Üç arkadaşın hikayesi bu. Biraz da Beyoğlu’nun hikayesi. Beyoğlu’nun karmaşasının, kalabalıkların arasına gizlenen sırların hikayesi. Sokakların, binaların, bildik bilmedik köşelerin, ama en çok da insanların hikayesi. Çocukluktan başlayan, mekanı yine Beyoğlu olan bir dostluğun bugünü anlatılıyor Beyoğlu Rapsodisi’nde. Üç farklı kişiliğin, üç farklı yaşam tarzının birleştiği bir nokta bu dostluk. Önce onları tanıyoruz, hayatlarına tanık oluyoruz. Sanıyoruz ki, her şey hep böyle doğal gidecek. Sanıyoruz ki, hayat normal seyrini sürdürecek. Ama gün geliyor, bir fotoğraf sergisi hayatlarını değiştiriyor.
Beyoğlu’yum ben rüzgârlar öğrenciler yağmurlar kadar eski Dünyanın ilk günleri ilk sakinleri gibi eski.
Pera,
İlhan Berk
Birinci bölüm
Yazgıya inanmam, ama olaylar bu düşüncemin yanlışlığım kanıtlamak İstercesine ardı ardına sıralanmaya başladığında, bunları kurgulayan biri mi var, diye endişelenmekten de kendimi alamam.
Geçtiğimiz güz de böyle olmuştu. Asla bir araya gelemeyecek kişiler buluşmuş, biç ilgisi olmayan olaylar birbirine bağlanmış, konular iç içe geçmiş; böylece biz üç eski kafadar, Beyoğlu’nun o kederli sonbahar günlerinde tuhaf bir serüvenin sert rüzgârıyla savrulurken bulmuştuk kendimizi.
Üç kafadar derken, bendeniz Selim, arkadaşlarım Kenan ve Nihat’ı kastediyorum. Yan yana dizilmiş üç erkek ismini görüp, arkadaş olduğumuzu da öğrenince, üstelik serüven lafını da okuyunca sakın aklınıza genç insanlar gelmesin. Gençliğin deli rüzgârları terk etmişti bizi. Hayır, ihtiyar da sayılmazdık, uzunca bir süredir orta yaşın çoktan kanıksadığımız sıradan günlerinin devranını sürmekteydik. Ta ki Kenan’ın ölümsüzlük merakı yüzünden bu sakin yaşamımız, fırtınalı günlerle örülü bir karabasana dönüşene kadar. Sakin yaşamımızın nasıl sona erdiğini uzun uzun anlatacağım, ama önce arkadaşlarımı anlatayım sizlere.
Orta yaşlarımızı sürüyorduk dedim ya, aslında arkadaşlığımız çok eskilere, kısa pantolonla dolaştığımız çocukluk günlerine kadar uzanır. Kenan ile Nihat’ı, Galatasaray Lisesi’nin Ortaköy’deki tarihi binasının geniş bahçesinde ilk gördüğümde üçtü yüz de he yüz delikanlılığın sınırlarına bile gelmemiştik. Neden arkadaş olduğumuzu bilmiyorum. Aynı sınıfta olmanın doğal bir sonucu deseni, onlarca çocuğun arasından neden üçünüz bir araya geldiniz, diyerek kolayca çürütülebilir bu tezim. Belki izcilik… Evet, üçümüz de okulun ünlü izci oymağına girmiştik, ama orada bizim gibi onlarca çocuk vardı, cılız bedenlerimize geçirdiğimiz o güzelim üniformalar, el birliğiyle kumlan çadırlar, yakılan kanıp ateşleri, bayram törenlerinde okuldan çıkarken cakalı başlayıp, akşam dönüşünde saatlerce ayakta kaldığımız için bozguna dönüşen yürüyüşler… Kuşkusuz bunlar bizi yakınlaştırmıştı, ama sanırım daha önemli bir olgu vardı. Hayır, hayır üçümüzün de ailelerimizin tek çocuğu olmamızdan söz etmiyorum, kişiliklerimizden bahsediyorum. Yanlış anlamayın, kişiliklerimiz de tıpkı dış görünüşümüz gibi birbirine hiç benzemezdi. Kıvırcık sayılabilecek dalgalı siyah saçları, hep neşeyle parıldayan ela gözleri, dur durak bilmeyen haliyle Kenan, içimizdeki en delişmen çocuktu.
