Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Beyaz Köle
Beyaz Köle

Beyaz Köle

Bernardine Evaristo

“Avrupalı köleler medeni insanların tutumlarını ve göreneklerini benimseme fırsatına kavuşurken, son derece korkunç ölümlerden, cezalardan, ahlaken iğrenç düşkünlüklerden ve serflikten kurtarılmıştır.” Hepimiz tarihe “Ya…

“Avrupalı köleler medeni insanların tutumlarını ve göreneklerini benimseme fırsatına kavuşurken, son derece korkunç ölümlerden, cezalardan, ahlaken iğrenç düşkünlüklerden ve serflikten kurtarılmıştır.”

Hepimiz tarihe “Ya şöyle olsaydı?” diye sorular sorup onunla fantastik oyunlar oynamayı severiz. Bugün Londra Metrosu’nda seyahat ederken topraklarında güneş batmayan ülkesinin tarihini okuyan Beyaz, kafasını okuduğu kitaptan kaldırıp “Ya atalarım köleleştirilseydi?” diye sormuş mudur bilinmez ama Bernardine Evaristo bütün kibirli muktedirleri tedirgin edecek soruyu soruyor: Ya Afrika, Avrupa’yı sömürgeleştirip köleleştirseydi?

Kölelerin beyaz, efendilerin siyah olduğu bu şiirsel hiciv, alternatif tarih yazımlarının bile açamadığı Karanlığın Yüreği’ni açıyor.

Kız, Kadın, Öteki adlı kitabıyla 2019’da Booker Ödülü’ne layık görülen Evaristo, yalnız tarihi değil, Tom Amca’nın Kulübesi, Kökler gibi, bütün dünyanın bildiği romanları da tersine çeviriyor ve tarihe gerçekten “Nasıl hissettiler?” sorusunu sordurtuyor.

İçindekiler

Birinci Kitap
Tanrım Beni Evime Götür………………………………………………………. 15
İncil Treni ………………………………………………………………………………. 52
Ebe…………………………………………………………………………………………. 71
Güpegündüz Soygun …………………………………………………………….. 72
Doklanda……………………………………………………………………………….. 80
Orta Deniz Yolu …………………………………………………………………….. 88
Ah Küçük Mucize ………………………………………………………………….106
Ben Neredeyim?…………………………………………………………………….118
İkinci Kitap
The Flame………………………………………………………………………………..122
Mütevazı Bir Geçmiş-Kişisel Bir Trajedi…………………………………125
Bazıları Diğerlerinden Daha İnsandır…………………………………….131
Griliğin Kalbi …………………………………………………………………………142
Ruhların Kurtarılması ……………………………………………………………152
Başarı Denizlerinde Yelken Açmak………………………………………..159
İyiliğe İhanet………………………………………………………………………….163
İlanlar…………………………………………………………………………………….165
Üçüncü Kitap
Ah Güzel At Arabası ……………………………………………………………..169
O Piti Piti Karamela Sepeti …………………………………………………….177
Adalet Yerini Buldu (The Flame’den)………………………………………184
Cennet Adası …………………………………………………………………………186
Bir Teselli Pınarı …………………………………………………………………….213
Efendimin Evinde ………………………………………………………………….226
Suya Dalmak………………………………………………………………………….253
Sonrası ……………………………………………………………………………………277
Teşekkür ……………………………………………………………………………….280

Her şey yoruma açıktır: Belli bir zamanda hangi yorumun
baskın çıkacağını, hakikat değil güç belirler.

Nietzsche

Birinci Kitap

Tanrım Beni Evime Götür 

Patronum Bwana ailesiyle birlikte yolun aşağısındaki süslü püslü partilerde kolalı rom kadehlerini tokuşturur, oynak kıçlarını sallayıp dururken, ben ofiste onun muhasebe defterlerini halletmekle meşguldüm. Voodoo Ayini kutlamasının biz kölelere yılın bir günü olsun tatil ilan edilmesini umardım eskiden ama nerde, aynı tas aynı hamam. Pencerenin dışında, bulvarlarda sıra sıra palmiye ağaçları altın ve gümüş süslerle bezenmiş. Upuzun, gösterişli, burnu havada bir halleri var, kıymetli hindistancevizi sütünü başlarının üstünde dengede tutmaya çalışarak büyüyenler gibi; parlak yeşil yapraklarında, kırmızıya boyalı manyok kabuklarına yerleştirilmiş, ışıkları titreşen gaz lambaları sallanıyor. Kaldırım taşları dünkü kum fırtınasında tertemiz süpürülmüş, ayaküstü yiyecekler satan işportacılar derdest edilip kışkışlanmış. Kurbağalar ve cırcırböcekleri sarhoş bir gece korosu kesilmiş, develer zengin konukları bize komşu tesisteki partiye taşıyor. Erkekler gösterişli kaftanlar içinde, heybetli şişman hanımları en gösterişli genç kız işi fiyonklarla düğümlenmiş tavuskuşu baskılı başörtülerini yarıştırıyor. Bütün evlere yeni badana yapılmış, camları boyalı pencerelerde tanrıların resimleri:

Osun, Sango, Yemonja.Taş sfenksler girişteki verandanın muhafızları, kapıların önüne uzun mermer kaidelerin üstüne meşaleler yerleştirilmiş; alevleri, yapışkan gece havasını kavrayan kaygan mavi parmaklar. Evlerin üst katındaki odalarda gençlerin çılgın elektronik ritimleri patlıyor, alt katlardan da marimbanın yumuşak müziği geliyor, kahkahalar ve konuşma sesleriyle karışık; bu iyilik mevsimini kutlamak için her tür gerekçeye sahip insanların sesleri bunlar, çünkü onlar bilinen dünyanın en pahalı arazisinin kalbinde, Mayfah’ta yaşayan özgür erkekler ve özgür kadınlar. Sözünü ettiğim Bwana, Şef I. Kaga Konata Katamba. Servetini ihracat-ithalat dümeniyle, o korkunç transatlantik köle ticaretiyle kazandı, sonra durulup kibar topluluğa karıştı; işinin başında bulunmayan bir şeker patronu, yarı zamanlı bir koca, bazen baba, dürüst insanlıktan emekli ve söylemeye bile gerek yok, çuvallamış bir ruh.

Patronum aynı zamanda köleliğin lağvedilmesine karşı çalışıyor tam zamanlı, kölelik yanlısı zırvalarını kendi çıkardığı The Flame’de yayımlıyor, her yere bedava dağıtılan bir bülten. Kendime rağmen, midem kasıla kasıla, boğazım düğümlene düğümlene şu bültenin en son fecaat sayısının sayfalarını karıştırmaya başlamıştım ki bir el ofisin açık penceresinden katlanmış bir kâğıt attı ve ben kim olduğunu göremeden kaybolup gitti. Kâğıdı açtım, büyülü sözcükleri okudum ve birden boğulur gibi oldum.

Dalgalar çarpıştı kafamın içinde, fırtınalar koptu. En kudretli, en sessiz ulumamı saldım. Sonra bayıldım. Ne kadar kaldım öyle, hiç bilmiyorum, belki birkaç dakika, ama kendime geldiğimde koltuğuma yığılmıştım, başım öne düşmüştü, not hâlâ elimdeydi. Bir su birikintisinin ardından bir kere daha okudum. Gerçekti, doğruydu; kaçma şansı veriliyordu bana. Ah Tanrım. Bekleme listesinde geçen onca yılın ardından, en çok istediğim şey avcumun içindeydi. Ama çok çabuk olmuştu her şey. Donakalmış oturdum öylece. “Ya şöyle olursa”, “ya böyle olursa” diye başlayan binlerce cümle geçiyordu kafamdan. Hayatımı haklı sahibine –kendime– verirken tehlikeye de atacaktım.

Dikkatli olmazsam ya da şansım yaver gitmezse kırbaç direğinde ya da odun kütüğünün üstünde bulurdum kendimi. Sonra hayatta kalma güdülerim kendini gösterdi. Kafam netleşti. Geri geldim. Kâğıdı paramparça ettim. Ayağa kalktım ve Bwana’nın yüzünün duvarda asılı ahşap maskesine baktım. Ona şöyle doğru dürüst bir selam çaktım tek parmağımla, layıkıyla. Notta, trenin raydan çıkması nedeniyle hizmeti askıya alınan Yeraltı Demiryolu’nun yeniden işlemeye başladığı yazıyordu. Kentin elektrik santralından enerji çalınamadığında ya da Anavatan’a doğru uzun dönüş yolculuğuna başlamak için kenti güvenle terk etmek isteyen kaçak kölelerin kalabalıklığından ötürü tren bozulduğunda demiryolu sık sık hizmet dışı kalırdı.

