12 Eylül’ün darbesini yemiş bir aile.
Cezaevinde idamla yargılanan bir abi, geçirdiği felçten sonra yok hükmünde bir baba ve bu iki acı arasında kalakalmış bir anne.
Ve ailesini derleyip toparlarken unutulmuş, ihmal edilmiş bir genç adam; Sarp.
Acılarla, kayıplarla geçen gençlik yıllarından sonra, hangi pusula Sarp’a çıkış yolunu gösterecek?
Bir yanda hiç ummadığı bir anda hanımeli kokularıyla hayatına giren bir rehber, Kıymetlim dediği Ustası.
Bir yanda kendini de Sarp’ı da aşkla yakan bir kartal; Jammer.
Ve bu iki çekim merkezinin etkisinde Aşk’ın hallerini tecrübe ederken yeniden doğan Sarp.
Aşk Çölü, Aşk Cephesi, Kanaviçe ve Kerime ile yakın tarihin acılarını en insani noktadan yakalayarak anlatan Bahadır Yenişehirlioğlu, Beyaz Usta Siyah Çırak’ta merceği bugüne taşıyor. Modern insanın en temel açmazlarından birini, hakikat arayışında savrulan bir genç adamın hikâyesini anlatıyor.
Beyaz Usta Siyah Çırak, geçmişinden yorgun, geleceğine hakiki bir yol arayan Sarp’ın hayal kadar şaşırtıcı ama gerçek hikâyesi.
*
1
KARTAL
Gerçeküstü gibi bir gerçek
Ömrün rüzgârı insanın üzerine kırbaç gibi indiğinde, yaşanmış onca acı kalbine bir hançer gibi sokulduğunda onun gönül deryasından atılmış oltasının peşine düşüp kancasına takılmak ne hoş… Usul usul ona doğru çekilmek, kavuşma anını düşlemek ne hoş… İnsan gerçekten hiç kimse olmak istiyor mu? Ölüler sütunu şehirlerde ruhları çarmıha gerilmiş suretler, umutlarından, hayallerinden, aşklarından, nefretlerinden vazgeçmeye hazır mı? Zamanı geldiğinde saf vicdanlar hepimizin gözleri önüne serilecek. Hiç mi korkmuyor insan? Ordularımın ufka doğru arkamda sıralanmış olmasından gurur duyuyorum. Benim için savaşmaya hazır bunca askere minnet borçluyum. Bütün ses ve nefes bana ait. Bu sessizlik, bu kan donduran ortam aslında benim. Bunu istiyor muyum? Evet, istiyorum. Buna hazırım. Karşımdaki rakibim, dönüşü olmayan bir kararlılıkla küheylanını şaha kaldırıp dörtnala bana doğru sürüyor geride onca askeri bırakarak. Benim bu hesaplaşmadan kaçışım mümkün değil artık. Bu cenk alanında sonuçlanacak her şey. Davullara işaret veriyorum elimi havaya kaldırarak, yüzlerce davul tek bir hareketimle vurmaya başlıyor tokmaklarını. Ben bu savaşı ne pahasına olursa olsun kazanmak istiyorum. Fethedemedikten sonra kendimi, nasıl yaşayabilirim ki onurlu? Nasıl barışırım kendimle ve nasıl dik durabilirim arz üzerinde? Yeleleri rüzgârda savrulan atımı dörtnala düşmanıma doğru sürüyorum. Kan ter içinde birbirimize yaklaşıyoruz. Gemi azıya almış küheylanlar, ağızlarından köpükler saçarak koşturuyorlar havayı şimşek gibi yararak. Gökyüzü, dağlar, ovalar nefesini tutmuş. Bütün askerler ne olacağını merak ediyor, bu karşılaşmanın galibi kim olacak diye. Düşmanıma gözlerimi dikmiş vaziyette yol aldığım sırada derinlerden bir kadın çığlık atıyor doğum sancıları içinde, ardından tazecik bir bebek ağlaması duyuyorum. Gözlerimden yaşlar dökülmeye başlıyor. Babası, dudaklarını bebeğin pembe kulağına yaklaştırıyor. Gözyaşlarım daha da artıyor. Bana doğru yaklaşanı artık önemsemiyorum. Doludizgin küheylanımın üzerinde yol alırken bebeğin kulağına ezanın okunmasını dinliyorum. Gözyaşlarım rüzgâra kapılıp bebeğin gözyaşlarına karışıyor. Her yeni doğum gibi bu da gözyaşlarıyla geliyor.