Nihat ise, iri bir yumurtayı andıran kafası, geniş alnının hemen altında insana kederle bakan kara gözleri, kısa boyu, çelimsiz bedeniyle ikimizden de çok farklıydı. Yine de tuhaf bir şekilde ikimize de benzerdi. Belki benzemezdi de, kimi davranışlarımızı taklit ederek bizim gibi olmaya çalışırdı.
Bana gelince, uzun boyum, iri bedenim, yeşil mi, gri mi çoğu zaman benim bile ayırt edemediğim, ilgi çekmeyen açık renk gözlerim, şimdi iyice seyrekleşen, ince belli, kumral saçlarım, her zaman temiz, kırışıksız olmasına özen gösterdiğim giysilerim, kurallara harfiyen uyan davranışlarımla sıradan öğrencilerden biriydim. Tıpkı özenli giysilerim gibi, ağırbaşlılığım da 0 yıllardan bu yana taşıdığım bir özelliktir. Bu yüzden hep olduğumdan daha yaşlı görünürüm…
Kişiliklerimiz diyordum; evet, okulun hazırlık sınıfında başlayıp yıllarca süren sağlam dostluğumuzun altında yatan asıl neden buydu galiba. Oldukça farklı olan kişiliklerimiz, yan yana geldiğimizde tamamlanıyor, bizi birbirimize çeken tuhaf bir ruhsal üçgen ortaya çıkıyordu… Ruhsal üçgen mi dedim? Kenan duysa, önce şaşını”, sonra bu üçgene esrarengiz anlamlar yüklemeye kalkışırdı.
Şaka bir yana Kenan başından beri metafizik konulara ikimizden daha çok ilgi gösterirdi. Benim merakım polisiye romanlardı; Sherlock Holmes’un maceralarına, Arşene Lupin’in hırsızlıklarındı Hercule Poirot’nun karmaşık cinayetleri kolayca çözmesine bayılırdım; hâlâ da bayılırım. Evimdeki kütüphane polisiye romanlarla doludur. Oysa Kenan okulumuzun yaşlı kütüphanesinden hep korku romanlarını, hayalet, cadı, büyücülük konularını anlatan hikâyeleri seçerdi. Okumakla kalsa iyi, bu romanların tahrik ettiği hayal gücünü çalıştırarak, kahramanları üçümüzden oluşan ve Beyoğlu’nun yüzlerce yıllık binalarında yaşanan korku öyküleri anlatırdı. Beş yüz küsur yıldır bu yerde bulunan okulun bahçesine, ıssızlığın kesif bir sis gibi çöktüğü uzun kış gecelerinde, yatakhanenin ışıklan sönüp el ayak çekilince tarihî lise binamızın alt katlarında, loş koridorlarında vampirlerin, cadıların, cinlerin dolaştığını, gece yarıları duyduğumuz gürültülerin denizden esen rüzgârların öfkesi olmayıp, gece yaratıklarının kavga ederken çıkardıkları sesler olduğunu söylerdi. Zamanla tuhaf meraklarından kurtuldu Kenan, ama bu kez de başka takıntılar edindi kendine.
Bana sorarsanız, Kenan’ın bu konulara kafayı takmasının altında yatan neden, gerçek sorunlarının olmayışıydı. Evet, onun parasızlık, hastalık, mutsuzluk, başarısızlık gibi gerçek sorunları olmamıştı hiçbir zaman. Kalın kaşları daima çatıkmış gibi duran, bu yüzden adı aksi adama çıkan, ama altın gibi yüreği olan bir babası vardı. Nur içinde yatsın, Müjdat Amca sadece Kenan’a değil, bize karşı da sevecendi. Ne zammı yan yana gelsek, sanki yetişkin insanlarmışız gibi halimizi hatırımızı sorar, oğluna olduğu gibi bize de arkadaşça davranırdı.
Hiç kuşkusuz Kenan’ın en büyük şansı annesi Neyire Hanım’dı. Kenan’a her sarıldığında, ki arkadaşımız annesinin bunu bizim yanımızda yapmasından nefret ederdi onun yerinde olmak için neler vermezdim. Dalgalı kızıl saçlarının bukle bukle çevrelediği oval yüzüne tuhaf bir yumuşaklık veren, iri, ela gözleri, tombul, beyaz parmakları vardı. O parmakların dokunduğu her nesneye; Kenan’ın kıvırcık saçlarına, kahve fincanının kulpuna, masadaki dantel örtüye, özellikle de benim daha o yaşlarda bile bir ayı pençesi gibi iri ellerime neşe kattığını, dokunduklarını mutlu kıldığını düşünürdüm.