Bu mesaja güvenebilmeyi umut ediyordum, çünkü Direniş’e sık sık ajanlar sızardı, uzun süre uykuda kalan bu ajanlar sonunda bütün isyancı hücrelere ihanet etmek üzere çalışmaya başlarlardı. Derinde bir yerde, köle tüccarlarının çok para getiren bu kârlı işten vazgeçmeyeceklerini biliyordum. Ne de olsa gelmiş geçmiş en kazançlı uluslararası girişimlerden biriydi geniş ölçekli beyaz insan nakliyatı; milyonlarcamız sevk ediliyordu Avrupa kıtasından ya da Batı Japon Adaları’ndan; Batı Japon deniyordu, çünkü “büyük” kâşif ve maceraperest Chinua Chikwuemeka Asya’ya giden yeni bir yol bulmaya çalışırken, bu adaları efsanevi Japon adaları sanmıştı ve bu isim de öylece kalmıştı.

Afrika kıtasının bir parçası olan Birleşik Büyük Ambossa Krallığı’ndayım işte. Ambossan Kanalı’nı geçtikten hemen sonra uzanan anakara. Güneşli Kıta diye de biliniyor, burası sıcaktan adeta alev alev yanıyor çünkü. Büyük Ambossa aslında çok küçük bir ada, beslemesi gereken nüfus artıyor, bu nedenle açgözlü küçük parmaklarını yerkürenin her yerine uzatıyor, ülkeleri çalıyor, halkları çalıyor. Ben dahil. Ben de Çalınanlar’dan biriyim.

Notta, kullanılmayan Paddinto İstasyonu’na gitmek için sadece bir saatim olduğu yazıyor ve birtakım çalıların ardında saklanan, içinden kayıp metroya inmemi sağlayacak rögar kapağını nasıl bulacağım anlatılıyordu. Rögarın orada beni bir Direniş üyesi karşılayacak ve yeraltındaki rutubetli tünellerde bana yol gösterecekti. Yani öyle söz verilmişti, tutulmazsa hapı yutardım. Kölelik, sözlerin tutulma garantisiyle verilmediğini öğretti bana, müşteri hizmetlerine şikâyet ederseniz sizi idareye bildirirler, o zaman da gerçekten okkanın altına gidersiniz.

Ama ben umuda inanıyorum tüm kalbimle. Hâlâ hayattayım ne de olsa. Londolo kentinin metro trenleri için tünel kazma işine yıllarca önce tüneller, üstlerindeki binaların ağırlığı altında çökmeye başladığında son verildi. Kent daha yavaş ama daha güvenli ulaşım biçimlerine döndü: Arabalar, faytonlar, atlar, develer, filler, at arabaları ve gerçekten kafayı yemiş sağlıklı hayat fanatikleri için velespitler.

Biz kölelerin sahip olduğu tek araca tabanvay denirdi. Ama bakın ne oldu: Bir noktada Direniş’teki sivri akıllının birinin aklına müthiş bir fikir geldi ve kullanılmayan metro yeniden hizmete açıldı, böylece birçok kişi çok sıkı korunan Londolo kentinden çıkıp Avrupa’ya doğru uzun, tehlikeli bir yolculuğa başladıkları rıhtımlara ulaşmayı başardı. Kaçırıldığımdan beri ilk kez eve dönebileceğimi ciddi ciddi düşünebiliyorum. Bu mümkün müydü? Annem babam, üç kız kardeşim, çiftlikteki küçük kır evimiz, sevgili cocker spaniel’im Rory, hepsi de hafızamda hâlâ o kadar canlı ki. Beni ilk kez esir alan Sınırboylular’ın akınlarından sağ çıktılarsa bile herhalde şimdiye hepsi ölmüştür.

Ambossalılar bizim kabileler halinde yaşadığımızı söylerlerdi ama biz erkekleri altlarına don çekmeden ekose etekler giyen Sınırboylular gibi her biri ayrı bir dile ve tuhaf eski göreneklere sahip birçok halktık. Ambossalılar Avrupa’ya Gri Kıta da derdi, gökleri her zaman bulutlu olduğu için. Ah ah, o bulutlu gri gökler burnumda tütüyor şimdi. Kışın giydiğim yumuşacık yünlü kıyafetlerimi, kaba saba tahta takunyalarımı öyle özledim ki. Annemin sıcak soslu sandviçlerini ve kopkoyu balkabağı çorbasını nasıl özledim, nasıl özledim.

Şöminede çıtırdayan ateşi, ailemizin ateşin başında şarkı söylemesini nasıl özledim. Bir zamanlar koparılıp alındığım o en kuzeydeki ülkeyi öyle çok özledim ki. Öyle çok özledim ki İngiltere’yi. Memleketimi, yuvamı öyle çok özledim ki. Gururla ilan ediyorum, uzun bir geçmişi olan bir soydan geliyorum ben, lahana yetiştiren bir soydan. Halkım, toprağı işleyen ve yazın kar, kışın da yağmur yağıp ekinler tomurcukken bozulup malç olduğunda bile asla hırsızlığa yüz vermeyen dürüst çiftçilerden oluşuyordu.

Toprak sahibi değildik, ah hayır, serftik biz, tarımsal besin zincirinde en alttaki halkaydık, gerçi ortalıkta yürüdüğümüzde yerde sürüklenip takırdayan zincirler olmazdı. Tam olarak mal da sayılmazdık ama köklerimiz toprağın derinlerine inerdi, çünkü arazi ölümle, evlilikle, hatta savaşla el değiştirdiğinde biz de el değiştirirdik, kuşaklar boyunca ona bağlı kaldık bu nedenle. Ailemin göbekten bağlı olduğu, ailenin bilmem kaçıncı büyük oğlu, efendimiz Lord Perceval Montague (Percy denirdi arkasından) bazı tarlaları bize kiralardı, böyleydi anlaşma. Buna karşılık bütün erkek serfler savaşlarda piyade olurdu orduda, inanın bana kanunsuz bir toplum vardı o zamanlar.

İyice kuzeyde çok vahşiydi hayat o günlerde. Biri arazinizi basmak mı istedi, yoksa sürünüzü çalmayı mı koydu kafasına kaba kuvvetle yapardı bunu, ateşe barutla karşı koyacak ya da kendinizi savunmaya ordan burdan toplanmış, düzensiz bir ırgat ordusu bile olsa özel bir ordu çağıracak gücünüz yoksa. Biz hem kendi arazimizi hem Percy’ninkini işlerdik. Hasadın yarısını ona vermek zorundaydık. Yoksullara yardım etmesi gerekirdi güya ama nadirdi ettiği. Arabasını alıp pazara gitmemiz, tahıl değirmenini ya da ekmek fırınını kullanmamız gerektiğinde fazladan para öderdik, hasadımız kıt olduysa birkaç yıl boyunca yıllık hesabımıza borç işlenecek demekti bu.

Montague Malikânesi heybetli bir granit yığınıydı, mezar taşını andıran granit levhalar, kuzeyde her gün ardı arkası kesilmeyen yağmurlarla sarsılan göklere uzanırdı. Biz çocuklar için karşı konması güç etkileyici bir yapıydı ama kız kardeşlerim arasında büyük evin cazibesine kapılma riskine girecek kadar gözü kara bir ben vardım. Bir keresinde herkes çiftlik arazisinde her yaz yapılan panayırdayken, çalıların arkasına saklanmış kız kardeşlerimin korkak bakışları altında köşkün ağır tahta kapısından süzülüverdim içeri, mağarayı andıran Büyük Salon’a. Parmak uçlarıma basayım dedim ama takunyalarımın sesi yankılandı yüksek tavanda.

Duvarlarda tekboynuzlu atların boynuzlarına dokunan güzel kızların resmedildiği halılar vardı, ağaç dalları gibi açılmış rengeyiği boynuzları ve bir de ön kapının tam karşısına asılmış, dişlerinin arasından salyalar sızan kocaman bir ayı kafası. Islak, saydam gözleri her hareketimi izliyordu. Yerin altından derinden gelen iniltileri duyunca paniğe kapıldım, gerisingeri dönüp kendimi dışarı attım; ön kapının yanında duran, şöyle bir silkinip ısırmaya hazırlanıyormuş gibi görünen, içi doldurulmuş kurda toslamışım. İniltiler Percy’nin Sınırboyu çatışmalarında aldığı esirleri ve kaçak avcıları hapsettiği efsanevi zindanlardan geliyor olmalıydı. Sonunda hepsi toplanıp ormanda uzun bir yürüyüşe çıkarılacak, ardından Yeni Dünya’ya gitmek üzere limana yanaşmış bir sonraki gemiye bindirilecekti; öyle işitmiştik. Biz köylüler için Yeni Dünya denizlerin ötesinde uzak mı uzak bir ülkeydi, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bir ülke, tek bildiğimiz kimsenin oraya gitmek istemediğiydi, çünkü giden dönmezdi.

Evimiz çiftlik arazisinin kıyısındaki Elma Ağacı Kulübesi’ydi. Kereste kirişler ve toprak doldurulmuş duvarlardan oluşan bir karışım. Hışır hışır ses çıkaran böceklerle doluydu. Aslında bütün ev haşarat kaynıyordu, saman döşeli çatıya yuva yapmış eşekarılarından tutun, o vücut senin bu vücut benim, kanımızı hayat iksiri diye içen pirelere varıncaya dek. Evin ön tarafındaki kapı, yer tezeğiyle yakılmış bir ateşin bulunduğu toprak zeminli küçük bir oturma odasına açılırdı. Mutfak olarak kullanılan koridorun iki yanında ağır yeşil kumaşlarla iki uyuma yeri ayrılmıştı. Vergiden ötürü pencere camı taktırmaya gücümüz yoktu, panjurlar kapalı olduğundan içerisi hep kıştı.

Ben, Madge, Sharon ve Alice samandan bir yatağı paylaşırdık. Biz daha doğmadan önce ölmüş iki büyük teyzemizin atık kumaşlardan diktiği çok renkli bir yorganın altında uyurduk. Ben yatağın ortasını kapardım, o dondurucu kuzeydoğu gecelerinde kız kardeşlerim sayesinde ısınırdım. Sonra bir de Rory vardı, köpek, durmadan devirip dururdu bir şeyleri, gerçi “artık enik değildi” ya anamın buyurduğu gibi. Anacığım ayağıyla fırlatıp uzun atlama yaptırdı mı ciyaklayarak inerdi yere seninki, bacakları komik, açılıverirdi iki yana.

Babamızla Anamız Mr. Jack ve Eliza Scagglethorpe’tu. Babamın kasları sert kirişlerle bağlıydı gövdesine, çünkü kemiklerini koruyan yağı azdı. Boynunun ucuna dek inen çalı gibi bir sakalı vardı, budayayım diye “kaldıramazdı kıçını”; yanakları da ayazda açılmış yaralardan katır kuturdu. Şiddetli rüzgârda öne eğilmiş ince bir ağaç gibi dururdu, çünkü bacak kadar bir çocuk olduğu günlerden beri lahana dikip hasadını yapardı. Babamın saçları Sınır Boyu halkınınki gibi koyu kızıldı. Dışarı çıkarken hep giydiği geniş kenarlı çiftçi şapkasının altından lüle lüle dökülürdü omuzlarına.

Ben daha aklımın ermeyeceği çağdayken iş gömleğinin kolunu sıvar, kolundaki damarlarda atan nabzını parmağımla yoklamamı buyurur, içerde kırkayakların yaşadığını söylerdi. Çığlıklar içinde kaçardım yanından, o da peşimden gelirdi, ikimiz koşarken tabureleri, kovaları ve kardeşlerimi devirirdik. Babam bayılırdı lahanalarına, onlara çocuklarmış gibi sevgiyle bakmak gerektiğini söylerdi. Kahrolası lahanalar hakkında neler bilmiyordum ki! Ocak Kralı “çıtır çıtır ve lezzetli” olurdu, Güz Kraliçesi nefti yeşil, Savoy Kralı desen “sert küçük bir haylaz.” Eskilerin Lahana Savaşları hakkında neler bilmezdim ki? Scagglethorpelar’ın Montagueler için Paldergravelere karşı savaşıp kazandığı o zaferleri. O KÖ (Kölelik Öncesi) günlerde nefret ederdim lahana yemekten.

Bugün bir tanesi için bile neler vermezdim ki. Babam bir oğlu olmadığı için hiç yakınmazdı ama aklından neler geçtiğini hepimiz bilirdik, çünkü bazen bize baktığında üzüntüsü yüzünden okunurdu. Scagglethorpe ailesinin lahana yetiştirme geleneğini kim sürdürecekti? Yine de hep omuz silkerdi. “Hadi bakalım” derdi bize, kızlarına. “Bir tek dilek hakkın var, deyin bana.” “Ne dileği?” “Hadi canım, bu kadar aptal olmayın. Deyin ki, bir tek dilek hakkın var. Sizin gerçekleştirebileceğiniz.” “Ama bizim sihirli güçlerimiz yok ki, peri nineler değiliz ki biz.” “Oyun bu, salaklarım benim, bana bir dilek hakkım olduğunu söyleyin, yoksa kalın kafalarınıza lahana fırlatırım.” “Peki o zaman, baba, bir dilek hakkın var.”

“Eh, madem öyle, düşüneyim bakalım. Ne isterdim acaba? Ah, tamam, biliyorum ne dileyeceğimi” derdi çenesini kaşıyıp, sanki o düşünce o sırada aklına gelmiş gibi. “Kızlarımı, şuradaki hanımların giydiği gibi pahalı balina kemiklerinden kabarık eteklerin içinde görmek, yanaklarında hoş kremler, kuğu gibi boyunlarında inciler; kollarında nazik beyefendilerle dans ederken görmek, dudaklarınızda tebessümler, ayaklarınızda cam terlikler.” “Aaa, bu kadar duygusal olmasana” derdim, kalkıp aynaya bakmak için giderken, boynum gerçekten “kuğu gibi mi” diye.

O gece dantelli sarı kabarık bir elbise hayal etmiştim, kolları da kabarıktı. Elbisem o kadar muhteşemdi, cam terliklerim o kadar zarifti ki, saçlarım rüzgârda uçuşa uçuşa çayırlarda koşarken ben, herkes nefesini tutmuştu, ne kadar güzel olmuşum diye bakıp. Sonra her şey mahvoldu ayaklarım şiştiği için, çünkü terlikler çok sıkıydı, biri kırıldı ve cam ayağıma battı, onun acısıyla uyanmışım. Babam gün ışığı gece vaktini kündeye getirmeden kalkardı. Hava karardıktan sonra dönerdi eve, yemek yiyinceye kadar huysuzlanırdı. Cuma geceleri akşam yemeğinden sonra –hepsi de kırkına merdiven dayamış “delikanlılarla” Dur Yolcu Çiftliği’nde Johnny Johnson’ın ağılına “ufak su dökmeye” gittiğinde bir maşrapa siyah bira içmeyi severdi.

Birasındaki arpaların ve otların kokusuyla dönerdi eve, dilinde ta uzaktaki tarlalardan duyabildiğimiz müstehcen bir şarkı. Sonra evin içine soğuk hava üfüren açık kapının pervazına yaslandığında tutardı nefesini, “çalışan adam sefasını sürecek elbet” minvalinde söylenir, sendeleyerek dalardı içeri tezek kaplı botlarıyla, çökerdi sandalyesine bacakları açık, başı arkaya düşmüş, titreye titreye inip kalkan sert âdemelması dışarı fırlamış.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Roman (Yabancı)
  • Kitap AdıBeyaz Köle
  • Sayfa Sayısı280
  • YazarBernardine Evaristo
  • ISBN9786256417670
  • Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviDoğan Kitap / 2023

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Kızıl Karma ~ Jean Christophe GrangeKızıl Karma

    Kızıl Karma

    Jean Christophe Grange

    Mayıs 1968’de Paris adeta yangın yeriyken, genç bir kadının bir yoga pozisyonunda, çıplak ve parçalanmış cesedi bulunur. Polis Jean-Louis Mersch, cinayeti soruşturmaya başlar. Maktulün...

  2. İki Hamlede Zafer ~ William Faulknerİki Hamlede Zafer

    İki Hamlede Zafer

    William Faulkner

    William Faulkner’ın polisiye öykülerini bir araya getiren “İki Hamlede Zafer”in merkezinde Savcı Gavin Stevens var: Hem doğup büyüdüğü bölgeyi ve oranın insanını çok iyi...

  3. Dört Odalı Kalp ~ Anais NinDört Odalı Kalp

    Dört Odalı Kalp

    Anais Nin

    Nin, serinin üçüncü kitabı Dört Odalı Kalp’te ise Perulu şair Gonzalo Moré ile ilişkisinden ilham aldığı bir aşkı yazıyor.

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur