O diğerlerinden çok farklıydı. Onların tüyleri daha şimdiden anne kurt Kiche’ye benzeyerek kızılımsı bir renk almışken yalnız kendisi, babasına çekmişti. Bir batanda doğan yavrular içinde, gri renkli olan, yalnız kendisiydi. Tam anlamıyla kurt soyuna çekmişti. Aslında bir tek fark dışında, vücutça Tek Göz’e benziyordu. O da, babasının tek gözüne karşılık, kendisinin iki gözü olmasıydı.
Gri renkli yavrunun gözleri uzun zaman açılmamıştı, fakat şimdi her şeyi şaşmaz bir açıklıkla görebiliyordu. Gözleri daha kapalıyken dokunarak hissetmiş, tatmış, koklamışta. İki erkek ve iki dişi kardeşini çok iyi tanıyordu şimdi. Onlarla beraber acemi bir şekilde sıçrayıp oynamaya başlamış, hattâ kızdığında kavga etmek için küçük gırtlağını ilk hırıltının habercisi olan homurtulu bir sesle titretmişti. Gözleri açılmamışken sıcaklığın, sıvı gıdanın, şefkatin pınarı olan annesini; dokunarak, tadarak, koklayarak tanımıştı. Annesinin yumuşak, okşayan dili küçük vücudunda dolaşırken, onu yatıştırmış, kendisine daha çok sokulup uyumaya yöneltmişti.
Hayatının ilk günleri çoğu zaman, böyle, uykuda geçmişti. Fakat gün geçtikçe etrafını oldukça iyi bir şekilde görebiliyor, uzun zaman uyanık kalıp dünyasını öğreniyordu. Dünyası sıkıntılıydı ama başka bir dünyadan haberi olmadığı için, bunun farkında olamamıştı. Bu dünya, karanlıktı ama, gözleri daha başka bir ışığa alışmak zorundaydı. Küçücüktü onun dünyası. Sınırları, kaldığı inin duvarlarıydı. Dışarıdaki geniş dünya hakkında hiçbir bilgisi olmadığından, içinde bulunduğu sınırların darlığından asla şikayet etmedi.
Fakat dünyasının duvarlarından birinin, diğerlerinden farklı olduğunu kısa zaman içerisinde anladı. Bu, ışığın kaynağı olan mağaranın girişi idi. Onun, diğer duvarlardan başka olduğunu henüz kendisine mahsus düşünceler edinmeden herhangi bir şeyin bilincine varmadan çok önce anlamıştı Gözleri daha açılmadan bu duvara bakması, karşı konması imkânsız bir çekim kuvveti yüzündendi. Oradan gelen ışık, kapalı gözkapaklanna çarpmış, bu kıvılcım gibi, sıcak renkli hoş pırıltılar, göz sinirlerinin hafifçe titremesine sebep olmuştu. Vücudunun yapısını meydana getiren ve her lifinde bulunan canlılık, bu ışığa karşı bir özlem duymuş, tıpkı kimyasal bir etkinin bir bitkiyi güneşe yöneltmesi gibi, vücudunu ona doğru çekmişti.
Başlangıçta, bilinçli bir hayata başlamadan önce, daima mağaranın ağzına doğru sürünerek yürümüştü. Bu sırada erkek ve dişi kardeşleri de kendisi ile beraber gelmişti. O dönemde içlerinden hiçbiri, arkadaki duvarın karanlık köşelerine doğru gitmemişti. Işık onları tıpkı birer bitkiymiş gibi çekmiş, onları meydana getiren hayatın kimyasal yapısı varoluşun bir gereği olarak ışığa ihtiyaç duymuştu. Küçük, kuklaya benzeyen vücutları asmanın filizleri gibi körü körüne ve kimyasal bir etkiyle ışığa doğru ilerlemişti. Daha sonra her birinin kişilikleri gelişip, isteklerin farkına vardıkları zaman ışığın çekiciliği arttı. Daima ona doğru sürünüp ilerliyor, fa-kat anneleri tarafından ondan uzaklaştınlıyorlardı.