Şimşekler çakıyor ovanın orta yerinde. Etraf toz duman. Rüzgâr, cenk yerinde ne var ne yoksa önüne katarak bizimle birlikte at koşturuyor adeta. Bu savaşı tek başıma göğüslemek ve sonu nasıl biterse bitsin yaşamak istiyorum. Askerlerin ellerinde sımsıkı tuttuğu mızrakların uçlarında, her biri nefsi, gururu, merhameti, öfkeyi, güveni, acizliği, yokluğu, varlığı, aşkı, ihaneti temsil eden bayraklar gökyüzünde rüzgâra çarparak dalgalanıyor. Bu savaşı kazanacağım. Başka türlü kuramam, var edemem kendimi. Düşmanımla birbirimize iyice yaklaşıyoruz. Aynı anda dizginlere asılıyoruz, hızını kesemeyip şaha kalkıyor üzerinde güç bela durabildiğimiz kan ter içindeki küheylanlar. Artık yüz yüzeyiz. Düşmanım miğferinin siperliğini kaldırıyor. O anda yüzünü görüyorum, gözlerini. Sırtımdan gelen bir titremeyle buz kesiyor bütün vücudum. Derin bir sarsılışın esiri oluyor bütün varlığım. Aynaya bakar gibiyim adeta, yüzümü görüyorum karşımda. Kendimle karşı karşıya geldim ben. Bu cenk yeri benim içim. Ben, cengin ta kendisiyim. Düşman da benim, düşmanımla savaşan da.
***
Zifiri karanlıkta bir kartal olanca hızıyla yol almaya çalışıyor. Gözlerini hedefine dikmiş; tüm gücünü kullanarak avını yuvasına götürmek istiyor. Yerde insanlar, gökte melekler, bir de İblis bakakalıyor bu duruma. Yer geçilir, gök delinir. Aslında ne gök vardır delinen, ne de geçilen yer. Zamanın ötesinde, âlemden âleme geçilen bir berzahta hızla kanat çırpmakta kartal. Avın, kartala ne garezi vardır ne de ona ait olma isteği. Sadece ayağa kalkmaya mecali olmaksızın çöktüğü dizlerinin üzerinden avazı çıktığı kadar bağırıyor; “Kıymetlim yetiş!” diye. Felekler geçilir aşk-ı muhabbet ile. Felek deliye döner bu ateş de ne diye… İzninizle biraz önceye döneceğim…
***
Huzurlu bahçede, dizlerinin üzerinde yeşil kareli battaniyesiyle Boğaz’a karşı otururken görmüştüm onu; huzurlu bir esintinin çam ağaçlarının genzi yakan keskin kokusunu dört bir yana yaydığı esnada. Derin derin bakıyordu Boğaz’a. Gördüğü Boğaz mıydı? Başka şeylere mi bakıyordu? Başka zamanlara, başka anlara ve olaylara? Bilinmez, bilmiyorum. Çocuksu, duru görünüşünün altında yeri göğü sarsacak bilgilere, emanetlere, sezişlere sahipti. Görüntüsüyle çölün dinginliğini hissettiren bu güzel insan ne kadar da aydınlıktı… Bu liyakatli ermişe yaklaştığımda onun meleklerle çevrili olduğunu etrafını kaplayan titreşimlerden hissettim. Rüzgâr, saçlarımı şefkatli bir el gibi karıştırıyor, çam kokusu ciğerlerimin en ücra köşelerine kadar doluyordu.
Kıymetlimin etrafına yaydığı hale öyle parlaktı ki ona dokunmaya çekiniyordum. O kadar yalın, o kadar derin ve o kadar bir billur görüntüye sahipti ki ona dokununca zarar vereceğimi düşündüm. Malından mülkünden, makamından mevkiinden, evlad ü iyalinden arınmış, kuşkunun karanlık yollarında istikametini şaşırmamış, aklın oyunlarında kaybolmamış, aklını ve gönlünü Kur’an ve Sünnet çizgisinden ayırmamış bu özel insanla geçirilen her an hayatın anlam iksirini teneffüs etmek gibiydi. Onunla daha çok zaman geçirmeyi ne kadar çok isterdim. Çok pişmanım. Her şeyi sevgiyle kuşatmış özel biriydi o. Varlığı ile zamanı değerli kılandı. Bütün varı muhabbetle var olmuş, muhabbetle yoğrulmuştu. Aşk alır, aşk verir, aşk’ı aşkla bilirdi. Ondaki düzen ancak evrenin özündeki düzen kadar kusursuzdu. Ondaki güzellik ancak güldeki güzellik kadardı; hatta gül onun yanında kusurlu kalırdı. O denli ipeksi görünen ve o denli güzel kokan başka biri var mıydı acaba dünyada? Şefkatin merkezi, disiplinlerin de en zorlusu oydu aslında. Okyanuslar kadar geniş yüreğinde her şeyi bütün eksikliğiyle görür, o kadar güzel halleder ve düzeltirdi ki kusurunuzla yüzleşmeniz bile mümkün olmazdı. Sizi bambaşka diyarlara götüren ve yepyeni keşifler sunan bir koku gibi sirayet ederdi; görmezdiniz, duymazdınız ama yeşerdiğinizi hisseder, yepyeni diyarları keşfe başlardınız. Bir bakardınız bahçenizde hanımeli açmış da size sadece güzel kokularını teneffüs etmek kalmış.
