Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Beyoğlu Rapsodisi
Beyoğlu Rapsodisi

Beyoğlu Rapsodisi

Ahmet Ümit

Üç arkadaşın öyküsü bu. Beyoğlu’nda büyümüş, Beyoğlu’nda yaşayan üç ayrı kişilik, üç ayrı kimlik, üç ayrı insan. Ölümsüzlük merakıyla başlayan ölümler. Her cinayetin ardında…

Üç arkadaşın öyküsü bu. Beyoğlu’nda büyümüş, Beyoğlu’nda yaşayan üç ayrı kişilik, üç ayrı kimlik, üç ayrı insan. Ölümsüzlük merakıyla başlayan ölümler. Her cinayetin ardında gizemli bir neden… Ve soruşturma boyunca adım adım, bina bina, sokak sokak Beyoğlu. O çoksesli, çokrenkli, çokdilli, çokkültürlü Beyoğlu. Günümüzün Babil Kulesi… İnsanın bencilliğini, acımasızlığını, öfkesini, çaresizliğini en iyi anlatan mekân… Soluk soluğa bir gerilim, benzersiz bir final…Çok kollu, çok dallı büyük bir ırmağa benzeyen bu muhteşem cadde, papazı, fahişesi, cami hocası, pezevengi, hahamı, Alevi dedesi, bankacısı, işportacısı, öğrencisi, öğretmeni, tinercisi, dönercisi, dekoratörü, evsizi, midye satıcısı, esrar satıcısı, kanun kaçağı, Anadolu kaçağı, Avrupa kaçağı, Amerika kaçağı, Afrika kaçağı, yani yaşam kaçağı, beyazı, karası, sarısı, kızılı yani insan görünümünde olan kim varsa, hepsini, herkesi sorgusuz sualsiz kucaklamıştı.Kiliseleri, camileri, sinagogları, hanları, hamamları, bankaları, giyim mağazaları, kitabevleri, meyhaneleri, birahaneleri, şaraphaneleri, kafeleri, kültürevleri, randevuevleri, sinemaları, tiyatroları, galerileri, vakitleri çoktan dolduğu halde ömür sürmeye çalışan bilmem kaç yüzyıllık inatçı binaları, dar sokakları, kör çıkmazlarıyla Grande Rue de Pera, Cadde-i Kebir, İstiklal Caddesi ya da Beyoğlu nasıl adlandırılırsa adlandırılsın burası her gün, her an değişen yeryüzünün en büyük tiyatro sahnesi gibiydi.”

***

Birinci bölüm

Yazgıya inanmam, ama olaylar bu düşüncemin yanlışlığını kanıtlamak istercesine ardı ardına sıralanmaya başladığında, bunları kurgulayan biri mi var, diye endişelenmekten de kendimi alamam.

Geçtiğimiz güz de böyle olmuştu. Asla bir araya gelemeyecek kişiler buluşmuş, hiç ilgisi olmayan olaylar birbirine bağlanmış, konular iç içe geçmiş; böylece biz üç eski kafadar, Beyoğlu’nun o kederli sonbahar günlerinde tuhaf bir serüvenin sert rüzgârıyla savrulurken bulmuştuk kendimizi.

Üç kafadar derken, bendeniz Selim, arkadaşlarım Kenan ve Nihat’ı kastediyorum. Yan yana dizilmiş üç erkek ismini görüp, arkadaş olduğumuzu da öğrenince, üstelik serüven lafını da okuyunca sakın aklınıza genç insanlar gelmesin. Gençliğin deli rüzgârları terk etmişti bizi. Hayır, ihtiyar da sayılmazdık, uzunca bir süredir orta yaşın çoktan kanıksadığımız sıradan günlerinin devranını sürmekteydik. Ta ki Kenan’ın ölümsüzlük merakı yüzünden bu sakin yaşamımız, fırtınalı günlerle örülü bir karabasana dönüşene kadar.

Sakin yaşamımızın nasıl sona erdiğini uzun uzun anlatacağım, ama önce arkadaşlarımı tanıtayım sizlere.