Gri renkli yavru annesinin yumuşak, yatıştırıcı dilinden başka nitelikleri de olduğunu işte böyle öğrendi. Işığa doğru bu devamlı sürünmeler sırasında, onu azarlar gibi burnuyla sertçe dürttüğünü daha sonra kendisini itip, dikkatti pençe vuruşları ile çabucak yuvarladığım fark etti. İncinmeyi işte böyle öğrendi, bundan da önemlisi; tehlikeye hedef olunca kaçıp kenara çekilerek sakınmasını öğrendi Bunlar bilinçli hareketleri ve dünya hakkındaki ilk izlenimleri idi. Daha önce nasıl ışığa doğru bilinçsizce ilerlemişse, bu darbeden de aynı şekilde kaçındı. Bundan sonra, acının ne olduğunu öğrendiği için ondan daima sakındı.
O da erkek ve dişi kardeşleri gibi küçük, fakat hırçın bir yavruydu. Zaten böyle olması beklenirdi. Et yiyen bir hayvandı. Anne ve babası tamamıyla etle besleniyordu. Hayatının ilk karanlık döneminde emdiği süt, doğrudan doğruya etten meydana gelmişti. Şimdi ise bir aylık ve gözleri açılalı daha bir hafta olduğu halde, kendi kendine et yemeye başlamıştı. Bu et, daha şimdiden büyük bir istekle göğsüne saldıran beş yavrunun yemesi için, ana kurt tarafından yan yarıya sindirilip sonra da kusulmuştu.
Fakat o, kardeşlerinin en hırçını idi. Hepsinden daha kuvvetti bir sesle hırıldayabiliyordu. O küçücük öfkeleri bile onlarınkinden daha korkunçtu. Usta ve becerikli bir pençe vuruşu ile kardeşlerini yuvarlama hilesini ilk öğrenen de yine oydu. Bir başka yavruyu da kulağından yakaladıktan sonra çekip sürükleyen ve sımsıkı kenetlenmiş çenelerinin arasından hırıldayan da kendisi olmuştu. Tabiî, yavrularını mağaranın ağzmdan uzak tutmakta annesine en çok dert olan, yine oydu.
Gri renkli yavru için ışığın çekiciliği günden güne arttı. Mağaranın giriş kısınma doğru bu bir metrelik maceraya her atılışında, geri adımlarla sürükleniyordu. Fakat orasının çıkış yeri olduğunu bilmiyordu. Bir kimsenin bir yerden diğer bir yere giderken, geçtiği geçitler, tüneller hakkında hiçbir bilgisi yoktu. Oraya gidebilmesi için az çok yola benzeyen bir başka yerden de haberi yoktu. Bu bakımdan mağaranın giriş kısmı onun için bir duvar, bir ışık duvarıydı. Güneş dışarıdayken bu duvar, dünyasının güneşiydi. Tıpkı bir mum ışığının bir pervaneyi çekmesi gibi, çekiyordu onu. Daima ona ulaşabilmek için çabalıyordu, içinde büyük bir hızla artan duygular onu devamlı olarak bu ışık duvarına yöneltiyordu. Ondaki bu duygular dışarı çıkılacak ve geçilmesi önceden belirlenmiş tek yolun, bu olduğunu hissettiriyordu. Fakat bilinçli olarak bunu anlayamıyor, dışarıda herhangi bir yerin bulunduğunu da bilmiyordu.
Bu ışık duvarının acayip bir yönü vardı. Işığın yanında uyuyan, et getiren ve annesi gibi bir yaratık olan babasını, dünyanın başka bir varlığı olarak çoktandır tanıyordu. Babası, uzaktaki beyaz duvarın tam içinden geçip gözden kayboluyordu. Gri yavru işte bunu anlayamıyordu. Annesinin o duvara yaklaşmasına hiçbir zaman izin vermemesi üzerine diğer duvarlara yaklaştı ve işte o zaman yumuşak burnu sert bir engele çarptı, canı yandı. Buna benzer daha birkaç maceradan sonra, artık duvarları kendi halinde bıraktı. Bunun üzerinde daha fazla düşünmeden, nasıl süt ve yarı sindirilmiş et annesinin acayiplikleriyse, duvarda gözden kaybolmayı da babasının bir acayipliği olarak kabul etti.
Aslında gri renkli yavruya, düşünce kavramı verilmemişti. Kafası bulanık bir şekilde çalışıyordu. Bununla beraber bazı durumlardan çıkarttığı sonuçlar, insanlarınki kadar kesin ve açıktı. Niçin, neden diye sormadan, olayları kendine göre bir yöntemle kabul ediyordu. Gerçekte bu bir sınıflandırma işlemiydi. Herhangi bir şey için ‘neden oldu’ diye, asla kafasını yormuyordu. Onun nasıl olduğu kendisine yetiyordu. Bu yüzden gerideki duvara burnunu birkaç defa vurunca, duvarlarda gözden kaybolamayacağını kabul etti. Duvarlarda ancak babasının kaybolabileceğini de yine aynı şekilde kabullendi. Fakat babasıyla kendisi arasındaki farkın nedenini bulma isteğiyle zerrece kafasını yormadı. Mantık ve fizik, onun zihninin tamamlayıcı parçaları değildi.
Ormanın diğer vahşi yaratıkları gibi, açlığın ne olduğunu pek erken öğrendi. Öyle bir zaman geldi ki, sadece et stoklan tükenmekle kalmadı, aynı zamanda da annesinin memelerinden süt akmaz oldu. İlk başta yavrular rruzıldanıp ağladılar fakat zamanın çoğunu uyuyarak geçirdiler. Açlık komasına girmeleri çok sürmedi. Artık beyaz duvara doğru atıldıkları macera sırasındaki tokatlar, kavgalar, küçük öfkeler, hırlama teşebbüsleri yok olmuştu. İçlerindeki canlılık, titrek bir ışık gibi yanıp sönünce, yavrular uykuya dalmışlardı. Tek Göz perişan bir haldeydi. Sağa sola koşuyor ve artık sıkıntılı, yürek parçalayacak bir hâl alan mağarada çok az uyuyordu. Ana kurt da yavrularını bırakıp, et aramaya çıkıyordu. Tek Göz, yavrular doğduktan sonraki ilk günlerde birkaç kere bir Kızılderili kampına yolculuk yapıp, tavşan kapanlarını soymuştu fakat karlar eriyip, derelerdeki buz çözülünce Kızılderililerin kampı başka yere taşınmış ve bu yiyecek kapısı da kendisine kapanmıştı.
Gri yavru hayata yeniden dönüp, uzaktaki beyaz duvarla yeniden ilgilenmeye başlayınca, dünyasının nüfus sayısında azalma olduğunu fark etti. Kendisine sadece bir tek dişi kardeş kalmışta. Diğerleri gitmişti. Kuvveti arttıkça tek başına oynamak zorunda kaldığım gördü, çünkü dişi kardeşi artık ne başını kaldırabiliyor ne de hareket edebiliyordu. Kendi küçük vücudu yediği etten dolayı dolgunlaşıyordu fakat dişi kardeşi için yiyecek çok geç gelmişti. Durmadan uyuyordu, minicik iskeletini yalnızca bir deri örtüyor ve bu derinin içindeki alev yavaş yavaş küçülüyordu. Sonunda o da sönüp gitti.
Gri yavru, pek o kadar şiddetli olmayan ikinci kıtlığın sonunda artık, babasının duvarda belirip gözden kayboluşunu ya da giriş kısmında uzanıp yatışını göremez oldu. Ana kurt, Tek Göz’ün neden hiç bir zaman gelmeyeceğini biliyordu ama gördüğü şeyi gri yavruya nasıl söyleyeceğini bilemiyordu. Et bulmak için kendi başına avlanmaya çıkarak, Tek Göz’ün bir gün önceki ayak izlerini takip etmiş ve yaban kedisinin yaşadığı derenin sol tarafına gitmişti. Onu, daha doğrusu onun kalıntılarını bu izlerin bittiği yerde bulmuştu. Bir mücadele olduğunu ve zaferi kazanan yaban kedisinin, kendi inine çekildiğini gösteren birçok işaretler vardı. Oradan uzaklaşmadan önce ana kurt bu ini buldu fakat işaretler yaban kedisinin içeride olduğunu gösteriyordu. Bu yüzden de içeri girmeye cesaret edemedi.
Lise yıllarımda okuduğum bir kitap. Kitap bir hayvanın yani bir köpeğin gözünden bakıyor hayata. Değişik ve ilginç gerçekten. Bir solukta okumuştum :)