Yaklaştım. Gözlerimiz birbirine baktı. Kıymetlimi selamladım. Elini cebine attı ve bana küçük bir çakı hediye etti. Çakı. Üzeri ahşap kaplı, bir parmağı geçmeyecek uzunluğuyla avucumda duruyordu. Munis ama kararlı bir sesle: “Kesmen gereken zamanlar olacak ve kullanmaktan çekinmeyeceksin. Acı verecek ama emin olmak, kararlı davranmak zorunda olduğun durumlarla karşılaşacaksın, o zaman aç çakıyı ve beni çağır. Korkma…” dedi. O an gözlerimin önünde bir görüntü canlandı. Bir köy evinde, odanın içindeydim. Odada iki kişi daha vardı. Hava çok sıcaktı. Evin biraz ilerisinden büyük bir nehir akıyordu. Geceydi. Parmaklarım cebimdeki küçük çakıya değiyordu. Onu avucumun içine aldım. Çakıyı çıkardım. O kadar parlak ve keskindi ki yüzümü görebiliyordum. Birden olanca hızla sağa sola doğru sallamaya başladım. Hayal perdesinde ne varsa kesiyordum. Her yer sarsılıyor, her şey savruluyordu. Her sallayışımda bütün damarlarım kesiliyor, oluk oluk kanıyordum. Bir yandan da inanılmaz bir rahatlama hissediyordum. Kıymetlimin ne demek istediğini ve bu görüntünün ne manaya geldiğini çok sonraları anlayacaktım. Nice sonraları en çok ihtiyaç duyduğum, en çaresiz kaldığım ve dehşete kapıldığım anda elimi cebime atacak, parmaklarımı cebimdeki küçük çakıya değdirecek, onu avucumun içine alacaktım. Ve her şeyin sonlandığı acılı bir zamanda Jammer’ı bütün çıplaklığıyla görecektim. Çünkü artık gerçeğin doğum sancılarının arifesinde olacaktım. Ama bunu görmek için daha çok yol almam gerekiyordu. Anlamam için çok şeyler yaşamam gerekiyordu. Pek çok kişinin yaşayamayacağı cinsten şeyler hem de.
Verilenin çakı olması ve Kıymetlim tarafından verilmiş olması güçlü kılmıştı beni. Ama korkutmuştu da… Kıymetlimin bunu bana vermiş olmasının bambaşka sebepleri olmalıydı. Yaşamam ve öğrenmem gerekiyordu. Çakı yuvasında kendini saklar gibiydi. Sakin sessiz, “Henüz zamanı değil,” der gibi duruyordu avucumda. Sıradan bir çakı gibi görünüyor ama hiç de öyle değil. İçinde sakladığı sırlar ve anlamlar bambaşka. Bu sırları ona yükleyen tabii ki Kıymetlim. Yoksa sıradan bir çakı ne anlam ifade edebilir ki? Şimdilik sadece onun sıradan bir çakı olmadığını biliyordum. O kadar… Öyle değil midir, bazı şeyleri yaşamadan bilemezsiniz. Ateşin sıcaklığını elini alevlerin içine sokmamış birine anlatmanız mümkün değildir ve bu ancak bizzat tecrübe edilmekle anlaşılabilir. Aynen onun gibi bir şey işte. Yaşamam ve yanmam gerekiyordu. Kıymetlim biliyordu. Ben bilmiyordum. Fakat hissediyordum. Gözümün önünden bir anda gelip geçen görüntünün ardından Kıymetlimin yüzüne tekrar baktım. Fakat o yüzünü serin suların aktığı Boğaz’a çevirmişti. İçimden ne olur yüzüme bakın ve bana anlatın Kıymetlim, diye geçirdiğim anda beni duymuşçasına yavaşça döndü, dudaklarında tatlı bir gülücük vardı: “Sevdiklerimizi kıskanırız, kendimiz için değil. Asla! Sevilen zarar görmesin diye yanı başımızda tutmak isteriz onu. Başka diyarlarda gurbeti yaşamasını ve yaralanmasını istemeyiz. Yaralanırsa yardım etmek isteriz. Talep edilirsek tabii ki…”