Orta yaşlarımızı sürüyorduk dedim ya, aslında arkadaşlığımız çok eskilere, kısa pantolonla dolaştığımız çocukluk günlerine kadar uzanır. Kenan ile Nihat’ı, Galatasaray Lisesi’nin Ortaköy’deki tarihî binasının geniş bahçesinde ilk gördüğümde üçümüz de henüz delikanlılığın sınırlarına bile gelmemiştik. Neden arkadaş

olduğumuzu bilmiyorum. Aynı sınıfta olmanın doğal bir sonucu desem, onlarca çocuğun arasından neden üçünüz bir araya geldiniz, diyerek kolayca çürütülebilir bu tezim. Belki izcilik… Evet, üçümüz de okulun ünlü izci oymağına girmiştik, ama orada bizim gibi onlarca çocuk vardı. Cılız bedenlerimize geçirdiğimiz o güzelim üniformalar, el birliğiyle kurulan çadırlar, yakılan kamp ateşleri, bayram törenlerinde okuldan çıkarken cakalı başlayıp, akşam dönüşünde saatlerce ayakta kaldığımız için bozguna dönüşen yürüyüşler… Kuşkusuz bunlar bizi yakınlaştırmıştı, ama sanırım daha önemli bir olgu vardı. Hayır, hayır üçümüzün de ailelerimizin tek çocuğu olmamızdan söz etmiyorum, kişiliklerimizden bahsediyorum. Yanlış anlamayın, kişiliklerimiz de tıpkı dış görünüşümüz gibi birbirine hiç benzemezdi. Kıvırcık sayılabilecek dalgalı siyah saçları, hep neşeyle parıldayan ela gözleri, dur durak bilmeyen haliyle Kenan, içimizdeki en delişmen çocuktu.

Nihat ise, iri bir yumurtayı andıran kafası, geniş alnının hemen altında insana kederle bakan kara gözleri, kısa boyu, çelimsiz bedeniyle ikimizden de çok farklıydı. Yine de tuhaf bir şekilde ikimize de benzerdi. Belki benzemezdi de, kimi davranışlarımızı taklit ederek bizim gibi olmaya çalışırdı.

Bana gelince, uzun boyum, iri bedenim, yeşil mi, gri mi çoğu zaman benim bile ayırt edemediğim, ilgi çekmeyen açık renk gözlerim, şimdi iyice seyrekleşen, ince telli, kumral saçlarım, her zaman temiz, kırışıksız olmasına özen gösterdiğim giysilerim, kurallara harfiyen uyan davranışlarımla sıradan öğrencilerden biriydim. Tıpkı özenli giysilerim gibi, ağırbaşlılığım da o yıllardan bu yana taşıdığım bir özelliktir. Bu yüzden hep olduğumdan daha yaşlı görünürüm…

Kişiliklerimiz diyordum; evet, okulun hazırlık sınıfında başlayıp yıllarca süren sağlam dostluğumuzun altında yatan asıl neden buydu galiba. Oldukça farklı olan kişiliklerimiz, yan yana geldiğimizde tamamlanıyor, bizi birbirimize çeken tuhaf bir ruhsal üçgen ortaya çıkıyordu… Ruhsal üçgen mi dedim?

Kenan duysa, önce şaşırır, sonra bu üçgene esrarengiz anlamlar yüklemeye kalkışırdı.

Şaka bir yana Kenan başından beri metafizik konulara ikimizden daha çok ilgi gösterirdi. Benim merakım polisiye romanlardı; Sherlock Holmes’un maceralarına, Arsene Lupin’in hırsızlıklarına, Hercule Poirot’nun karmaşık cinayetleri kolayca çözmesine bayılırdım; hâlâ da bayılırım. Evimdeki kütüphane polisiye romanlarla doludur. Oysa Kenan okulumuzun yaşlı kütüphanesinden hep korku romanlarını, hayalet, cadı, büyücülük konularını anlatan hikâyeleri seçerdi. Okumakla kalsa iyi, bu romanların tahrik ettiği hayal gücünü çalıştırarak, kahramanları üçümüzden oluşan ve Beyoğlu’nun yüzlerce yıllık binalarında yaşanan korku öyküleri anlatırdı. Beş yüz küsur yıldır bu yerde bulunan okulun bahçesine, ıssızlığın kesif bir sis gibi çöktüğü uzun kış gecelerinde, yatakhanenin ışıklan sönüp el ayak çekilince tarihî lise binamızın alt katlarında, loş koridorlarında vampirlerin, cadıların, cinlerin dolaştığını, geceyarıları duyduğumuz gürültülerin denizden esen rüzgârların öfkesi olmayıp, gece yaratıklarının kavga ederken çıkardıkları sesler olduğunu söylerdi. Zamanla tuhaf meraklarından kurtuldu Kenan, ama bu kez de başka takıntılar edindi kendine.