Seker hastalığının erittiği ince bedeni, tıpkı benim gözlerim gibi açık renkli gözlerinde giderek kaybolan yaşama isteği, en mutlu anlarında bile dudaklarının solgunluğunu yenip bir türlü ortaya çıkamayan gülümsemesiyle, kendi annemi Neyire Hanım’la kıyasladığımda içime hep hüzün çökerdi,
Kenan’dan bahsediyordum; arkadaşım son derece zeki bir çocuktu, derslere fazla zaman ayırmasa da sınıfını hep başarıyla geçerdi. Hukuk Fakültesi’ne girmesi hiç de zor olmamıştı. Ama stajını yaptıktan, avukat olmaya hak kazandıktan sonra benim gibi o da mesleğini yapmadı. Babası Müjdat Amca, yıllarca didinip, bin bir emekle gelişi irdiği sigorta acenteliğini bir anda onun üzerine geçirince bizimki hiç zorlanmadan iş sahibi oluverdi. Bunları söylediğime bakarak sakın Kenan’ı elindekileri har vurup harman savuran bir mirasyedi olarak görmeyin. Girişimciliği doğasında bulunan benim sevimli arkadaşım, babasından devraldığı acenteyi kısa sürede çok daha iyi bir dununa getirdi. Bunun için fazla zaman harcadığını da sanmıyorum, dediğim gibi o içimizdeki en becerikli, en girişken çocuktu. Bir konuyla uzun süre uğraştığı görülmüş değildi. Kafası bir soruna takıldığında, genellikle kısa sürede olayı çözer, sonra da ilgisini yitirirdi. Kadınları severdi, ancak pek çok erkeğin tersine onları karmaşık değil, anlaşılır ve basit bulurdu. Laf açılınca henüz kendisinin çözemeyeceği kadar karmaşık bir kadına rastlamamış okluğunu söylerdi. Ama bu doğru değildi. Kenan’ı böyle konuşturan bir tür savunma psikolojisiydi. Okulun son sınıfındayken tanıştığı, Harbiye’deki Nötre Dame de Sion Fransız Kız lisesi’nden Behiye’nin onu terk edip, okulumuzun basketbol takımının kaptanı Behçet’le çıkmasını hâlâ hazmedemiyordu. Behiye’nin onu bırakması Kenan’ın yaşamında aldığı ilk büyük yenilgiydi. Behiye’ye âşık olduğunu sanmıyorum. ama kız onu terk edince Kenan için önemli olmaya başlamıştı.
Şaşmaz kural: gönül kaçanı kovalar. Bu olayın etkisinden uzun süre kurtulamamıştı Kenan. O neşeli çocuk dalgınlaşmış, içe kapalı melankolik bir t ip olup çıkmıştı. Kıraz Kenan kadar Nihal ile bana da koymuştu bu olay. İler durumda soğukkanlı olmayı beceren, kavgadan gürültüden uzak durmaya özen gösteren ben bile yoldan çıkmıştım, Nihat’ın önerisiyle basketbol takımının kaptanı Behçet’i bir köşeye sıkıştırıp tehdit etmiştik. Behçet, en az kendininki kadar iri olan cüsseme bakıp sesini çıkaramamıştı, ama ertesi gün tüm takım arkadaşlarını toplayıp, Nihat ile hana sağlam bir meydan dayağı çekmişlerdi. Olaydan haberi olmayan Kenan kavgaya karışınca sopadan o da nasibini almış! ı tabiî. Hiçbir haklı yanımız olmadığı için idareye de şikâyet edememiştik. Patlamış dudaklarımızı, morarmış gözlerimizi soran öğretmenlerimize de okul dışından tanımadığımız çocukların saldırısına uğradığımızı söylemiştik. Ama yediğimiz sopa işe yaramış, Behiye’nin araya girmesiyle gevşemeye başlayan dostluğumuz yeniden pekişmiş, daha da önemlisi bizimkinin melankolik hali birdenbire sona erivermişti.
