen şehzadenin gücü tükenmiş. Bir kenara dinlenmek için oturur oturmaz uykuya dalmış.
Sultan ise yüreğinin heyecanını dindirmek için bir zaman odadan odaya dolaşmış; “Aman onu bir daha görsem!” diye pencere önüne gelmiş. Bakmış ki, şehzade derin uykulara dalmış. Bir süre onu seyretmiş. Derinden bir “Ah!” çeken hanım sultanın gözlerinden inci gibi yaşlar akmaya başlamış. Güvertede uyuyan şehzadenin yüzüne düşen bir damla sıcacık gözyaşı, şehzadeyi uyandırmış. Şehzade gözlerini açıp, başını yukarıya kaldırmış. Bir de ne görsün? Hanım sultan, iki gözü iki çeşme, kendisine bakıp ağlıyor.
Şehzade, kızın da kendisini sevdiğini anlayınca gurura kapılmış. Her dediği olur, her arzusu yerine getirilir bir şekilde yetiştiğinden naz, niyaz bilmeyen şehzade, aşağıdan yukarıya seslenmiş:
– Ey şahane köşkün güzel meleği, gel seni ülkeme götüreyim.
İşte gemi
İşte Yemen
Gel gidelim pupa yelken!
Hanım sultan çok şaşırmış. Ne olduğunu anlayamamış, içeriye girmiş. Şehzade, kızın şaşkın şaşkın bakıp sonra da içeriye girdiğini görünce, reddedildiğini düşünmüş. Emir vermiş, Yemen’e doğru hareket etmiş.
Hanım sultan ise geminin gittiğini görmüş. Bu duruma çok içerlemiş, üzülmüş. Bir taraftan şehzadeyi seviyormuş, bir taraftan da kendini kötü hissediyormuş.
Şehzade Yemen’de bekleyedursun, Bânû önce ağlayıp sızlanmış, şaşırmış; ama sonra iyice düşünmüş, taşınmış. “Bak hele şehzadeye, demek kolay yolu değil, zor yolu seçti!” diye söylene söylene babasının yanına gelmiş:
– Ey benim padişah babam, size hep hayır duaları ediyorum. Ne arzu ettiysem yerine getirdiniz. Allah sizden razı olsun. Sizden bir dileğim daha var. Teknesi saf elmastan, kamarası mücevherden, direkleri yakuttan, döşemesi atlastan bir gemi isterim. İçine de kırk genç hizmetli ile kırk güzel kız isterim.
– Aman benim sultan kızım, nazlı kızım, seni ne dilekler, ne emeklerle büyüttüğümüzü unutmadım. Dilediğin gemi, istediğin tayfa ve hizmetli olsun. Varsın hazinelerim senin uğrunda dökülsün, saçılsın, demiş padişah. Biricik kızını sevmiş, okşamış.
Hemen bütün kuyumculara emir vermiş, gemi yapılmaya başlanmış. Hemen başlanmış başlanmasına ama, böyle bir geminin yapılması ancak birkaç yılda bitebilmiş. Elmas Gemi’nin tamamlandığını gören Bânû, hemen padişah babasının yanına gitmiş:
– Ey benim padişah babam! Gemi hayalimdekinden bile güzel olmuş. Şimdi bana izin verin de denizlerde bir süre dolaşayım, dünyayı tanıyayım, demiş.
Padişah, kızına çok değer verdiğinden, ne olduğunu tam anlayamasa da izin vermiş:
– Kızım, sultan kızım! Bir derdin var elbet. Ne olduğunu bilemiyorum, ama hissediyorum. Git, sağlıcakla dönüp gelesin. Dikkatli olasın. Gözlerimizi yollarda koymayasın, diyerek kızını alnından öpmüş. Hayır duaları edip uğurlamış.
Bânû, yanına kırk genç hizmetli ile kırk güzel kız alarak gemiye binmiş. Elmas Gemi de halkın hayran hayran seyrettiği bir gemi olmuş. Büyük bir uğurlama ile yola çıkmışlar.
Hanım sultan yanına yaşlı, yedi denizi de avucunun içi gibi bilen, güngörmüş, dünya gezmiş bir kaptan almış. Yanında getirdiği kırk hizmetli ve kırk güzel kız da gemide tayfa imiş. Günler, aylar, yıllar geçmiş; nice dalgalı denizlerden sonra, Elmas Gemi Yemen’e varmış. Gemidekiler limana yanaşıp demir atmışlar. O gece gemide sabahlamışlar.
Ertesi gün, halk hiç böyle bir gemi görmediği için hayran hayran Elmas Gemi’nin önüne toplanmış, gemiyi seyretmeye başlamış. Bunu duyan şehrin valisi de gelmiş:
— Acaba kimin gemisidir? Allah nazardan saklasın, ne kadar güzel yapmışlar. Böyle bir gemiyi daha önce ne gördüm, ne duydum, diyerek doğruca saraya gitmiş.
Sarayda:
— Aman padişahımız, dün gece limana bir gemi gelmiş. Tarifi mümkün değil. Elmastan, mücevherlerden yapılmış bir gemi, diye anlatmış. Padişah, lalasını limana göndermiş bir baksın, incelesin diye.
Lala bir filikaya binip, doğru gemiye gitmiş. Baştan aşağıya kırmızı kıyafetler içindeki tayfalar sıralanmışlar. Onu iskelede karşılayıp yukarıya almışlar. Hanım sultan da yardımcısıyla beraber, kaptan kılığında lalayı karşılamış.
Şekerler, şerbetler, oralarda bilinmeyen yemişler ikram edip güzelce ağırlamışlar lalayı. Lala, hepsi de birbirinden alımlı bu seçme insanların tatlı dillerine, güzel yüzlerine, ikramlarına hayran kalmış. Ama gemiye niçin geldiğini de unutmamış:
— Aman beyzadelerim, sizlere, güzel ikramınıza doyum olmaz; ama Yemen padişahı benden haber bekler. Güzel adlarınızı, gelip gittiğiniz yerlerin isimlerini bana bağışlayın. Gidip padişahıma bildireyim.
Geminin kaptanı Bânû Sultan da:
— Ben bir tüccarın oğluyum. İstanbul’dan Yemen’e doğru yola çıktık. Denizleri dolaşalım, dünyayı görelim istedik, diyerek cevaplamış lalayı.
Lala istediği cevabı alınca, doğru saraya gidip padişaha anlatmış gördüklerini ve öğrendiklerini.
— Ey padişahımız, gittim gördüm, sorup öğrendim ve geldim. Bu bir tüccar gemisiymiş. Kaptanında da tayfasında da bıyık, sakal yok. Ayın on dördü gibi yiğitler ki, sohbete doyum olmaz. Kaptan tatlı dilli, şirin sözlü, güzel yüzlü, zengin gönüllü bir insan. Tayfası da ona eş. Aman efendim görülmeye değer, diye anlatınca ihtiyar yaşına, bunca senelik görgüsüne rağmen padişah da meraklanmış ve saltanat kayığı ile Elmas Gemi’ye gelmiş.
Kaptan Sultan, kayığı görünce hemen hazırlık yapmış. Tayfaların hepsine bu sefer sarı kıyafetler giydirmiş. Gemi-dekiler padişahı merasimle karşılamışlar. Kaptan kamarasına götürüp yer göstermişler. Şekerler, şerbetler, orada bulunmayan yemişler ikram etmişler. Hal hatır sormuşlar, hoş sohbetler etmişler. Padişah, hepsi seçme, alımlı, güzel insanların tatlı dillerine, şirin sözlerine, ikramlarına hayran kalmış. Bir gemi ki, her haliyle sultanlara layık… İçindekilerin davranışları da saray terbiyesinden seçkin bir örnek. Padişah gemiden ayrılırken aklından hep bunlar geçiyormuş.
O gece gördüklerini şehzadeye güzelce anlatmış. Zaten bu geminin ününü duymuş olan şehzade, babasının anlattıklarını da dinleyince iyice meraklanmış. O gece gözüne uyku girmemiş. Sabah hemen yanma lalasını da alıp Elmas Gemi’ye gitmiş. Uzaktan kayığın geldiğini gören Kaptan Sultan, tayfalarına bu sefer yeşil elbiseler giydirmiş. Hazırlıklar yapılmış. Şehzadenin kayığı gemiye yanaşınca onu da törenle karşılayıp kaptan kamarasına götürmüşler. Şekerler, şerbetler, orada bulunmayan yemişlerden ikram etmişler. Şehzade sanki kendinden geçmiş! İlgiyi, ikramı hiç görmüyormuş. Kaptan kılığına girmiş kızı gördüğünde içine bir şeyler olmuş. Kız da gözünü şehzadenin gözünden hiç ayırmadan konuşuyormuş. Şehzade araştırmaya, soruşturmaya çalıştıysa da Bânû bütün soruları akıllıca cevaplayıp geçiştirmiş, kendisini gizlemeyi becermiş.
Ertesi gün, Elmas Gemi’nin kaptanı, şehrin kaptan paşasına haber salıp gemiyi bir havuza aldırmış. Kendisi de gemi tayfasıyla birlikte sarayın yakınındaki bir konağı kiralayarak oraya yerleşmiş.
Bu arada sabahı zor eden şehzade, erkenden limana gelmiş. Bir de bakmış gemi yok! Kendini çok kötü hisseden şehzade, ne yapacağını bilememiş. Telaş içinde lalasıyla birlikte araştırmış, soruşturmuş. Elmas Gemi’nin havuza çekildiğini, kaptan ve tayfaların da komşu konağa misafir olarak yerleştiğini öğrenince rahatlamış. Hemen sarayın bahçesine geçmiş. Oradan komşu konağa bakmaya başlamış.
Bânû da o sırada konağın bahçesinde saraya karşı oturmuş, dinleniyormuş. İki yana saçılmış, incilerle süslenmiş sırma saçlı, kalem kaşlı, gül yanaklı bir dünya güzeli… Şehzade, kızı görür görmez hem şaşırmış, hem de bir tuhaf olmuş. Bu kızda Billur Köşk’te görüp de sevdiği kıza benzer haller görmüş, ama emin olamamış. “Acaba bu güzel de kimdir? Kaptanın hanımı mıdır?” diye düşüncelere dalmışken, Bânû onu fark etmiş ve hemen içeriye girmiş. Şehzade, bir daha görürüm belki diye bahçede dolanıp durmuş; ama kız bir daha çıkmamış.
Çaresiz odasına çekilmiş, ama gözüne uyku girmiyor-muş. Sabah ilk iş hemen konağı gözetlemiş. Fakat boşuna! Ne dünya güzeli kızı, ne de hizmetlilerden birini görebilmiş. Varıp sultan anasına derdini anlatmaktan başka çare bulamamış:
– Aman sultan anacığım, şu karşıki konakta İstanbul’dan gelmiş Elmas Gemi’nin sahibi kaptan ve tayfaları kalıyormuş.
Bahçede bakınırken konakta bir güzel gördüm. Sabahı zor ettim, gözüme uyku girmedi. Ne yapacağımı bilemedim. Bir yerlerde duramaz, bir iş yapamaz hale geldim. Aman anacığım, al şu mücevher kakmalı altın nalınları da ona hoşgeldin hediyesi olarak götür. Hem rica et, o güzel kızın yüzünü bir defa daha göreyim. Yoksa buralarda duramam.
— A oğulcuğum, sen kocaman bir sultan oğlusun. Hiç sana yakışır mı? Kendini topla diyeceğim, ama yapacak halde görünmüyorsun. Yine de sana sabır tavsiye ediyorum. Hele bekleyelim bakalım, alnımızdaki yazı ne şekilde ortaya çıkar. Belki de o güzel kız kaptanın kardeşidir.
— Anacığım, sultan anacığım! Doğru söyledin, belki de kaptanın hanımı değil, kardeşidir. Ama bekleyecek gücüm kalmadı. Sen bir git, görüş, halimi anlat. Ne olur bir kere-cik olsun göreyim.
Oğlunun bu sözlerini endişeyle dinleyen valide sultan, durumun ciddiyetini anlamış. Almış hoşgeldin hediyelerini, gitmiş komşu konağa. Konağa valide sultanın ziyarete geleceğini haber etmişler. Hazırlıklar yapılmış, valide sultan en güzel biçimde kapılarda karşılanmış. Valide sultanı, kapı önünden alıp odaya buyur etmişler. Oda kapısından girerlerken, Bânû yerinden dört adım kalkmış, valide sultam usulüne göre selamlamış. Ona uygun bir yer göstermiş. Halini hatrmı sorduktan sonra el çırpmış, hizmetlileri çağırmış. Ev sahibiyle ziyaretçi, ikram edilen turunç şerbetini kokla-ya koklaya yudumlamışlar. Etrafta tepsi dolaştıranlar ayrı, bardak toplayanlar ayrı, peşkir tutanlar ayrı olmak üzere, her birisi seçme, edalı, güzel kızlar dolaşırmış. Düzen, usul, her şey saray terbiyesine layıkmış. İkram faslı bittikten sonra, Hanım Sultan’a şehzadenin gönderdiği hediyeyi takdim etmişler. Hanım Sultan elini bile uzatmadan, kapı dibindeki kalfasına işaret etmiş:
– Götürün o nalını mutfaktaki Arap Bacı giysin, diye emir vermiş. Valide Sultan bu duruma çok şaşırmış. Gördüklerine, duyduklarına inanamamış. Böyle şeylere alışık değilmiş. Sıkılsa da oğulcuğunu hatırlamış, nihayet bir ana yüreği taşıyormuş. Şehzadenin isteğini dile getirmiş:
– Hanım kızım, şehzademin size selamı var, sizi pencereden görmüş, güzel yüzünüzü bir kerecik daha göstermenizi diler. Bu lütfu ondan esirgemezsiniz herhalde.
Ama kız hiç cevap vermemiş, susmuş. Bu sıkıntılı hale daha fazla dayanamayan valide sultan, izin isteyip ziyaretine son vermiş. Kızın kim olduğunu bile anlayamadan saraya dönmüş.
Şehzade, annesini heyecan ve merakla kapılarda karşılamış. Ona arka arkaya sorular sormuş, valide sultan ise sıkıntısı geçsin, sinirleri düzelsin diye hizmetlilerine masajlar yaptırmış. Bir müddet sonra kendine gelmiş:
– A oğulcuğum, ben bu yaşıma geleyim, hem de Yemen padişahının hanımı olayım, başıma bunlar gelsin! Ben böyle şey ne duydum, ne gördüm. Aman oğlum, gönlünü kime kaptırmışsın! Kızın iki kaşının arası açılmaz, çatık kaşlı, iki dudağı çekmece gibi kilitli, bir naz ki sultan kızlarında ancak bulunur. Düzeni, saltanatı yerinde, ama biraz görgüsüzce gibi… Hediyeni verdim. Ne yapsa beğenirsin? Mutfaktaki Arap Bacı’ya hediye etti. Şaştım, dondum kaldım. Gitmişken, ana yüreği işte, dileğini söyledim. Hiçbir olumlu cevap vermediği gibi, kalk git şerbeti ikram etmesin mi?
Sıkıntılara girdim, içim daraldı. Daha fazla dayanamadım, döndük geldik.
Şehzade çok üzülmüş, odasına çekilmiş. Akşama kadar, akşamdan sabaha kadar sıkıntıyla gözyaşı dökmüş. Ertesi gün oğlunu merak eden valide sultan, şehzadenin yemeden içmeden kesildiğini, sürekli ağlayıp sızladığını öğrenince ana yüreği dayanamamış. Varıp halini göreyim diye, oğlunun yanına gitmiş. Bir de ne görsün? Oğlunun iki gözü iki çeşme, yürek dayanmaz.
– A oğulcuğum, bu halin ne? Değer mi ki kendine böyle işkence edersin? Kalk yüzünü yıka, kendine gel. İki lokma bir şey ye.
– Anacığım, sultan anacığım! Ben sana halim kötü, artık yiyemem, içemem demedim mi? Ancak sen bana yardım edebilirsin, ne olur bir daha gitsen?!
Valide sultan bakmış ki oğlu cidden kötü halde, çok kıymetli inci dizisi gelmiş aklına. Bu sefer de onu hediye götürelim, bakalım ne olacak, düşüncesiyle tekrar misafir olmuş konağa.
Bânû, üst kattaki balkonlu odada hiç kıpırdamadan bek-liyormuş. Hizmetliler, Valide Sultan’ı karşılayıp buyur etmişler. Oda kapısından girerlerken, Bânû yerinden dört adım kalkmış, Valide Sultan’ı usulüne göre selamlamış. Ona uygun bir yer göstermiş. Halini hatrını sorduktan sonra el çırpmış, hizmetlileri çağırmış. Ev sahibiyle ziyaretçi, ikram edilen turunç şerbetini koklaya koklaya yudumlamışlar. Etrafta tepsi dolaştıranlar ayrı, bardak toplayanlar ayrı, peşkir tutanlar ayrı olmak üzere, her birisi seçme, edalı, güzel kızlar dolaşırmış. İkram faslı bitince, Valide Sultan eğilip inci dizisi hediyeyi vermiş. Kız, yukarıdan aşağıya şöyle bir süzmüş inci dizisini ve kalfasına işaret etmiş. Tavanda asılı duran papağan kafesini indirtmiş. Dizideki incileri tek tek gülüp eğlenerek papağana yedirmiş. Valide Sultan bu olanlar karşısında donakalmış. Kendisinin takmaya bile kıyamadığı değerli inciler bir papağana yem olmuş. Bir süre oturduktan sonra tek laf etmeden saraya dönmüş. Şehzade yine telaşla karşılamış annesini:
— Aman canım anacığım, neler yaptın?
— Ah benim talihsiz oğulcuğum! Bir dizi incimi o kıza hediye ettim, o ise hepsini tek tek papağanına yedirmesin mi? Ne yapacağımı şaşırdım. Bilmem halimiz ne olacak?
Şehzade çaresiz odasına çekilmiş, akşama kadar, yetmemiş sabaha kadar ağlamış. Sultan anası da sıkıntıdan daralmış. Oğluna kıyamamış. Evladına sarılmış, beraberce ağlaşmışlar. Şehzadenin aklına son bir fikir gelmiş:
— Anacığım, böyle anlaşamayacağız. Ona hor göremeyeceği bir hediye göndermek istiyorum.
— A oğulcuğum, hazinemizin en değerli hediyesi altın nalınlar gitti, en değerli incilerim gitti. Yüzü ne kadar güzelse, huyu o kadar kötü imiş bu kızın galiba. Onun hor görmeyeceği ne ola ki?
— Anacığım, sultan anacığım, benim kapağı yaldızlı, eşsiz güzellikte el yazmalı bir Kur’an’ım var. Al götür, ona hediyem olsun. Belki bu sefer, kitabın yüzü suyu hürmetine kötü davranmaz.
Ana yüreği işte, kendisine hiç alışık olmadığı şekilde davranılmış olsa da, oğlunun ricasını kıramamış. Komşu konağa yeniden misafir olmuş.
Bânû bu sefer Valide Sultan’ı odadan inip kapıda karşılamış. Valide Sultan’ın koluna girip onu odaya kadar kendisi çıkarmış. Valide Sultan bu seferki karşılamaya, ikrama şaşmış kalmış. Nihayet Kur’an’ı çıkarıp hediye etmiş. Kız kitabı almış, saygıyla öpmüş alnına götürmüş. Daha sonra özenle rafa yerleştirmiş. Valide Sultan kızın bu halinden umutlanmış:
– A benim güzel kızım, şehzade durmayıp gece gündüz ağlar. En sonunda perişan olacak. Bari bir kere olsun yüzünü göstersen de ferah bulsa.
– Valide Sultan aman! Ben öyle hemen göstermem kendimi.
– Kızım dile, ne istersen yerine getirelim.
– Valide Sultan, o zaman dileğim şudur: Som altından bir köprü yaptırsın şehzade. Bir ucu gül bahçesine gitsin. Asma güllerle çevrili bir köprü olsun bu. Köprü tamamlanınca şehzade diğer uçta beklesin, ben gelirim. Köprüden geçerken dilediği kadar görür beni.
Valide Sultan bu cevabı alınca hemen saraya dönmüş. Olanı biteni oğluna bir bir anlatmış. Şöylece devam etmiş:
– Bana sorarsan oğulcuğum bu kız kestirip attı. Som altından bir köprü, şöyle olsun, böyle olsun…
Sözünü bitirince Valide Sultan odasına çekilmiş. Şehzade hemen kuyumculara haber salmış, emirler vermiş. Kızın tarif ettiği gibi som altından köprü kurulmuş. Güllerle süslenmiş. Şehzade de diğer ucunda kızı beklemeye koyulmuş. Kız da giyinmiş, kuşanmış, süslenmiş, köprüye gelmiş. Köprüden geçerken, aşağı sarkmış bir gülün dikeni yüzüne batmış. Bânû can acısıyla, “Ah yüzüm!” diyerek dönmüş gelmiş konağa. Şehzade köprü ortasından kızın dönüp gittiğini görünce, doğru Valide Sultan’a koşmuş:
– Aman anacığım, köprü ortasından dönüp gitti. Doya doya bakamadım, göremedim bile. Ne olur bir git bak, ne olmuş?
Valide Sultan yine oğlunun hatrına gitmiş komşu konağa. Hizmetliler onu kızın özel odasına almışlar. Valide Sultan bir bakmış ki, kız yorgan döşek yatmış, uzanmış:
– A kızım, neler oldu da yarı yoldan dönüp gittin? Neden yorgan döşek yattın, uzandın?
– Aman efendim, köprüden geçerken yüzüme bir gül dikeni battı. Öyle canım acıyor ki, köprü de, şehzade de sizin olsun.
– Ay kızım! Pek çok üzüldüm. Geçmişler olsun. Ama söyle şimdi ne yapalım? Şehzade köprü başında kalakaldı. Üzüntüsü devam ediyor.
– Aman valide sultan, ben bu işten vazgeçer gibi oldum, ama sizi pek sevdim. İçim kaynadı. Bu işi bir defa daha deneyelim bakalım. Som altın köprüyü yıkıp biraz genişletsinler, gül dallarını da yükseğe kaldırsınlar. Köprünün bir ucuna altın, diğer ucuna gümüş şamdan dikilsin. Köprünün öbür başına bir mezar kazılsın, şehzade içine girsin, uzansın. Sonra ben gelip baş ucunda dururum, doyasıya bakar şehzade.
Valide Sultan bu cevaba da şaşmış kalmış. Sıkıntı ile dönmüş saraya. Şehzade yine kendisini kapıda karşılamış. Merakla annesini dinlemeye koyulmuş:
– A benim talihsiz oğulcuğum, ne yaptıysak ne ettiysek gönlünü edemedik bu kızın. Var sen vazgeç bu sevdadan.
“Billur Köşk Hikâyeleri” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Hikaye Öykü Roman (Yerli) Türk Klasikleri
- Kitap AdıBillur Köşk Hikâyeleri
- Sayfa Sayısı180
- YazarKollektif
- ISBN9789944184632
- Boyutlar, Kapak13,5 X 19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviTimaş / 2011
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kırmızı Elma ~ Feridun Oral
Kırmızı Elma
Feridun Oral
Kırmızı Elma Sevimli tavşancık, soğuk ve karlı bir kış gününde karnını doyurmanın yollarını arıyor. Acaba ağaçta gördüğü kırmızı elmaya ulaşabilecek mi? Belki de kır...
- Nâr-ı Aşk ~ Mine Sultan Ünver
Nâr-ı Aşk
Mine Sultan Ünver
Sultan kızı, sultan kardeşi, amcam I. Abdülhamidin en gözde yeğenlerindenim; güzelliğim dillere destan On sekiz yıllık hayatım boyunca ne arzu ettiysem yerine getirildi. İsteklerime...
- Seni Öldüğüm Gün ~ Murat Kaykıner
Seni Öldüğüm Gün
Murat Kaykıner
Murat Kapkıner: Ses ve saz sanatçısı, ressam, deneme, roman yazarı, şair. Deyim yerindeyse on parmağında on marifet bir şahsiyet. “Güz İnsanları”, “Karanlıktakiler”, “Wesirfinger Pastanesi”,...
BEN ÇOK ZEKİYİM EDEBİYAT HOCAMA VE ARKADAŞLARIMA BU METİNİNİN HEPSİNİ YAZARAK HAVA ATICAM ÇÜNKÜ BEN DUDAĞIM