Bana sorarsanız, Kenan’ın bu konulara kafayı takmasının altında yatan neden, gerçek sorunlarının olmayışıydı. Evet, onun parasızlık, hastalık, mutsuzluk, başarısızlık gibi gerçek sorunları olmamıştı hiçbir zaman. Kalın kaşları daima çatıkmış gibi duran, bu yüzden adı aksi adama çıkan, ama altın gibi yüreği olan bir babası vardı. Nur içinde yatsın, Müjdat Amca sadece Kenan’a değil, bize karşı da sevecendi. Ne zaman yan yana gelsek, sanki yetişkin insanlarmışız gibi halimizi hatırımızı sorar, oğluna olduğu gibi bize de arkadaşça davranırdı.

Hiç kuşkusuz Kenan’ın en büyük şansı annesi Neyire Hanım’dı. Kenan’a her sarıldığında, ki arkadaşımız annesinin bunu bizim yanımızda yapmasından nefret ederdi onun yerinde olmak için neler vermezdim.

Dalgalı kızıl saçlarının bukle bukle çevrelediği oval yüzüne tuhaf bir yumuşaklık veren, iri, ela gözleri, tombul, beyaz parmakları vardı. O parmakların dokunduğu her nesneye; Kenan’ın kıvırcık saçlarına, kahve fincanının kulpuna, masadaki dantel örtüye, özellikle de benim daha o yaşlarda bile bir ayı pençesi gibi iri ellerime neşe kattığını, dokunduklarını mutlu kıldığını düşünürdüm.

Şeker hastalığının erittiği ince bedeni, tıpkı benim gözlerim gibi açık renkli gözlerinde giderek kaybolan yaşama isteği, en mutlu anlarında bile dudaklarının solgunluğunu yenip bir türlü ortaya çıkamayan gülümsemesiyle, kendi annemi Neyire Hanımla kıyasladığımda içime hep hüzün çökerdi.

Kenan’dan bahsediyordum; arkadaşım son derece zeki bir çocuktu, derslere fazla zaman ayırmasa da sınıfını hep başarıyla geçerdi. Hukuk Fakültesi’ne girmesi hiç de zor olmamıştı. Ama stajını yaptıktan, avukat olmaya hak kazandıktan sonra benim gibi o da mesleğim yapmadı. Babası Müjdat Amca, yıllarca didinip, bin bir emekle geliştirdiği sigorta acenteliğini bir anda onun üzerine geçirince bizimki hiç zorlanmadan iş sahibi oluverdi. Bunları söylediğime bakarak sakın Kenan’ı elindekileri har vurup harman savuran bir mirasyedi olarak görmeyin. Girişimciliği doğasında bulunan benim sevimli arkadaşım, babasından devraldığı acenteyi kısa sürede çok daha iyi bir duruma getirdi. Bunun için fazla zaman harcadığını da sanmıyorum, dediğim gibi o içimizdeki en becerikli, en girişken çocuktu. Bir konuyla uzun süre uğraştığı görülmüş değildi. Kafası bir soruna takıldığında, genellikle kısa sürede olayı çözer, sonra da ilgisini yitirirdi. Kadınları severdi, ancak pek çok erkeğin tersine onları karmaşık değil, anlaşılır ve basit bulurdu. Laf açılınca henüz kendisinin çözemeyeceği kadar karmaşık bir kadına rastlamamış olduğunu söylerdi. Ama bu doğru değildi. Kenan’ı böyle konuşturan bir tür savunma psikolojisiydi. Okulun son sınıfındayken tanıştığı, Harbiye’deki Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi’nden Behiye’nin onu terk edip, okulumuzun basketbol takımının kaptanı Behçet’le çıkmasını hâlâ hazmedemiyordu. Behiye’nin onu bırakması Kenan’ın yaşamında aldığı ilk büyük yenilgiydi.

Behiye’ye âşık olduğunu sanmıyorum, ama kız onu terk edince Kenan için önemli olmaya başlamıştı. Belki Kenan’ın yerinde biz de olsak aynı duygulara kapılırdık. Şaşmaz kural: Gönül kaçanı kovalar. Bu olayın etkisinden uzun süre kurtulamamıştı Kenan. O neşeli çocuk dalgınlaşmış, içe kapalı melankolik bir tip olup çıkmıştı. En az Kenan kadar Nihat ile bana da koymuştu bu olay. Her durumda soğukkanlı olmayı beceren, kavgadan gürültüden uzak durmaya özen gösteren ben bile yoldan çıkmıştım, Nihat’ın önerisiyle basketbol takımının kaptanı Behçet’i bir köşeye sıkıştırıp tehdit etmiştik. Behçet, en az kendininki kadar iri olan cüsseme bakıp sesini çıkaramamıştı, ama ertesi gün tüm takım arkadaşlarını toplayıp, Nihat ile bana sağlam bir meydan dayağı çekmişlerdi. Olaydan haberi olmayan Kenan kavgaya karışınca sopadan o da nasibini almıştı tabiî. Hiçbir haklı yanımız olmadığı için idareye de şikâyet edememiştik. Patlamış dudaklarımızı, morarmış gözlerimizi soran öğretmenlerimize de okul dışından tanımadığımız çocukların saldırısına uğradığımızı söylemiştik. Ama yediğimiz sopa işe yaramış, Behiye’nin araya girmesiyle gevşemeye başlayan dostluğumuz yeniden pekişmiş, daha da önemlisi bizimkinin melankolik hali birdenbire sona erivermişti.

Gerçekten de kısa sürede eski uçarı havasına geri dönmüştü. Yine de ne zaman Behiye’den söz açılsa bakışları dalgınlaşır, hareketleri yavaşlardı. Bana sorarsanız Kenan’ın evlenmemesinin gerçek nedeni buydu. Hayır, Behiye’ye duyduğu aşk değil, bağlandığı kadının onu terk etmesine dayanamayacağını anlamış olmasıydı. Kuşkusuz bu benim yorumum. Gerçi bu yorumuma Nihat da katılır ama Kenan’a sorsak, eminim bambaşka hikâyeler anlatacaktır.

Zaten bunun önemi de yoktu. Kenan böyle yaşamaktan mutluydu. Öylesine mutluydu ki, karım Gülriz’i hâlâ sevmeme rağmen ben bile zaman zaman onun yaşamına imrenirdim. Parası vardı, yaşamayı biliyordu, hesap vereceği kimse yoktu. Daha fazlasını istemek nankörlük olurdu. Kenan da istemedi zaten.

Dudaklarında kendini en az beş yaş daha genç gösteren gülümseyişiyle yazgısına teşekkür ederek, gamsızca, günlerin tadını çıkarmayı sürdürdü. Ta ki o uçak kazasına kadar…

Ama durun, kaza konusunu açmadan önce, size kendimi ve Nihat’ı da anlatayım. Çünkü ikimizi tanıtmadan bu öyküyü anlatmam imkânsız.

Kenan’ın uçan, serüvenci havasının aksine, ben oldukça mantıklı bir çocuktum, yaşamım boyunca da öyle kaldım zaten. Yine de Kenan’la ortak noktalarımız, Nihat’tan daha çoktu, ikimiz de varsıl bir aileden geliyorduk. Fakülteyi bitirdikten sonra ben de onun gibi eğitimini aldığım mesleği değil, babamın işini devralmıştım. Tek farkla, Kenan İstanbul Üniversitesi’nde hukuk okumuştu, ben ise İstanbul Teknik Üniversitesi’nde mimarlık. Aslına bakarsanız mimarlığı seviyordum, bu bölümü isteyerek seçmiştim, ama ben de Kenan gibi babamın ricasını kıramamıştım. Babamın yanında tekstil işine atıldım. Yaşamım boyunca bir mimar olarak tasarladığım tek bina da, Beyoğlu’ndaki mağazamız oldu. 1870 yılındaki yangınla tarihî ahşap binalarının neredeyse tümü yanan Beyoğlu’nda, neoklasik tarzda yeniden yapılan o muhteşem binaların yanında benim tasarımım, bir mimarlık öğrencisinin okul projesi gibi kalmıştı. Fakat babam girişim gücüm kırılmasın istedi, deneyimli bir mimara çizimlerimin eksiklerini tamamlatarak, binayı benim hayal gücüme göre inşa ettirdi.

Mesleğimi yapamadığım için çok üzüldüm desem yalan olur. Tıkır tıkır yürüyen bir işletmenin başına oturmak hoşuma gitmişti. Kendime haksızlık etmeyeyim; ben de, Kenan gibi aldığım işletmeyi geliştirmiş, sadece kumaş üreten mütevazı şirketimizi, “AZYA” adında ünlü bir moda markası haline getirmeyi başarmıştım. İtiraf etmeliyim ki bunları yapmak için Kenan’ın harcadığı zamanın en az yüz katını harcamıştım. Okul sıralarındayken de durum farklı değildi. Kenan gibi ben de başarılı bir çocuktum, ne var ki, bunu geceler boyunca ders çalışmama borçluydum. Aptal biri olduğum söylenemez, yine de Kenan’ın bir okuyuşta çözdüğü problemleri anlamam için dakikalarca uğraşmam gerekirdi.

Kenan’ınkiyle kıyasladığımda, zekâmın ne kadar yavaş işlediğini anlardım. Gerçi olaylar hakkında uzun uzun düşündükten sonra karar vermenin kimi yararlarını da görmüyor değildim. Üstelik Kenan kendine duyduğu aşırı güven yüzünden alelacele attığı adımlar nedeniyle sık sık yanlışlara da düşerdi. O zaman da benim mantıklı davranışlarım öne çıkar, aralarındaki en akıllı kişi olduğum dile getirilirdi. Göğsümü kabartan bu sözleri bizzat Kenan’ın ağzından da duymuştum. Bunları duymaktan hoşlanırdım, ama içten içe bu saptamanın doğru olmadığını da bilirdim. Hiç abartmadan söylüyorum; Kenan en iyimizdi. Doğal olarak küçük grubumuzun liderliğini de o yürütüyordu. Her ne kadar bu durumu kabullenmemiş gibi görünsem de sonunda hep Kenan’ın dediği olurdu.

Nihat ise Kenan’ın liderliğini daha tanıştığımız ilk günden kabul etmişti. Ömrü boyunca da onun yörüngesinden ayrılmadı zaten. Bazen, özellikle de Kenan’ın uçuk kaçık davranışları nedeniyle zarar gördüğü anlarda, onu bana çekiştirmekten kaçınmazdı. Okul yıllarında, henüz Nihat’ı kazanma umudumun olduğu günlerde, bu yoksul arkadaşıma Kenan’a uymamasını, yatakhaneden kaçıp sinemaya, kahveye, bilardo oynamaya gitmemesini, oturup derslerine çalışmasını öğütlerdim. Nihat, haklı olduğumu kabul eder, artık Kenan’ın yaramazlıklarına katılmayacağına dair yeminler ederdi. Ne var ki, Kenan’la karşılaşır karşılaşmaz konuştuklarımızı, verdiği sözleri unutur, yeni bir haylazlık için çapkın arkadaşımızın peşine takılıverirdi. Nihat’ı suçlayamazdım, çünkü çoğu zaman ben de onlarla birlikte sürüklenirken bulurdum kendimi. Yine de grubun en sağduyulu üyesi olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. En azından Kenan’ın kimi çılgınlıklarına karşı çıkar, yapılan haylazlıkların üçümüzün de okuldan atılmasıyla noktalanacak bir serüvene dönüşmesine engel olurdum.

Nihat’a gelince, Kenan’ın abuk sabuk işlerine teşne olmayı hep sürdürdü. Sürdürmeyip de ne yapacaktı?

Bu türden cazip serüvenlere tek başına kalkışacak ne cesareti ne de özgüveni vardı. Nasıl olsun ki, Nihat şanssız doğmuş, şanssız büyümüş, böyle giderse şanssız ölecek bir adamdı. Ne zaman okuldan kaçsak bizim şişko müdür muavinine ilk yakalanan, matematik öğretmeni baskın bir sözlü yapacak olsa tahtaya ilk kaldırılan, öğrenciler arasında grip salgını başlasa ilk hastalanan hep Nihat olurdu. 11. sınıfa geçip, Abanoz Sokak’taki randevu evlerini ziyaret etmeye başladığımızda ilk belsoğukluğuna yakalanan da tabiî ki oydu.

Dedim ya sahiden bahtsız çocuktu.

Annesini çok küçük yaşta kaybetmişti. Babası Necip Amca, Kalyoncu Kulluk Caddesi’nin başında bir matbaada ustabaşı olarak çalışıyordu. Nihat’ı, Galatasaray Lisesi’ne göndermesinin nedeni de oğlunun iyi bir eğitim almasını sağlamaktan çok, Galatasaray futbol takımına duyduğu derin bağlılıktı. Necip Amca, oğluna çok az harçlık verebiliyordu. Eğer Kenan ve ben, ona yardım etmesek, okulda ezilip horlanması kaçınılmazdı. Yeri gelmişken ailelerimizin de bu konuda sorun çıkarmadıklarını belirtmeliyim. Harcamalar konusunda son derece dikkatli olan rahmetli babam bile aldığım harçlığın kısa sürede suyunu çekmesinden kuşkulanarak, beni sıkı bir sorguya çekip, paraları Nihat’la paylaştığımı öğrendiğinde bırakın öfkelenmeyi, harçlığıma zam yaparak bu davranışımı ödüllendirme yolunu seçmişti.

Bizden destek görmesi başlarda Nihat’ı utandırıyordu, ancak bu ilişki o kadar doğaldı ki, giderek bu durumu kanıksamaya başladı. Yanlış anlaşılmasın, Nihat hiçbir zaman çıkarcı bir insan, arkadaşlarının sırtından geçinen bir asalak olmadı. Aldıklarının karşılığını belki para olarak ödemedi, ama ne zaman bir dosta ihtiyacımız olsa hep yanımızdaydı. Hastalandığımızda hastaneye geldi, babalanınız, annelerimiz vefat ettiğinde, kendi aile büyükleri ölmüş gibi üzüldü. Eşim Gülriz’i kız kardeşi, oğlum Burç’u kendi çocuğu bildi.

Burç özürlü bir çocuk olmasına rağmen, belki de sırf bu yüzden onunla çok iyi dost oldu. Kenan, Burç konusunda Nihat kadar rahat davranamadı. Down sendromu olan oğlumun gözlerinin içine doğrudan bakamadı. Doğal davranmaya çalıştı, kendini zorladı ama beceremedi. Hep Burç’tan uzak durmaya çalıştı.

Kötü niyetinden değil, bana duyduğu yakınlıktan, benim çocuğumun özürlü doğabileceğim kabul edememesinden. Oysa Nihat, daha başından itibaren Burçla yakından ilgilendi. Bana en büyük desteği o verdi. Ne yazık ki, Nihat’ın işleri hiçbir zaman yolunda gitmedi. Okul bitince üniversiteye giremedi.

Galatasaray Lisesi’ni bitirmiş olmanın dışında işe yarar tek niteliği iyi bir fotoğrafçı olmasıydı. Fotoğrafçı dediysem bu işe öyle tutkuyla filan bağlı değildi. Fotoğrafçılığı Cumhuriyet gazetesinde foto muhabiri olarak çalışan dayısından öğrenmişti. Fotoğraf onun için bir sanat olmaktan çok, para getiren bir uğraştı. Okulda düzenlenen etkinliklerde, bayramlarda öğrencilerin fotoğraflarını çeker, böylece harçlığını çıkartırdı. Eline sık para geçmediği için de fotoğrafların ücretlerini toplar toplamaz, bizi sinemaya davet ederdi. Sinemada filmi izledikten sonra, henüz McDonald’s ve benzeri yabancı fast food kuruluşları memleketi zapt etmediği için, gençler arasında pek popüler olan Taksim Meydanı’ndaki Kristal Büfe’den, o günlerde oldukça popüler bir yiyecek sayılan hamburger ısmarlardı bize. Orada da parası çıkışmaz, ayran paralarını Kenan ya da ben ödemek zorunda kalırdık.