Sonra başını tekrar çevirdi. Artık konuşma bitmişti, gitmek zamanıydı. Etrafa hanımeli kokuları yayıldı, kokuyu derin derin içime çektim ve usulca geri geri yürüyerek ayrıldım huzurundan. Damarlarımda yürüdü aşk, geldi sokuldu yüreğimin odalarına. Kavuşuyor kaynağına, aşk denen anafora. Titremesi bu yüzdendi ruhumun. Savaş başlayacak. Savaş sürgüne gönderecek beni. Ordusuz bir savaş bu. Tek kişilik bir serüven hem de. Bunu ancak yaşayarak öğrenebilirim. Bana kimselerin yardım etmesini beklemeden cevheri kendi çabamla bulabilirim. Bu bir imtihan ve bütün cevapları ancak kendim bulabilirim. Şifreleri verecekler ama çözmek benim işim. Ne söylemelerini bekleyebilirim ki… Anlattıkları takdirde anlayabilir miyim? Acıyı anlatarak öğretebilir misiniz insanoğluna ya da sevinci öğrenebilir mi insan yaşamadan? Arz üzerine indirildiğimiz günde başladı bu serüven aslında. Kara büyüler içerisinde hayat, ak büyülere, efsunlara takılıp kalmadı mı? Ak ile karanın savaştığı bir meydan değil mi aslında insanoğlunun beyni? İnsanoğlunu aç, genişlet ve yay bütün arzın üzerine. Onda her şeyi göreceksin aslında bütün gerçekliği ile. Bu yüzden insan küçük bir kâinat aslında. Sevilmemiş her can sevilmeyi arzu eder. Bunu gösterme şekilleri farklıdır sadece. Bazılarında acı olarak gerçekleşir, bazılarında şiddet, bazılarında kutsanma ihtiyacı olarak. Böylece bir cazibe alanı olmayı ve doyasıya sevilmeyi arzu eder insan.
Gerçekleştir meydan muharebelerini nefsinde. Dünya dediğin bu aslında. Ruhlar âleminde verdiğin sözün ne kadar yakınında ne kadar uzağında kaldığına bir bak ve tanı kendini. Söz yaratıldı kâinat yaratılmadan önce ve aşk bu muharebenin tam özünde. Varlık sebebimiz olan aşk tam da merkezde. Aşkla yaratılan insanoğlu serüvenini yaşamadan öğrenemez hiçbir şekilde. Hani dağların kabul edemediği, taşıyamadığı o kutsal yük var ya, işte bu kutsal maceranın ta kendisi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıBeyaz Usta Siyah Çırak
- Sayfa Sayısı336
- YazarBahadır Yenişehirlioğlu
- ISBN9786050823288
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviTimaş / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yeşil Kiraz 2 ~ Gülten Dayıoğlu
Yeşil Kiraz 2
Gülten Dayıoğlu
Kiraz, birinci kitabın sonunda geçmişten sıyrılıp yepyeni ufuklara açılmaya hazırdı. Başından geçen bütün tatsız olaylara rağmen, tepeden tırnağa umut yüklüydü, kendini içinde şafak söküyormuş...
- Önceki Çağın Akşamüstü ~ Ömer F. Oyal
Önceki Çağın Akşamüstü
Ömer F. Oyal
“Önceki Çağın Akşamüstü” Başka günlerdi onlar. Çağın amansızca yüzümüze kapanmadığı günler. Tarihin, bize verdiği randevuya sadık kalacağına inandığımız günler. “Zaman Lekeleri” romanıyla NDS 2019...
- İki Mevlit Bir Ölü ~ Mehmet Erkan
İki Mevlit Bir Ölü
Mehmet Erkan
Sevdiğin adam evliyse onu sevmekten vazgeçebilir misin? Yeliz hem en çok sevilen hem de en çok öldürülmek istenen. Onu bu kitaptaki herkes, kitabın yazarı...