1906 yılında Beyaz Diş yayınlandığında, Jack London artık ünlü bir yazar olma yolunda önemli adımlar atmış, sadece Amerika’da değil, dünyanın başka ülkelerinde de popülerleşmeye başlamıştı.
Beyaz Diş, Kuzey’in acımasız vahşi dünyasında hayatta kalma mücadelesini anlatan en başarılı, en büyüleyici romanlardan biridir. Yazar bize, boyun eğmez, amansız bir doğal ve sosyal çevrede, insan ve hayvanın yaşama mücadelesini etkileyici bir gerçekçilikle sunar.
Beyaz Diş: Yitirilmiş beraberliğe ağıt…
***
ÖNSÖZ
Bu romana ve daha önceki romanlarına koyduğumuz genel tanıtım yazısından da anlaşılacağı gibi Jack London, kısa sayılacak ömrüne, birbirine bağlı olmayan çok sayıda olay, macera sığdırmakla kalmamış, kendi hayatının izdüşümlerini kâğıda dökerek, hayat ile edebiyat (sanat) arasındaki ilişkiye de, kendine özgü damgasını basmıştır. Jack London çok sayıda roman, öykü yazmış, mektuplar cevaplamış, önemli sosyal olaylara duyarlılık göstermiş ve bunlara, bir yazar, düşünür olarak müdahale etmiştir. Tanıtımdan da çıkıyor: Birbirleriyle kesişen, ters yönlere uzanan “raylar” üzerinde bir arayıştır onun hayatı; romanları da bu arayışın tartışıldığı, anlatıldığı “istirahat” dönemleri.
Beyaz Diş (Deniz Kurdu romanıyla birlikte) London’ın edebiyat mirası içinde apayrı bir yer tutar. Roman, okur üzerinde, yadırgatıcı olmaktan çok düşündürücü bir izlenim bırakmaktadır. Bu izlenim, London’ın doğayı ve doğa ile özdeşleştirebileceğimiz kurdu, iki düzlemde anlatmasından kaynaklanır.
Beyaz Diş’in hayat öyküsünün başında, birkaç kurdun bir dişi kurdu elde etmek için yaptıkları dövüşü buluyoruz. Dişi kurt, Beyaz Diş’in annesidir; babası ise, doğanın o kaba güce dayalı varolma mücadelesine cevap vermeyecek kadar yaşlıdır. Küçük yavru, çok geçmeden vahşi doğanın kurallarına ayak uydurmayı öğrenir. Beyaz Diş’in çevresindeki Kızılderililer, özellikle de Beyaz Diş’in sahibi Gri Kunduz, acımasız, sert bir Kızılderili’dir. Beyaz Diş, önceki sahibi Gri Kunduz’u bile aratan, acımasız, manyak bir beyaza, Yakışıklı Smith’e satılır. Yeni sahibi Beyaz Diş’i bir “para madeni” gibi görüp dövüş köpeği yapar. Beyaz Diş, sayısız kavgadan üstün çıkmak için canını dişine takar; en son kapıştığı bir buldog, Beyaz Diş’in gırtlağını parçalamak üzereyken, imdadına bir mühendis yetişip onu her iki ‘canavarın’ da elinden kurtarır. Belki de asıl öykü bundan sonra başlıyor, demek mümkün.
Jack London, bir yandan natüralist dediğimiz, gerçekliğin yüzeye yansıyan görünümünü olanca ayrıntısıyla anlatma geleneğine uyarken, kurtları, köpekleri sadece yemek ve yem olmak arasında gidip gelen iki temel duruma indirgenmiş bir dış dünya karşısında idealize ederek sunar bize.
İkinci bir düzlemde ise, yazar, doğanın, kurtların “yüreğine” indirir bizi. Beyaz Diş’in dünyasına dıştan bakan ve onu bir dürtüler ve doğal tepkiler yumağı olarak gören bir anlatıcı değil de, hayvanın içine girmiş, onun “iç dünyasından” dışa bakan bir tür iç-ses vardır karşımızda. Beyaz Diş, gerek kendisine gerekse de dışa, kurmacanın mümkün kıldığı bir perspektiften bakan bu anlatıcı sayesinde “tamamen” insanlaşmaz; ama karşımızda gene, salt dürtüleriyle sürüklenen, duygusuz bir hayvandan fazla bir şey vardır. İnsana özgü bilinç düzlemine neredeyse yakın bir varlıktır bu.
Beyaz Diş’in gözünden (algılarından) bakıldığında dış dünya alabildiğine “azalır”, sınırlanır, oradaki insanlar birer gölgeye, tepki mekanizmalarına dönüşürler; bu dönüşmeye rağmen, birer tanrı’dırlar kurt için.
Kurt, çevresindeki insanları kendi tanrısı ya da tanrılar yerine koyup onlara itaat eder. Bu “tanrılar” kendilerine atfedilen bu tanrısal varoluşlarının tadını çıkartmaktan geri kalmazlar. Farkında gibidirler kendilerine tapan bir cemaatle karşı karşıya olduklarının.
Yazar hayata, dünyaya (doğaya ve aynı anlama gelen hayvana) yönelik “insanmerkezci” bir tavır ve anlayışın eleştirisini yapmaktan çok, hayvan ile insanı adeta ‘insanmerkezci’ bir bakışın çerçevesi içinde karşı karşıya ya da bir araya getiriyor, demek mümkün. Darwin, evrimi, güçlü olanın ayakta kaldığı, açıklanamaz bir evrim mantığının bu yönde ayıklamalar yaptığı bir sistem olarak tanıtmaya giden ilk adımları atmıştı. Bu ayıklamada bilinç, insana önemli bir üstünlük sağlamış, bilinciyle doğa üzerinde yükselen insan, sosyalleşerek doğaya da hâkim olma mücadelesinde kibirli, küstah adımlar atmıştı. Doğayı kendisine hizmet etmek üzere verili bir potansiyeller bütünü olarak görme alışkanlığı, insanmerkezci kibri durmadan körükledi. Bir yanda, kendi kökeninin de doğanın içinde olduğunu öğrenmesi, insanoğlunun doğa karşısındaki üstünlük vehmini ortadan kaldırmadı. İnsanın temsil ettiğine inandığı akıl, doğayı tahrip etme meşruiyetini de sunup durdu insanoğluna. Servet, sermaye birikimi adına, teknolojik bir dünyada daha da rahat etme adına doğa, içindeki bütün canlılarıyla bir malzeme olarak görüldü (ve görülüyor). Ve gelinen noktada, doğayı, içinde kendisinin de sadece bir diğer öğesini oluşturduğu bir bütün olarak görmeyi bir türlü beceremeyen bu insanmerkezci saplantının esiri uygarlığın, doğanın hışmından gittikçe daha korkmaya başladığı bir aşamadayız. Nicedir bir “çevre” kavramı hayatımıza yerleşmekle kalmadı; travmalarımız arasındaki yerini almaya başladı: Doğal çevrenin tahribi, çökertilmesi, geri dönüşsüz yıkımlar, bu travmalarımızın sabiteleri olup çıktılar.
Buradan bakıldığında, Jack London’ın “insanmerkezci” kavrayışının, bize gene de doğa (kurt) karşısında bir duyarlılık aşılayarak, bir tür uyarı işlevi görebileceğini düşünebiliriz. Beyaz Diş (ve öteki hayvanlar) öğrenme yeteneklerini kendilerince ne kadar zorlarlarsa zorlasınlar, onların insanları anlama yetenekleri sınırlıdır. Sürü başının yerine koydukları tanrılardır insanlar. Onları anlayacak olan insandır; bunun da koşulu o sözünü edegeldiğimiz “insanmerkezci” saplantılarımızı terk etmektir.
Öyleyse romanda, başlangıçta varolmuş ama sonra yitirilmiş bir ilksel birlikteliğe çağrı gibi bir yan bulmamız zor değildir.
Gene de son kertede, insanın insafsız bir tanrı olarak kurdun karşısındaki belirleyici hâkimiyeti, onun hayat hikâyesini belirleyici etkisi, London’ın insandan umudunu kesmediğini mi göstermekte, yoksa London, bu insanmerkezci çılgınlığı biraz olsun mazur göstermeye mi çalışmakta, buna karar vermek zor…
Veysel Atayman
Mart 2004, İstanbul
I
VAHŞİ BELDE
Kızak Üstünde Et Peşinde
Karanlık çam ormanı, donmuş su yolunun her iki yanında bir tehdit gibi yükseliyordu. Rüzgâr, kısa bir süre önce beyaz kar örtüsünü ağaçlardan sıyırıp almış, ağaçlar, sönüp gitmeye yüz tutmuş gün ışığında kapkara ve meşum, birbirlerine sokulmuş gibi görünüyorlardı. Bölgede derin bir sessizlik hâkimdi. Vahşi, bakirdi bölge; canlılıktan, hareketten yoksun; öylesine kimsesiz, öylesine soğuktu ki, havası, hüzünlü bile olamıyordu. Daha çok bir gülme gibi sarmıştı orayı, her türlü hüzünden daha korkunç bir gülme, sfenksin gülmesi gibi kederli, buz gibi soğuk ve zorunluluğun, kaçınılmazlığın dayatması gibi öfkeli, hiddetli. Ebedi olanın acımasız, kendini ele vermeyen bilgeliği, burada hayatın yararsızlığıyla ve yaşama çabalarının boşunalığıyla alay ediyordu.
Fakat gene de bölgede hayat vardı; inatçı, direnen bir hayat üstelik. Donmuş su yolundan aşağı doğru, kurda benzeyen köpeklerden oluşan bir sürü, güçbela yol alıyordu. Sık kürkleri kalın bir kırağı tabakasıyla örtülmüştü; solukları ağızlarından yoğun bir buhar olarak çıkar çıkmaz havada donuyor ve buz kristalcikleri halinde kürklerinin tüylerine yapışıyordu. Deri kayışlarla bağlı oldukları, arkalarından kayıp gelen bir kızağın önünde koşuyorlardı. Bu kızağın ayakları yoktu. Kızak, kalın huş ağacı kabuğundan yapılmıştı ve alt kısmı olduğu gibi karın üstünde uzanıyordu.
Bir dalga köpüğü gibi önden yoluna çıkan yumuşak karı bastırıp altına alabilmesi için, kızağın ön ucu biraz kalkıktı.
Kızağın üzerinde dört köşe, uzun, dar bir kutu vardı. Başka şeyler de vardı: Yün battaniyeler, bir balta, bir kahve cezvesi ve bir tava; ancak en çok yer tutan, uzun, dar, dört köşe kutuydu.
Köpeklerin önünde geniş tabanlı kar ayakkabılarıyla bir adam yürüyordu; kızağın arkasında ise bir ikincisi. Kızağın üstündeki kutunun içinde, çabaları son bulmuş, işi bitmiş bir adam daha vardı; soğuğun yere serip alt ettiği bir adamdı bu; mücadele etmek bir yana, artık kıpırdayamıyordu bile; çünkü vahşi belde hareketi sevmez. Hayat ona bir hakarettir; çünkü hayat harekettir, o ise, bütün hareketleri bitirmeye çalışır. Denize akmasını önlemek için suyu dondurur; en derindeki, içteki reçinesi, özsuyu donana kadar ağaçların içine nüfuz eder ve en insafsız, en korkunç, en amansız şekilde de insanın peşine düşer, onu boyun eğmeye zorlar; onu, canlıların en huzursuzunu, dur durak bilmeyenini; sonunda bütün hareketlerin bitmesi gerektiği hükmüne baş kaldıran insanı.
Ancak kızağın önünde ve arkasında, canlarını dişlerine takmış ve hâlâ korkmadan yaşayan o iki adam yürüyordu. Bedenleri kalın kürkler ve yumuşak deriden giysiler içine gömülüydü. Kirpikleri, yanakları ve dudakları, donmuş soluklarının oluşturduğu buz kristalleriyle öylesine dolmuştu ki, yüz hatları belirsizleşmişti. Bu onlara, birer hortlak maskesi takmışlar gibi, hortlaklar dünyasından gelmiş bir hortlağın cenazesindeki cenaze taşıyıcıları gibi bir görünüm vermişti. Oysa bu maskelerin altındakiler insandı; ıssızlığın, alayın ve sessizliğin ülkesinden geçen ve savaşmaya hazır, uzaydaki uçurumlar kadar uzak, öylesine yabancı ve hayattan yoksun bir dünyanın karşısına dikilen küçük maceracılardı bunlar.
Nefeslerini boşa harcamak istemediklerinden, konuşmadan yol alıyorlardı. Çepeçevre her yanda sessizlik hüküm sürüyordu; sessizlik, adeta elle tutulur varlığıyla tepelerine çökmüş, onları eziyordu. Derin sulardaki ölçülemeyecek kadar yüksek basıncın, bir dalgıcın bedenini etkilemesi gibi, bu sessizlik de onların bilinçlerini etkiliyordu. Sonu gelmeyen, ölçülemez bir ağırlıkla çökmüştü bu basınç üzerlerine. Ruhlarının en ücra köşelerine kadar işliyor, üzümün suyunu çıkarırcasına, bütün yanlış gayretlerini, sahte heyecanlarını, abartılmış dünyevi değer yargılarını, adamları sıkıştırarak ortaya çıkarıyordu; ta ki onlar kendilerini, yalnızca kısıtlı bir akıl ve bilgelikle donanmış olarak, doğanın büyük kör güçlerinin oyunları içinde oradan oraya savrulan toz zerrecikleri gibi küçük ve önemsiz hissedene kadar da ezmeyi sürdürüyordu…
Bir saat geçti, sonra bir saat daha… Durgun havada uzaktan uzağa işitilen zayıf bir ses yükselirken, güneşsiz, kısa günün soluk ışığı çoktan çekilmeye başlamıştı bile. Ses aniden birkaç perde yükseldi, son perdede titreşerek bir süre takıldı, sonra da yavaş yavaş sönerek kaybolup gitti. Şiddetli bir açlığın, gözü dönmüş bir vahşiliğin acı tonunu barındırmasa, kayıp bir ruhun yakınmalarına benzetilebilirdi kolaylıkla. Öndeki adam, gözleri yol arkadaşının bakışlarıyla buluşana kadar arkaya doğru çevirdi başını; sonra ikisi, kutunun üzerinden, bir göz işaretiyle birbirlerini onayladılar.
Sessizliği iğne gibi delip geçen ikinci bir çağrı daha yükseldi o sırada. Adamların ikisi de sesin, az önce geldikleri, karla kaplı açık alandan yükseldiğini fark etmişlerdi. Ve bir üçüncü çığlık… Tıpkı bir cevap gibi, aynı yönden ama ikinci çağrının geldiği yerin daha solundan…
“Peşimizdeler Bill,” dedi öndeki adam. Sesi boğuktu, insan sesine benzemiyordu; belli ki konuşmakta güçlük çekiyordu.
“Et kıt da ondan,” diye cevap verdi yol arkadaşı. “Günlerden beri tek bir tavşan izi bile görmedim.”
Başka bir şey konuşmadılar; ikisinin de kulakları, av ulumalarıyla kendilerini adım adım takip eden sesteydi.
Karanlık bastırınca, dere yatağının yakınındaki ladin ağaçlarının arasına köpekleri salıp kamp kurdular. Ateşin yanı başındaki tabut, masa olarak kullanılıyordu. Kurt kırması köpekler, ateşin diğer ucunda hırlaşıp dalaşıyorlardı, ama aralarından hiçbirinin karanlığın içine girmeye niyeti yok gibiydi.
“Bana kalırsa Henry, bu sefer dikkat çekecek kadar kampa yakın duruyor köpekler,” dedi Bill.
Ateşin başına çömelmiş, eritmek için kahve cezvesine bir parça buz koyan Henry, başını sallayarak onayladı. Tabutun başındaki yerini alıp yemek yemeye başlayıncaya kadar da tek kelime etmedi.
“Postlarının nerede güvende olacağını iyi bilir onlar,” dedi. “Başkalarına yem olmaktansa kendileri yemeyi tercih ederler. Çok zeki köpeklerdir bunlar.”
Bill kafasını iki yana salladı. “Hımm, o pek belli olmaz.”
Arkadaşı ona hayretle baktı: “Onların zekâlarından kuşku duyduğunu ilk kez işitiyorum.”
Öteki, ağzındaki fasulyeyi yavaş yavaş çiğnerken, “Ya, Henry,” dedi, “ben köpekleri beslerken nasıl huysuzlandıklarını fark ettin mi?”
“Gerçekten de her zamankinden daha fazla patırtı kopardılar,” diye onu onayladı Henry.
“Kaç köpeğimiz var bizim Henry?”
“Altı.”
“Pekâlâ…” Bill söyleyeceklerinin önemini daha iyi vurgulamak için bir an bekledi. “Senin de söylediğin gibi, altı köpeğimiz var. Ben de çuvaldan altı parça balık aldım. Her köpeğe bir balık verdim ama köpeklerden birine balık kalmadı.”
“Yanlış saymışsın.”
“Bizim altı köpeğimiz var,” diye kesin bir tavırla tekrarladı diğeri. “Ben de altı balık çıkardım, ama Tek Kulak’a kalmadı. Bunun üzerine çuvaldan bir tane daha getirdim.”
“Ama bizim sadece altı köpeğimiz var,” diye ısrar etti Henry.
“Yahu Henry,” diye konuşmaya devam etti Bill, “ben hayvanların hepsinin köpek olduğunu söylemiyorum ki… Demek istediğim şu: Ben yedi tane balık dağıttım.”
Henry yemek yemeye ara verip ateşin öte yanındaki köpeklere doğru bakarak onları tek tek saydı.
“Şu anda sadece altı tane var.”
“Diğerini karların üzerinden koşarak kaçarken gördüm,” dedi Bill ısrarla, hiç istifini bozmadan, “ve ben yedi tane saymıştım.”
Henry ona acıyarak baktı. “Bu yolculuk bitince öyle sevineceğim ki!” dedi.
“Ne demek istiyorsun sen şimdi?” diye sordu Bill.
“Demek istiyorum ki, şu taşıdığımız yük sinirlerini bozmuş, hayalet görmeye başladın sen.”
“Bunu ben de düşündüm,” dedi Bill gayet ciddi bir tavırla. “Onu karların üstünde kaçarken görünce gidip izlerini inceledim. Sonra dönüp köpekleri saydım; altı köpek vardı. İzler hâlâ karın üstünde. Görmek ister misin? Sana gösterebilirim.”
Henry cevap vermedi, sessizce yemeye devam etti, yemeği bitince de, bir yudum kahveyle ağzındaki lokmayı yuttu, elinin tersiyle ağzını silerken konuştu:
“Öyleyse sence, o…”
Karanlığın içinden bir yerlerden yükselen upuzun, acı bir uluma, sözünü kesmişti. Susup dinledi, sonra ulumanın geldiği yönü eliyle işaret ederek cümlesini tamamladı:
“Onlardan biri miydi o?”
Bill başını sallayarak onayladı. “Başka bir şey olduğuna inanmayı ben de isterdim ama köpeklerin nasıl huzursuz olduğunu sen de gördün.”
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBeyaz Diş
- Sayfa Sayısı256
- YazarJack London
- ÇevirmenEvrim Tevfik Güney
- ISBN9786053541394
- Boyutlar, Kapak12x21, Karton Kapak
- YayıneviBORDO SİYAH / 2013
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Genç Werther’in Acıları ~ Johann Wolfgang Goethe
Genç Werther’in Acıları
Johann Wolfgang Goethe
Evrensel boyutlara ulaşmış ünüyle bugün dünya edebiyatının en büyük yazarlarından biri sayılan Goethe, henüz yirmi beş yaşındayken yazdığı Genç Werther’in Acıları’nda, kısa bir süre...
- Benim Küçük Gözlerimden ~ Emilio Ortiz Pulido
Benim Küçük Gözlerimden
Emilio Ortiz Pulido
“Bu kitabı diğerlerinden ayıran noktalardan biri, sevgisini hayvanlara cömertçe verebilenler için yazılmasıdır.” Dünyamıza kendi küçük gözlerinden bakıp bize bizi anlatan Cross’un insanların dünyasındaki maceralarının mizahi bir...
- Zavallı Şey ~ Matias Faldbakken
Zavallı Şey
Matias Faldbakken
Kendi halinde sessiz sakin bir delikanlı olan Oskar, daha çocukken kendini Blumların çiftliğinde her işe koştururken bulur. Hayatı küçücük odası ve kan ter içinde...