Gerçekten de kısa sürede eski uçarı havasına geri dönmüştü. Yine de ne zammı Behiye’den söz açılsa bakışları dalgınladır, hareketleri yavaşlardı. Bana sorarsanız Kenan’ın evlenmemesinin gerçek nedeni buydu. Hayır, Behiye’ye duyduğu aşk değil, bağlandığı kadının onu terk etmesine dayanamayacağını anlamış olmasıydı. Kuşkusuz bu benim yorumum. Gerçi bu yorumuma Nihat da katılır ama Kenan’a sorsak, eminim bambaşka hikâyeler anlatacaktır.
Zaten bunun önemi de yoktu. Kenan böyle yaşamaktan mutluydu, öylesine mutluydu ki, karım Gülrizi hâlâ sevmeme rağmen ben bile zaman zaman onun yaşamına imrenirdim. Parası vardı, yaşamayı biliyordu, hesap vereceği kimse yoktu. Daha fazlasını istemek nankörlük olurdu. Kenan da istemedi zaten. Dudaklarında kendini on az beş yaş daha genç gösteren gülümseyişiyle yazgısına teşekkür ederek, gamsızca, günlerin tadını çıkarmayı sürdürdü. Ta ki o uçak kayasına kadar…
Ama durun, kaza konusunu açmadan önce, size kendimi ve Nihat’ı da anlatayım. Çünkü ikimizi tanıtmadan bu öyküyü anlatmam imkânsız.
Kenan’ın uçan, serüvenci havasının aksine, ben oldukça mantıklı bir çocuktum, yaşamım boyunca da öyle kaldım zaten. Yine de Kenan’la ortak noktalanınız, Nihat’tan daha çoktu. İkimiz de varsıl bir aileden geliyorduk. Fakülteyi bitirdikten sonra ben de onun gibi eğitimini aldığım mesleği değil, babamın işini devralmıştım. Tek farkla, Kenan İstanbul Üniversitesi’nde hukuk okumuştu, ben ise istanbul Teknik Üniversitesi’nde mimarlık. Aslına bakarsanız mimarlığı seviyordum, bu bölümü isteyerek seçmiştim, ama ben de Kenan gibi babamın ricasını kıramamıştım. Babamın yanında tekstil işine atıldım. Yaşamını boyunca bir mimar olarak tasarladığım tek binada, Beyoğlu’ndaki mağazamız oldu. 1870 yılındaki yangınla tarihî ahşap binalarının neredeyse tümü yanan Beyoğlu’nda, neoklasik tarzda yeniden yapılan o muhteşem binaların yanında benim tasamın m, bir mimarlık (“»grencisinin okul projesi gibi kalmıştı. Fakat babanı girişim gücüm kırılmasın istedi, deneyimli bir mimara çizimlerimin eksiklerini tamamlatarak, binayı benini hayal gücüme göre inşa ettirdi.
Mesleğimi yapamadığım için çok üzüldüm desem yalan olur. Tıkır tıkır yürüyen bir isletmenin başına oturmak hoşuma gitmiş ti. Kendime haksızlık etmeyeyim; ben de, Kenan gibi aldığını işletmeyi geliştirmiş, sadece kumaş üreten mütevazı şirketimizi, “AZYA” adında ünlü bir moda markası haline getirmeyi başarmıştım, itiraf etmeliyim ki bunları yapmak için Kenan’ın harcadığı zamanın en az yüz katını harcamıştım. Okul sıralarındayken de durum farklı değildi. Kenan gibi ben de başarılı bir çocuktum, ne var ki, bunu geceler boyunca ders çalışmama borçluydum. Aptal biri olduğum söylenemez, yine de Kenan’ın bir okuyuşta çözdüğü problemleri anlamanı için dakikalarca uğraşmam gerekirdi.
Kenan’ınkiyle kıyasladığımda, zekâmın ne kadar yavaş işlediğini anlardım. Gerçi olaylar hakkında uzun uzun düşündükten sonra karar vermenin kimi yararlarını da görmüyor değildim. Üstelik Kenan kendine duyduğu aşırı güven yüzünden alelacele attığı adımlar nedeniyle sık sık yanlışlara da düşerdi. O zaman da benim mantıklı davranışlarım öne çıkar, aralarındaki en akıllı kişi olduğum dile getirilirdi. Göğsümü kabartan bu sözleri bizzat Kenan’ın ağzından da duymuştum. Bunları duymaktan hoşlanırdım, ama içten içe bu saptamanın doğru olmadığını da bilirdim. Hiç abartmadan söylüyorum; Kenan en iyimizdi. Doğal olarak küçük grubumuzun liderliğini de o yürütüyordu, iler ne kadar bu durumu kabullenmemiş gibi görünsem de sonunda hep Kenan’ın dediği olurdu.
Nihat ise Kenan’ın liderliğini daha tanıştığımız ilk günden kabul etmişti. Ömrü boyunca da onun yörüngesinden ayrılmadı zaten. Bazen, özellikle de Kenan’ın uçuk kaçık davranışları nedeniyle zarar gördüğü anlarda, onu bana çekiştirmekten kaçınmazdı. Okul yıllarında, henüz Nihat’ı kazanma umudumun olduğu günlerde, bu yoksul arkadaşıma Kenan’a uymamasını, yatakhaneden kaçıp sinemaya, kahveye, bilardo oynamaya gitmemesini, oturup derslerine çalışmasını öğütlerdim. Nihat, haklı olduğumu kabul eder, artık Kenan’ın yaramazlıklarına katılmayacağına dair yeminler ederdi Ne var ki, Kenan’la karşılaşır karşılaşmaz konuştuklarımızı, verdiği sözleri unutur, yeni bir haylazlık için çaplan arkadaşımızın peşine takılıverirdi. Nihat’ı suçlayamazdım, çünkü çoğu zaman ben de onlarla birlikte sürüklenirken bulurdum kendimi. Yine de grubun en sağduyulu üyesi olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. En azından Kenan’ın kimi çılgınlıklarına karşı çıkar, yapılan haylazlıkların üçümüzün de okuldan atılmasıyla noktalanacak bir serüvene dönüşmesine engel olurdum.
Nihat’a gelince, Kenan’ın abuk sabuk işlerine teşne olmayı hep sürdürdü. Sürdürmeyip de ne yapacaktı? Bu türden cazip serüvenlere tek başına kalkışacak ne cesareti ne de özgüveni vardı. Nasıl olsun ki, Nihat şanssız doğmuş, şanssız büyümüş, böyle giderse şanssız ölecek bir adamdı. Ne zaman okuldan kaçsak bizim şişko müdür muavinine ilk yakalanan, matematik öğretmeni baskın bir sözlü yapacak olsa tahtaya ilk kaldırılan, öğrenciler arasında grip salgını başlasa ilk hastalanan hep Nihat olurdu. 11. sınıfa geçip, Abanoz Sokak’taki randevuevlerini ziyaret etmeye başladığımızda ilk belsoğukluğuna yakalanan da tabiî ki oydu. Dedim ya sahiden bahtsız çocuktu.
Annesini çok küçük yaşta kaybetmişti. Babası Necip Anıca, Kalyoncu Kulluk Caddesi’nin başında bir matbaada ustabaşı ola….
“Beyoğlu Rapsodisi” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıBeyoğlu Rapsodisi
- Sayfa Sayısı385
- YazarAhmet Ümit
- ISBN9759915599
- Boyutlar, Kapak 14x23 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Kitap / 2009
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Cariyenin Gelini Nurbanu ~ Demet Altınyeleklioğlu
Cariyenin Gelini Nurbanu
Demet Altınyeleklioğlu
İKTİDAR HIRSIYLA BİLENMİŞ İKİ KADIN, AŞKA TUTSAK İKİ ERKEK Güneş doğudan değil, Nurbanu’nun gözlerinde doğar. Yıldızlar Nurbanu’nun gözlerinde parıldar… Cariye Cecilia’nın yolu, Hürrem’in kızı...
- Sur – Beyaz Uyku ~ Osman Özbaş
Sur – Beyaz Uyku
Osman Özbaş
Kâtip diğer dosyayı önüne çekerken Çavuş yanlarından ayrıldı. İsrael onun arkasından göz ucuyla bakarken, ‘acaba bir şeyler ters gider mi’ diye düşünüyordu. Mülteciler Komiserliğinin...
- Öykülerle Mitoloji Herakles’ten Örümcek Kadına ~ Habib Bektaş
Öykülerle Mitoloji Herakles’ten Örümcek Kadına
Habib Bektaş
Deyim ve atasözlerini özgün hikâyelerle buluşturduğu Uzun Lafın Kısası ve Söz Kulağa Yazı Uzağa isimli kitaplarıyla yüz binlerce okura Türkçeyi sevdiren ödüllü yazar Habib Bektaş, şimdi de mitolojik...
Ahmet Ümit’in güzel kitaplarından biri olayları tasarlayışı sonucu insanı hayret ettiriyor…