Hiçbir yere gidemeyecek, biliyorum. Kendimden. Yıllardır bu ıssız saatte, coşkusu sönmüş parkta oturup aynı şeyleri konuşmamızdan. Ve hâlâ işte burada, salıncakta bir ileri bir geri sallanmaktan öteye gidemediğimizden. Biliyorum. O da biliyor. Susup gidecekmiş gibi yapmaya, sallanmaya devam ediyoruz.
Bu öyküler hayata açılma endişesi içinde dolananları, kendi içindeki tutsaklığı sorgulayanları, günümüze has sahipsizlik, korunaksızlık duygusuyla yüzleşmeye çalışanları, düğüm olan ilişkileri, geçmişe takılıp sadece seyirci olarak yaşamayı seçenleri anlatıyor. Hem de dupduru bir dil, yeri geldiğinde hayli nüktedan bir anlatım, alabildiğine samimi bir yaklaşımla.
İlk öykü kitabı Tekme Tokatlı Şehir Rehberi’yle büyük beğeni toplayan ve 2019 Notre Dame de Sion Mansiyon Ödülü’nü kazanan Mevsim Yenice, beklenen yeni öykü kitabı Bilinmeyen Sular’la okurların karşısına çıkıyor.
*
Alkor ve Mizar’a
İçindekiler
Bilinmeyen Sular ……………………………………………………..13
Yamaç …………………………………………………………………….23
Pes …………………………………………………………………………33
Dostlar Böyle Yapar Çünkü ……………………………………….39
Kırk Saniye ……………………………………………………………..43
Bataklık Balığı …………………………………………………………49
Puantiyeli Plastik Bir Şemsiye ……………………………………63
C Blok Daire 10 ……………………………………………………….71
Bir Yere Kadar …………………………………………………………81
Göründüğünden Daha Uzak ……………………………………..85
BİLİNMEYEN SULAR
“A dream unthreatened by the morning light
could blow this soul right through the roof of the night.”
“Sabah ışığının tehdit etmediği bir rüya
Üfleyebilir bu ruhu gecenin çatısından dışarıya.”
Pink Floyd, “Learning to Fly”
Apartmanın önündeyim.
Kutucuklar halinde yan yana ve üst üste dizilmiş pencerelere bakıyorum, içlerindeki zifirî karanlığa. Bunca daireyi, odayı, insanı içinde barındırabilen yapının temelini düşünüyorum, iskeletini. Binanın taşıyıcı kolonlarını, sağlamlaşması için taş ve kumla doldurulan kolon boşluklarını, kirişlerin eklem yerlerinden bedene bağlanarak bir bütün gibi durmalarını. Ben de hayatı böyle dimdik, yerimden milim kımıldamadan, heybetli bir yapı gibi karşılayıp taşıyabilir miyim? Dingin bir bina olabilir miyim sahiden?
Giriş kapısına yürüyorum. Gece yarısı. Daire yedinin zilini çalıyorum. Artık bu eve girebilmek için bir anahtarım yok.
Merdivenleri çıkarken duvarın pütürlü yüzeyinde gezdiriyorum parmaklarımı. Apartman boşluğuna bakan küçük havalandırma penceresinin önünde duruyorum sonra. Kafamı boşluğa uzatıyorum, güvercin uğultuları, borulardan damlayan suyun boşlukta yankılanan tıpırtısı. Apartmandakilerin birbirine karışmış kokularını, sesini, kalabalığını toplayıp boşluğa yollayan bu pencere daha büyük olmalı diye geçiyor içimden. İkinci katın fotoselli lambası bir süre yanıp ben üst kata varamadan sönüyor. Kısacık bir karanlık ânı.
Annem açıyor kapıyı. Beni gördüğüne hem seviniyor hem korkuyor.
“İyi misin oğlum?” diye soruyor telaşla.
“İyiyim merak etme,” diyorum. Yanına ekleyecek,
“kafamı toplayıp bir karar vermem gerek”, “biraz uzaklaşmak istedim” ya da “odamı özledim” gibi ikinci bir cümle bulamıyorum.
Birlikte biraz oturuyoruz. Aramızda gidip gelen ezberden birkaç soru cevap bitince odama çekiliyorum. Toz, eşyaların ve anıların üstünü koruyucu bir zar misali kaplamış. Her şeyin müze gibi, bıraktığım haliyle kalması güvende hissettiriyor. Pencereye yaklaşıp plastik panjurun ipini çekiyorum, gecenin sessizliğinde rahatsız edici bir tıkırtıyla makaraya sarılıyor. Oda sokak lambasının ışığıyla biraz aydınlanınca pencereye yaslanmış gülibrişim dallarının gölgesi duvarda dans etmeye başlıyor. Anılar, daha kötüsü düşünceler yakama yapışmadan yatağa sokulup uykuya gömüyorum kendimi.
Babam selam vermek için yatağından kalkıp yanıma gelmese de o gece rüyama geliyor.
Kitaplığımın önünde durmuş dikkatle kitaplara bakıyor. Örtüden yaptığım mağaranın içinden onu izliyorum. Ensesini. Sırtını. Yüzünü göremediğim için tedirginim. Gülüyor mu, kızgın mı ya da neyi arıyor, bilmiyorum. Etrafta uçuşan bir şeyler çekiyor dikkatimi. Pike’ den elimi usulca çıkarıp gülibrişimin ipeksi çiçeklerinin parmağımın ucuna konmasını izliyorum. Kamburu daha belirginleşmiş diye geçiyor içimden. Neye bakıyor bu adam, hangi kitaba? Tutamadığım bir mırıltıyla soru ağzımdan dışarı taşıyor. O an yüzünü dönüyor karanlıkta. Tepeden tırnağa uyuşuyorum. Onu gördüğüme hem seviniyor hem korkuyorum. Bizim için birbirimizi görmek araf demek çünkü.
“Sen sigara saklardın eskiden kitapların arasına,” diyor.
“Nereden çıktı o?” derken dudağımın üstüne konan gülibrişime üflüyorum. “Sigara mı arıyorsun sen orada gecenin bir yarısı?”
“O nereden çıktı esas?”
“E ne bileyim bir hoş geldin demeden sigara sorduğuna göre.”
“Zamanında sormak lazım bazı soruları haklısın. Yeri gelmişken şimdi sorayım madem, bu kitapların burada ne işi var hâlâ? Neden kendi evine götürmedin giderken?”
“Burası da benim evim hâlâ,” diyorum, “değil mi?”
“Buraya geri mi döneceksin yoksa?”
Hiçbir şey diyemiyorum. Duvar rafındaki müzik setine yaklaşıyor. İstiflenmiş, yıllardır düzenini bozmadığım albümleri kurcalaması rahatımı kaçırıyor.
“Biz en son ne zaman görüştük seninle?”
“Baba şu an görüşüyoruz ya,” diyorum.
“Yok yok sahiden ne zaman görüştük diye soruyorum,” diyor, “ne zaman sohbet ettik, birlikte sigara tellendirdik?”
Birlikte sigara içtik mi ki hiç, diye geçiyor içimden.
Bunu garipsiyorum sonra.
Sırt çantama doğru yöneliyor.
“Bunun içinde vardır belki bir tek sigara yahu, bak bakalım. Kıyıda köşede kalmış mı?”
Yataktan çıkıp çantayı elinden alıyorum.
“Sen yatsana hadi, ne demeye kalktın bu saatte,” diye söyleniyorum.
“Biraz sinirli misin, bana mı öyle geliyor?” Sesinde alaycı bir şüphe.
Müzik setinin açma tuşuna basıyor. Bir şarkı gecenin sessizliğinde ortasından çalmaya başlıyor.
“Kıs şunun sesini insanlar uyanacak,” diyorum.
“Amaaan,” diyor elini boş ver der gibi sallayarak. Şarkıya ıslıkla eşlik ederken çıkıp gidiyor odadan.
Sabah dilimde o şarkıyla uyanıyorum. Pencere açık. Mutfaktan çatal bıçak şıngırtıları geliyor. Yanlarına gidiyorum. Babamla göz göze geliyoruz. Hal hatır sorma faslı. Sonra ayağa kalkıp mutfaktaki radyoyu açıyor. Son ses çalmaya başlayan hareketli bir şarkının basları mutfak duvarına çarparak dağılıyor.
Annem, “Kıssana şunun sesini, hafta sonu herkes uyuyordur daha,” diyor.
“Amaaan,” diye elini sallıyor babam dün gece rüyamdaki tavrın tıpatıp aynısıyla. Tam o an, dakikalardır ağzımda çevirdiğim zeytin çekirdeğini yutuyorum. Öksürük tutuyor. Su getiriyor annem. Babama bakıyorum. Gözlerinde dün geceyi anlamlandırmaya yarayacak bir ipucu arıyorum.
“Helal,” deyip sırtıma vurarak belli belirsiz bir ıslıkla mutfaktan çıkıyor. Sonra da evden.
Onu o gün bir daha görmüyorum. Gün boyunca evin yakınlarındaki sokaklarda geziyorum boş boş. Uzun zamandır yürüdüğümü fark ediyorum ıssız bir sokaktan geçerken. Kaldırıma oturup hiç aceleye getirmeden, kutsal bir törenin parçasıymışçasına her adımını önemseyerek sigara yakıyorum. İlk nefesten çektiğim dumanı yavaşça üflerken etrafı izliyorum, belki yine uzun zamandan sonra ilk kez. Yakındaki çınar ağacının biçimsiz köklerine bakıyorum, toprağa ermek için asfaltla giriştiği mücadeleye. Gövdesinden yumruk gibi fırlamış çıkıntıları izlerken, ağzında yavrusunu taşıyan bir kedi zıplıyor karşıdaki giriş katının balkonundan. İki büklüm olmuş eniği, dişleriyle ensesinden kavrayarak kendinden emin yürüyüşünü izliyorum. Yavrusunu korumak için o an dünyadaki tüm kötülüklere savaş açabilecek tavrıyla önümden geçip gidiyor. Hava kararınca eve dönüyorum.
O gece yine rüyama geliyor babam. Elinde bir dünya küresiyle odamın kapısında beliriyor. Yatağın ucuna gelip ayağımı itekliyor eliyle. Ayaklarımı topluyorum. Karşı karşıya oturuyoruz.
“Bu ne?” diye soruyorum.
“Neye benziyor oğlum sence?”
“Ne olduğunu biliyorum herhalde, ne yapacağız diye soruyorum bununla.”
“Ben de bilmiyorum henüz. Yeni bir deneyim olacağı kesin,” der demez içimi küre gibi ağır bir endişe kaplıyor, bir sıkıntı. “Şimdi küreyi sırayla çevirelim,” diyor, “durduğunda ne yapacağız onu o zaman düşünelim.”
İçimdeki sıkıntı giderek artıyor. Küreyi ortamıza yerleştiriyor. Sonra yuvarlak yüzeyine sağdan sola doğru hafif bir tokat atıyor. Küre ivmeleniyor, dünya dönmeye başlıyor. Usul usul, ağır aksak. Sonra bir tokat daha çıkarıyor tam ortasına, boğuk bir rüzgâr uğultusuyla hızlanıyor dünya, her turu tamamladığında daha da vuruyor. İçim bulanıyor. Başım dönüyor. Tozlar, gülibrişimin pamukçukları, dereler, denizler hepsi etrafa dökülüyor. Müzik setinin sesi duyuluyor. Hemen ardından bir şarkı odanın içini doldurmaya başlıyor. Kalp atışlarımı şakaklarımda hissediyorum. Küreyi kendi haline bırakıyor babam. Dönüyor, dönüyor, yavaşladıkça akarsular denizlere dökülmeye başlıyor, göl yatakları duruluyor, şarkının sözlerini anlamaya başlıyorum. Az evvel karışan düzen, yavaşça duruluyor ve küre sonunda duruyor.
“Gözünü kapat,” diyor aniden buyurgan bir sesle.
“Parmağını uzat şimdi.”
Dediğini yapıyorum. Parmağımı kavrıyor. Kürenin herhangi bir yerine dokunabilmem için yol gösteriyor, sonra bırakıyor elimi.
“Nasıl?” diye soruyor.
“Ne nasıl?”
“Dünya,” diyor. “İyice dokun bakalım, neye benziyor?”
Bir basketbol topuna nasıl dokunulursa dünyaya öyle dokunuyorum. Kabuğunu hissediyorum avuçlarımda, sertliğini.
“Öyle değil. Biraz daha hissederek dokun. Korkma.”
İşaretparmağımın ucuyla daha sakin okşuyorum bu kez yüzeyi. Kabartmaları takip ediyorum. İnce ayrıntıları, yolları, patikaları.
“Neredesin şimdi?” diye soruyor.
“Bilmiyorum, nereden bileyim, gözüm kapalı.”
“Dokunduğun şey neye benziyor hissetmeye çalış.”
Aşağıdan yukarıya ince uzun bir kabartmaya dokunduğumdan, “Kızıldeniz’deyim,” diyorum.
“Çok güzel, durma devam et.”
“Aden Körfezi’nin ağzına yaklaştım şimdi, Umman Denizi’ne döküleceğim.”
Parmağımı sağa kaydırıyorum, alabildiğine geniş bir kabartı. Sahiden Umman’da olabilir miyim?
“Daha önce gitmiş miydin oraya?” diye soruyor ben Umman’dan açılıp Sri Lanka’nın ucuna ulaşırken.
“Gitmemiştim ama nedense şu an elimle koymuş gibiyim.”
“Harika, dokunmaya devam et.”
Küreyi kırılgan bir camdan yapılmış gibi dikkatle geziyorum. Döndürdükçe sular akıyor, dereler çağlıyor, buzullar erimeye, kara parçaları ufalmaya devam ediyor.
Çılgınlık bu.
“Daha önce bilmediğin bir şeyin içinde olmak nasıl hissettiriyor?” diye fısıldıyor.
“Korkutucu.”
“Çok da kötü değilmiş ama değil mi?”
Bilmediğim için susuyorum. Geniş geniş kabartıları geçince düzlüklere geliyorum. Uzunca okşuyorum.
“Avustralya’dayım,”
“Hayır,” diye cevap veriyor. “Aslında Büyük Okyanus’un tam ortasındasın ama bunun önemi yok.”
Küreyi çevirmeye devam ediyorum. Güney Afrika platolarından aşağıya iniyorum çalılıkların arasından, kurak, suyun kenarında olmasına rağmen neme aç toprakların kalıntıları elime geliyor. Lesotho, Svaziland, Mozambik. Hepsini dolanıyorum.
“Nasıl hissediyorsun?”
“İyiyim,” diyorum.
“Devam et o zaman.”
Mozambik’in kenarına gelince başladığım yere döndüğümü fark ediyorum. Aden Körfezi’ndeyim. Biraz yukarı çıkarsam Kızıldeniz. El yordamıyla ilerliyorum, Süveyş Kanalı’ndan geçmem zaman alıyor. Port Said’e çıkınca iyice heyecanlanıyorum. Eve dönüş yolum bu. Akdeniz sularını sabırsızca yarıyorum, Kıbrıs’ın üstünden atlıyorum ve kıyıdan usulca yukarı çıktığımda artık o tırtıklı çıkıntıda, İzmir Körfezi’ndeyim. Denizden çıkıp koşuyorum. Eve doğru. Üstüm başım sırılsıklam. Saçlarımdaki sular yere damlıyor. Yalınayak geçiyorum ıssız caddelerden, karşıdan karşıya. Asfaltın sıcağı tabanlarımı pişiriyor, topuklarım soyuluyor. Nefes nefese, dörtnala evime gidiyorum, odama. Parklardan geçiyorum, büyük meydanlardan, köşe başlarını dönüyorum bir bir, kuru toprağa, çime basıyorum. Sokağın başına geldiğimde duruyorum aniden. Gün henüz ağarmamış, her yer gri. Kutucuklar halinde yan yana ve üst üste dizilmiş pencerelere bakıyorum, içlerindeki zifirî karanlığa. Gözümle tırmanıyorum gülibrişimin dallarından üçüncü kata. Pencereye ulaşıyorum canhıraş. İçimde korku, dizginleyemediğim bir heyecan. İçeriyi izlemeye koyuluyorum, babamla yatağın üstüne oturmuş, ortamızdaki küreye dokunup öyle kıpırtısız duruşumuzu.
Kürenin dönerken çıkardığı fısıltıyı, gülibrişimlerin taze kokusunu, asfalttan kalkıp metrelerce yukarıya, havaya karışmaya can atan bir tozun titreşimini, ensemden sırtıma, oradan bir yol bulup tüm omurgamda yürüyen su damlasının hızını, hepsini duyumsuyorum. Tüm bu yabancılığı daha fazla kaldıramadığımda gözlerimi yumuyorum.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Öykü
- Kitap AdıBilinmeyen Sular
- Sayfa Sayısı96
- YazarMevsim Yenice
- ISBN9789750740466
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ceza Sömürgesi ~ Franz Kafka
Ceza Sömürgesi
Franz Kafka
Kafka külliyatından seçilen biri kısa dört öykü, okuru, yazarın metaforlarla döşeli labirentler dünyasında heyecanlı ve alışılmadık bir okuma serüvenine davet ediyor. Okur, gerçek hayat...
- Perili Ev ~ Charles Dickens
Perili Ev
Charles Dickens
Gothic roman, aklın kısa devresinin yazınsal ürünü diye tanımlanabilir. Sanayi devriminin ortasında, romantik kaçışla birlikte, doğaüstü, denetlenemez, tekinsiz güçlerle dolu olan bu türe ilgi...
- Venedik’te Ölüm ~ Thomas Mann
Venedik’te Ölüm
Thomas Mann
Thomas Mann’ın yazarlık yaşamında Venedik’te Ölüm’ün özel bir yeri vardır. 1929’da Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görülen Mann, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde yayımlanan Venedik’te...