“Yaptım abi,” dedi, “yapmaz olur muyum? Bir akşamüstü mendirekte kayalara oturmuştuk. Çift kâğıdı sardım. Kafalarımız hemen güzelleşti. Deniz de nasıl biliyor musun? Çarşaf. Güneş batmak üzere, denizin üstü bildiğin pembe ama böyle saten gibi.” Elimi kaldırır gibi yaptım,“Edebiyat yapma lan, doğru dürüst anlat,” dedim.
Sahil kenarında yaşayan emniyetten malulen emekli bir polis Nusret Çakmak… Karısını kaybetmiş, kızı onunla konuşmuyor, oğlu bir var bir yok… Annesinin yanında yaşıyor ama ne yapsa eksik yaşıyor, durmadan içiyor, kahırlanıyor, hatırlıyor, unutmaya çalışıyor. Ufuksuz, renksiz, rüyasız… Hüzünlü…
Sonra bir intihar hikâyesi çıkıyor… Benim kızım bunu yapmaz diyen eski bir arkadaş oturuyor karşısına… Sonra bir yazar, sonra dumanlı meyhaneler… Adamın götünü donduran Poyraz, anason kokusu, beyaz peynir, Çanakkale yolu, askerler, eski hikâyeler…
Bil ki Hayat Virâne, acı hayatın polisiyesi… İlyas Barut, polisiyenin yeni yazarı, dalgalı deniz… Usta işi ilk roman…
*
1
Sabahtı. Geceden kalan sisin içinde insanlar birer hayalet gibi dolaşıyorlardı. Sisten denizi göremediklerinden, şehre doğru dönmüş ve derin düşüncelere dalmış gibi boyunlarını kısmış martılar, balıkhanenin galvaniz çatısını doldurmuşlardı. Deniz, her yanı kaplamış beyazlığın arkasından serinliğini hissettiriyor, kıyıya yanaşmış gırgırların ancak burunları seçilebiliyordu. Camdan ve metalden her şeyin üzerinden çekirdek iriliğinde damlalar süzülüyordu. Güneş, çok uzaktan soluk bir sarı ışık olarak varlığını duyuruyor, bu beyaz tülü kuvveti yettiğince saydamlaştırıyordu. Emniyetten malûlen emekli Nusret Çakmak, eski defterdarlığın bahçesindeki incir ağacının yola sarkan dallarının altından geçti. İncirin gövdesi nemden koyulaşmış, sanki yağlıymış gibi parlıyordu. Karşıya geçip eski garın yanından balıkhaneye doğru ilerledi. Yıkılma tehlikesinden dolayı boşaltılmış defterdarlık, terk edilmiş bir insanın kederli yüzüne benzeyen cephesiyle, ağır ağır yürüyen Nusret Çakmak’ın sırtına bakıyordu sanki. Bu sırada o, “bu hava iyi palamut yapar,” diye düşünüyordu.
Kasım’ın ilk günleriydi ve balıkçılar da Nusret Çakmak gibi düşünüp gece boyu avlanmışlar, sabah ezanları bu taşra kentinin ihtiyarlarını sessizce titretirken umduklarından fazla palamudu balıkhanenin denize bakan arka tarafına dökmüşlerdi. Burada kasalanan balıklar, sabaha kadar yazıhanelerinde çay içerek bekleşen adamlar tarafından bağırtılar çığlıklarla satın alınmıştı. Sonra cüsselerinin iki katı gösteren hâki yağmurluklarını çıkaran balıkçılar insan kılığına bürünüp evlerine; karılarının onlar gelecek diye sobayı yakıp çayı pişirdikleri, yeni doğmuş bebek kokan odalarına çekilmişlerdi. Ceplerindeki ıslak ve balık kokan yevmiyeleri belki bir masanın, belki de formikası çatlamış bir komodinin üzerine usulca bırakmışlardı. Şimdi, ne kadar kırmızı oldukları görünsün diye solungaçları açılmış palamutlar ön taraftaki balıkçı tezgâhlarına dizilmiş, birer ceset gibi yatıyorlardı. Meslek hayatı boyunca birçok ceset görmüş Nusret Çakmak, sürekli müşterisi olduğu Balıkçı Hektor’un tezgâhına yanaştı. Hektor, onu görür görmez balıkların üzerine su sıçratmak için kullandığı teneke kutuyu bir yana attı ve ellerini kalçalarına sürtüp kuruladı. Tokalaştılar. Sis incelmiş, ıslak yolların üzerinde parlayan güneş kendini göstermeye başlamıştı. Güneşin bu hali insanların hareketlerine bir değişiklik, neredeyse bir büyü katıyordu. Bir kolun havaya kalkması ya da bir adamın yürüyüşüyle sis savruluyor, güneş bu savrulmanın içinde uçuşan zerrecikleri belirginleştiriyordu. Hektor da Nusret Çakmak’ın sorduklarını cevaplarken aynı büyünün içindeymiş gibi el kol hareketleri yapıyor, gölgesi bu zerreciklerin içinde uzuyor, yayvanlaşıyordu. “Memet varmış buralara takılan, tanır mısın Hektor?” “Çok Memet var komiserim, hangisi acaba?” “Bu, yakışıklı bir oğlan; sarı saç, mavi göz…” “Haa, Nargile Memet olabilir. Nargileyle salyangoza daldığından öyle diyorlar komiserim. Bir de üflenti dalgası…”
Nusret, sanki takip eden varmış gibi arkasına, eski defterdarlığın hüzünlü cephesine, bahçesindeki incir ağacına doğru bakıp sonra yine Hektor’a döndü ve ağzından dumanlar çıkararak konuştu. “Askerden yeni gelmiş bu benim dediğim. İki ay filan.” Hektor da defterdarlığın önünden geçen caddeden sonra başlayan, balıkhaneye kadar uzayan ve daha yeni otopark yapılan alandaki arabaların arasında gezinen bakışlarını Nusret’le beraber hemen çevirdi. “Tamam, kesin o. Hatta herkes şaşırdı, bu hergele askerliği vukuatsız nasıl bitirdi diye.” Hektor teneke kutusuna uzanırken Nusret Çakmak, bu kez işgal döneminde Fransızların yaptığı, şimdi içkili lokanta olan eski gar binasını süzer gibiydi. Sonra birden döndü. Hektor, haftada iki üç kez balık almaya gelen müşterisinin bu ani hareketlerine bir türlü alışamamıştı. Kutuyu elinden düşürdü. Eğilip alırken, Nusret onun ensesine doğru konuştu. “Nasıl bulurum onu?” Hektor, doğrulurken belini tutup hafifçe inledi. “Hayırdır komiserim?” “Lâzım… Bir iş var da.” “Komiserim, bu adam bir işe yaramaz ki.” Nusret, cevap vermek yerine soluna, feribottan inip şehre karışan insanlara doğru bakınca, Hektor da sanki oradan tanıdık biri geliyormuş hissiyle onunla beraber kalabalığı taradı. Sisin içindeki kalabalık bir hayalet topluluğunu andırıyordu ve yüzleri seçmek mümkün değildi. Hektor, emekli komiserin o uzun eslerinden birini verdiğini anladı ve yine kutusunu balık kanı karışmış bulanık suyla doldurup tezgâha doğru yürüdü. Nusret’in bir süre konuşmayacağını, baktığı yöne takılı kalacağını biliyordu. Kafasından neler geçtiğini bilemediği bu acayip komisere bir kez daha baktı. Yandan görünen yüzündeki bir haftalık sakalı, tezgâhları aydınlatsın diye sarkıtılmış ampullerin sarı ışığında parlıyordu. Bu duruş Hektor’a büyük adamların heykellerini anımsattı. Yine kutusuna ve içinde balık pullarının yüzdüğü suya döndü. Tam alışkanlıkla “çok taze, çok taze!” diye bağıracakken, aslında Nusret’in cevap beklediğini anlayıp yine kutusunu bir kenara fırlattı ve ellerinin iki tarafını kalçasına sürttü. “Şey, arada bizim balıkhanenin kahvesine takılıyor ama daha çok geceleri ortaya çıkıyor, malûm. İşte keşler nerede barınıyorsa oralarda bulursun komiserim.” Nusret Çakmak, bu sözlerle beraber döndü. Sanki gözlerinde ampullerin yansımasına karışmış, Hektor’u takdir eden bir ışık yanıp sönüyordu. Hektor’un içi ısındı ve eski gar binasına doğru, göbeğini titreterek bütün kuvvetiyle haykırdı: “Çok taze! Çok taze!” Ses, binanın duvarına çarpıp caddeye doğru kırılarak döküldü. Hızlı hızlı yürüyen birkaç kişi balıkhaneye doğru baktı. Nusret, gider gibi yaparken yine birden döndü. “Hektor!” “Buyur komiserim?” “Onu aradığım duyulmasın, tamam mı?” “Anladım komiserim, ayıp ettin, bizden bir şey çıkmaz.” “Tamam. Eyvallah.” Hektor, orada neden bulunduğunu birden hatırlamış gibi “Komiserim, palamutlar gece tutuldu çok taze,” dedi. Nusret, yine eski defterdarlığa doğru bakarken, Hektor bu kez ona katılmayıp bakışları müşterisinin üzerinde, cevap bekledi. “İki tane orta boy pişirtip akşamüstü eve gönderiver, sana zahmet.” “Ne zahmeti komiserim, ayıp ettin.”
Nusret Çakmak parasını ödeyip giderken Hektor, onu sisi yararak ilerleyen atlı bir savaşçıya benzeterek arkasından baktı. Şimdi Hektor’a, sis dağılmış, sonbaharın bu altına benzer ışığı etrafa saçılmış, komiser bütün sisi, bulutu, beraberinde sürükleyerek şehre karışmış gibi geldi. Artık iyice küçülmüş bir karaltı haline gelen Nusret’ten başını tezgâhına çevirip samimi bir duayı mırıldandı: “Allah kimsenin elinden sevdiğini çekip almasın!”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı Polisiye Roman (Yerli)
- Kitap AdıBil Ki Hayat Virâne
- Sayfa Sayısı236
- Yazarİlyas Barut
- ISBN9789750515774
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2014
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İyi Düşün Doğru Karar Ver ~ Doğan Cüceloğlu
İyi Düşün Doğru Karar Ver
Doğan Cüceloğlu
Timur, üniversiteli bir gençtir; sevdiğince reddedildiği ve kendini değersiz gördüğü hüzünlü bir günde, olgun ve sevecen bir bilge kişi, Yakup Bey, ona “Merhaba” der....
- Tuhaf hikâyeleri sever misiniz? ~ Ece Erdoğuş
Tuhaf hikâyeleri sever misiniz?
Ece Erdoğuş
Lapa lapa yağan kar, yaklaşan Yılbaşı'nın telaşı ve bir cinayet ya da birkaç cinayet. Bu kitabı elinize aldığınızda karşılaşacağınız üç öğe bunlar. Bu üç öğe etrafında örülmüş tam yirmi öykü, yirmi farklı hikâye.
- Keşke Yüzüme Baksanız ~ Halil Yörükoğlu
Keşke Yüzüme Baksanız
Halil Yörükoğlu
“Kendimi lavaboya soksam, suyu da buz gibi açsam, bir elimle şampuanı döküp diğer elimle saçlarımı okşasam. Kendime yetsem ya ben. Ağladıkça gözlerimin rengi ortaya...