Fotoğrafı sanat olarak gören kişi ise Kenan’dı. Nihat’la birlikte fotoğrafların basıldığı karanlık odaya girdiği gün, “Bana da fotoğraf çekmeyi öğreteceksin” diye tutturmuştu. Fotoğraf çekmeyi öğrenmekle kalmayıp, işin bütün ayrıntılarını kapmış, kısa sürede Nihat’tan daha güzel fotoğraflar çekmeye başlamıştı. Ama hiçbir zaman para için fotoğraf çekmedi, onunki gerçek bir tutkuydu. Bir düzineye yakın fotoğraf makinesi vardı.

Hiç abartısız söylüyorum, binlerce fotoğraf çekti, sergiler açtı. Yaşamında vazgeçmediği, sıkılmadığı, bıkmadığı tek tutku fotoğrafçılıktı. Zaten başımıza ne geldiyse onun fotoğraf tutkusu yüzünden geldi ya.

Biz yine Nihat’a dönelim. Yoksul arkadaşımız dayısının önayak olmasıyla Cumhuriyet gazetesinde foto muhabiri olarak çalışmaya başladı. Birkaç yıl adliye koridorlarında koşturup, cinayet mahallerinin fotoğrafım çektikten sonra bu işin ona göre olmadığını söyleyerek askere gitti. Askerlik dönüşü üçümüzün bir arada olduğu bir gece dükkân açmayı düşündüğünü söyledi. Kenan ve ben, bir fotoğraf stüdyosundan bahsettiğini sandık ama Nihat, “Sahaf dükkânı açmak istiyorum” diyerek ikimizi de şaşırttı. “Biliyorsunuz fotoğraf işini sevmiyorum, ama eski kitaplar hep ilgimi çekmiştir. Aslında bu merakımın sebebi sizsiniz. Okulun kütüphanesinden sizin etkinizle korku ve polisiye romanları alıp okuduğum günleri hatırlıyor musunuz? O

kitapların kendilerine özgü kokulan olurdu, sayfalarına dokunduğumda içimde güzel bir duygu uyanırdı.”

“İyi de” diye araya girdim, “polisiye romanlara meraklıyım diye ben de bir kitapçı dükkânı açmıyorum.”

Boynunu bükerek mırıldandı:

“Senin sevdiğin bir mesleğin var, benim yok.”

Yüzümüze bakıp, anlamadığımızı fark edince daha fazla açıklamaktan vazgeçti, ama bu konuda ne kadar istekli olduğunu şu sözlerle belirtti:

“Bakın abi, ben eski kitapları seviyorum. Hem sahaflık temiz iş. Fotoğraf gibi ne ışıkla uğraşırsın ne suyla ne de kötü kötü kokan o kimyasal maddelerle…”

Nihat kararını vermişti, bu kadar açıklamaya girmesinin nedeni ise her zamanki gibi bizim yardımımıza gereksinim duymasıydı. O aralar Kenan’ın biraz nakit sorunu vardı, gereken parayı ben buldum. Sıra dükkânın yerini kararlaştırmaya gelmişti. Nihat, Beyazıt’taki büyük Sahaflar Çarşısı’nı düşünüyordu. Hatta bir dükkânı devren kiralamak üzere görüşmelere başlamıştı bile. Oysa Kenan’ın sigorta acentesi Beyoğlu’nda İmam Adnan Sokak’taydı. Ben de artık Yenibosna’daki fabrikada değil, İstiklal Caddesi’nin üzerindeki mağazanın en üst katındaki ofisimde bulunuyordum. Nihat’ın sahaf dükkânını Beyoğlu’nda açması için ısrar ettik. Üstelik dükkân için yer de hazırdı. Kenan’ın İngiliz Konsolosluğu’nun karşısında, Balık Pazarı’nın girişine bakan babadan kalma dükkânı aylardır boştu. Dükkân arama zahmetine katlanmaktan kurtulan Nihat fazla nazlanmadı. Kenan’ın dükkânını kiralayarak, Aslıhan’daki şimdiki dükkâna geçinceye kadar hiç kira ödemedi hayalindeki mesleğe ilk adımını attı. Böylece üçümüz de çocukluktan gençliğe geçiş çağını yaşadığımız Beyoğlu’nda yeniden bir araya gelmiş olduk, iyi de oldu, böylece eski arkadaşlar daha sık görüşme fırsatı bulduk.

Bu arada mutlu mu, yoksa mutsuz mu, nasıl tanımlayacağımı bilemediğim bir olay gerçekleşti; Nihat sonradan eşi olacak edebiyat öğretmeni Melek’le sahaf dükkânında tanıştı. Melek bizimkinden yaşlıydı, pek güzel sayılmazdı, ne var ki şairdi. Bir de insanı delercesine bakan, zeytin karası gözleri vardı. Sanırım bizim Nihat’ı çeken de kadının bu iki özelliği oldu; etkileyici siyah gözler ve şair olmanın ona verdiği tuhaf cazibe.

Bana sorarsanız kadın sıradan biriydi, Kenan da bu düşüncemi paylaşıyordu, ama bunu Nihat’a anlatmak dünyanın en güç işiydi. Kenan ile benim, “Biraz daha bekle, kadım yakından tanı” dememize rağmen daha tanıştıklarının üçüncü ayında kadına evlenme teklif etti. Her ağzını açtığında yaşamdaki en önemli iki kavramın özgürlük ve bağımsızlık olduğunu, bu nitelikleri kazanmamış kadının asla birey olamayacağını savunan Melek, daha duyar duymaz evlenme teklifini kabul etti. Kenan ile bana da arkadaşımızın evlenmesine yardım etmek düştü. Kuaförden binecekleri araca kadar aklınıza ne kadar ıvır zıvır masraf geliyorsa hepsini Kenan karşılarken, ben de Pera Palas’ta yapılan düğünün faturalarını…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Bab-ı Esrar ~ Ahmet ÜmitBab-ı Esrar

    Bab-ı Esrar

    Ahmet Ümit

    Kayıp babasıyla doğacak çocuğu arasında kalmış bir kadın… Hayatın anlamını arayan bir insan: Karen Kimya… Kapıları sırlara açılan bir kent… Sırların mucizelere dönüştüğü geceler....

  2. Sokağın Zulası ~ Ahmet ÜmitSokağın Zulası

    Sokağın Zulası

    Ahmet Ümit

    Sokağın Zulası, Ahmet Ümit’in şiir dilinde okunuşudur. Gün gelir anımsar bizi bu sokaklar. Dar kaldırımların gölgelerimizi özleyeceği tutar. Ağaçların gövdelerindeki o eski yara depreşir....

  3. Olmayan Ülke ~ Ahmet ÜmitOlmayan Ülke

    Olmayan Ülke

    Ahmet Ümit

    Olmayan Ülke Bir varmış bir yokmuş, yeryüzünde varlık çokmuş… Akıl Ülkesi’nin Padişah’ıyla Hayal Ülkesi’nin Büyücü Kral’ının koca dünyayı paylaşamayarak tutuştukları savaş geride kalır. Fakat...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. İki Kişilik Yalnızlık ~ Sinan Akyüzİki Kişilik Yalnızlık

    İki Kişilik Yalnızlık

    Sinan Akyüz

    İki kişilik yalnızlık… Yaşanmış bir öykü… O öyküden yola çıkılarak yazılmış bir roman… ‘Sözleri bitmiş’ bir çift… “İlk yıllar ne güzeldi!” diye düşünen, mutsuz...

  2. Tekinsiz Ada ~ Kemalettin TuğcuTekinsiz Ada

    Tekinsiz Ada

    Kemalettin Tuğcu

    Ege kıyısındaki Karaca Çiftliği’nin sahibi Hızır Bey, eşi Yaşar Hanım ve oğlu Murat’a bir miktar para ve sahip olduğu adayı miras bırakmıştır. Adadan gelen,...

  3. Dokuz Oda Cinayetleri ~ Ayşe ErbulakDokuz Oda Cinayetleri

    Dokuz Oda Cinayetleri

    Ayşe Erbulak

    “Bazen romanın konusu bile okur için önemli değildir. Okur, daha önce tanıma şansına sahip olduğu yazarın anlatım, ifade gücü, kelime dağarcığının zenginliği, tasvir yeteneğinin...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur