Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Beyaz Benekli At
Beyaz Benekli At

Beyaz Benekli At

Ayla Çınaroğlu

Demek ki bu küçücük renkli sevimli insancıklar, tıpkı şeker gibi, akide şekeri gibi eriyip yok olacaklardı. Çok duygulanmıştım. Onların böyle, küçük bebekler gibi ağlaşmalarına…

Demek ki bu küçücük renkli sevimli insancıklar, tıpkı şeker gibi, akide şekeri gibi eriyip yok olacaklardı.
Çok duygulanmıştım. Onların böyle, küçük bebekler gibi ağlaşmalarına dayanamıyordum.
– Hayır, diye bağırdım, erimeyin ne olur,
bir şeyler yapalım, bir şeyler yapalım!..

Düşsel Oyuncaklar Yapımevi’ni merak etmeyen var mı? Gelin, öyküler sizi götürsün Düşsel Oyuncaklar Yapımevi’ne, Balıkanya’ya, Taşlıbayır’a… Ayla Çınaroğlu, bu öykülerinde de çocuk okurlarıyla birlikte, onların büyülü düş dünyasında dolaşıyor.

BEYAZ BENEKLi AT 

Annem, yastığımı düzelterek yatağımın içinde dik oturmamı sağladı: — Ah Bora, ah, dedi, dün gene çok koştun, çok terlettin kendini. Soğuk su da içmişsindir kuşkusuz benden gizli. İşte hastalandın gene. Hiç söz dinlemiyorsun. Elindeki dereceyi iyice salladı ve pijamamın altından tenime, koltuğumun altına yerleştirdi. Gerçekten her yanım ateş gibi yanıyor, başım ağrıyordu. Gözlerimi açık tutmakta güçlük çekiyordum. — Dur, dedi annem, hiç kıpırdama. Ben bu arada gidip sana bir bardak limonata yapayım. Bir de aspirin içersen iyi gelir.

Öf!.. Ne kötü. Dışarı çıkıp arkadaşlarımla oynayamayacaktım bugün. Aslında buna ne gücüm vardı ne de isteğim. Ama karşıda, dolabın yanında dayalı duran sopadan atım, sanki “Hadi gel, gidelim, koşalım, oynayalım. Ne vardı şimdi hasta olacak, bak hava ne güzel,” der gibi bakıyordu bana. Annemin, kırmızı üstüne küçücük beyaz benekleri olan kumaştan, kardeşimin etekliğinden artan basmadan özene bezene dikip, içini paçavrayla doldurduğu başı biraz yana doğru eğilmişti. Artık beyaz yünlerden yapılmış yelesi dağınıktı, biraz da kirlenmişti.

Kara düğmeden gözleri, bir köşeye atıldığı için üzgün, sanki beni suçlar gibiydi. Ama çok yersizdi bu suçlama. Çünkü böyle hasta olmamda onun da payı vardı aslında; onun sırtında koşmuş ve terlemiştim. Şükretsin ki annem onu da suçlamıyordu şimdilik. Limonatayla aspirini getirdi annem. Önce koltuğumun altındaki dereceyi çıkarıp baktı: — Mmm… Tabii, otuz sekiz buçuk. Daha da çıkmazsa çok iyi. Hadi, iç şunu da yat, biraz dinlen bakalım. Bugün oyun moyun yok. Ben de bir güzel çorba pişireyim sana. Limonatanın hatırı için aspirini nazlanmadan yuttum. Serin serin hoşuma gitti limonata.

Annem odadan çıkınca, yatağımın yanındaki küçük dolabın üstünde duran kolonya şişesine uzandım güçlükle. Alnıma, kollarıma bolca sürersem biraz daha ferahlarım diye düşündüm. Kapağını açıp avcumun içine boca ettim kolonyayı. Kolonyayı?.. Ne kolonyası? Kolonya değildi ki bu!.. Neydi ya, neydi?.. Ne garip şey. Elime şişeden akan sıvı biçim değiştiriyordu, renk değiştiriyordu. Avcumun içinde minik, saydam, evet evet, minik saydam, renkli insancıklara dönüşüyordu. Ben, kolonya şişesini hayretler içinde sallamayı sürdürüyordum. Her sallayışımda, başka başka renklerde, küçücük birer insancık dökülüyordu, yani akıyordu…

Yani oluşuyordu elimde; yeşil, mavi, turuncu, mor, pembe, sarı, saydam insancıklar… Camdan yapılmış gibi, renkli camdan minicik oyuncaklar gibiydiler. Ama canlıydılar. Elimden, hoop, hemen yatağımın üstüne atlıyorlar ve bir sıra oluşturuyorlardı ayakucumda, yorganımın düzlük oluşturduğu yerde. Kırk elli kişi olmuşlardı sanırım. Ben ancak o zaman, şaşkınlıktan bir karış açılmış olan ağzımı kapayarak durmayı ve şişeyi çevirmeyi akıl edebildim. Şişeyi salladığım sürece, yüzlerce, binlerce insancık çıkacak gibiydi içinden.

— Heey, küçük, daha dört kişi var içerde, onları da çıkarmalısın. Küçük insancıklardan biriydi bu seslenen. Sıranın baş tarafında duran yeşil bir insancık bana sesleniyordu: — Hadi, lütfen çıkarıver onları da. Hiç düşünmeden gene çevirip sallamaya başladım şişeyi. Elime dört insancık daha aktı ve koşarak sıradaki yerlerini aldılar. Şimdi bir tabur asker gibiydiler; bir tabur oyuncak asker. Baştaki yeşil olanın verdiği komutla yürümeye başladılar: — İleriii marş!.. Yatağın kenarına gelince yere atlıyor ve yürüyüşlerini sürdürüyorlardı sırayı hiç bozmadan. — Heey, durun, durun, diye seslendim arkalarından, nereye gidiyorsunuz?.. Gene öndeki yeşil insancık yanıtladı sorumu, anlaşılan başkanları oydu: — Gidiyoruz küçük, sağ ol. Hoşça kal. Bu da yanıt mı yani?.. Gidiyorlardı işte. Küçücük boylarından umulmayan bir hızla yürüyorlardı. Hemen kalktım yataktan ve izlemeye koyuldum.

Öyle hızlı gidiyorlardı ki, onlara yetişebilmek için koşmaya başladığımda, çevremdeki her şey bu hız içinde eridi, silindi, kayboldu. Büyük, bomboş bir düzlükte ilerliyorlardı. Koşuyordum, koşuyordum ama yetişemiyordum bir türlü. Birden ayağım bir taşa takıldı, düştüm:

— Ayyy!.. Dizim fena halde acımıştı, bağırmıştım elimde olmadan. Sesim boşlukta yankılandı birkaç kez. Beni duyunca durdular. Sırayı bozmadan geri dönüp yanıma geldiler koşa koşa. Ben yere oturmuş, acıyan dizimi ovuşturuyordum. — Küçük, dedi yeşil başkan, neden geliyorsun arkamızdan? Boyuna bosuna bakmadan beni azarlar gibi konuşuyordu. Can acısı ve kızgınlıkla bağırdım: — Ben küçük değilim, küçük sizlersiniz. Hem… Hem önce ben size bir soru sormuştum “Nereye gidiyorsunuz?” diye. — Doğru, seni yanıtlayamadık, haklısın. Çünkü bu gereksizdi. Yani senin bunu bilmen, öğrenmen gerekmiyor. Kusura bakma lütfen, uygun değil işte. Bir an önce evine, yatağına dönsen, uyusan daha iyi olur. Güzel bir de düş görürsün belki. Hadi, hadi küçük, dön artık evine.

— Hayır, hayır dönmeyeceğim. Sizlerden, hepinizden büyüğüm ben. Küçük sizsiniz. Nereye gittiğinizi, kim olduğunuzu söylemezseniz ve bana “küçük” demekten vazgeçmezseniz ben de sizi engellerim, bir yere gidemezsiniz. Ayağa kalktım ve önlerine dikildim: — Bir yere gidemezsiniz işte, diye yineledim. Koskocaman bir insandım onların yanında. Parmak kadar boyları vardı, benden korkmalıydılar. Oysa gülmeye başladılar. Kahkahalarla gülüyorlardı bana bakarak. — Durun, durun, dedi başkan, susturdu onları. Sonra da bana döndü: — Doğru, dedi, bizler senden küçüğüz. Küçük ya da büyük olmak tek başına ne işe yarar ki? Güçlü olmaya gelince, bunu da övünç nedeni yapmaya hiç gerek yok. Bana bir şeyler anlatmak ister gibiydi, vazgeçti. — Neyse, neyse, dedi, tartışmak anlamsız. Az önce düşmeme neden olan taşın yanına yürüdü, tek başına kaldırıverdi yerden. Oldukça da büyük bir taştı hani.

Benim bile yerinden oynatmam zordu, altında ezilip kalması gerekirdi. Ama o hiç güçlük çekmeden kaldırdı ve fırlatıverdi. Taş, havada ince bir ıslık sesi çıkararak gitti, gitti, ta uzaklarda gözden kayboldu. Çok şaşırmıştım, çok da utanmıştım doğrusu. Bu güçle, istese beni bile fırlatabilirdi havaya. — Özür dilerim, çok güçlüymüşsünüz, demek zorunda kaldım. Sonra ekledim hemen: — Amacım sizlerle çatışmak değildi ki zaten. Yalnızca kim olduğunuzu, nereye gittiğinizi öğrenmek istemiştim. Başkanları gene: — Yok, yok, dedi, bu olamaz. Yalnızca bilmelisin ki dostunuz senin. Öteki insancıklar da hep bir ağızdan bağırmaya başladılar: — Evet, dostunuz. İnan, bizler senin dostunuz… İşte o an bir uğultu karıştı seslerine. Derinden derine bir uğultu başladı. Sustular. Korkuyla birbirlerine baktılar. Uğultu yaklaştı, yaklaştı ve birden bir şimşek çaktı, ışıktan bir şey görünmez oldu.

Ardından da korkunç bir gök gürültüsü patladı. Ne yapacaklarını şaşırdılar. Birbirlerine iyice sokuldular: — Eyvah, yağmur… Yağmur geliyor. Yandık,mahvolduk. Ne yapacağız şimdi, ne yapacağız?.. Panik içindeydiler, ağlaşıp duruyorlardı. — Neden korkuyorsunuz? Bunca güçlü olduğunuz halde neden korkuyorsunuz ki? dedim, bakın ben hiç korkuyor muyum? Alt tarafı bir yaz yağmuru işte. — Sen korkmazsın tabii, dedi içlerinden biri, senin eriyecek bir yanın yok ki… — Oysa biz eriyip gideriz, diye sürdürdü başka biri, hiçbir iş yapmadan, hiçbir şeye yaramadan; bir iz, bir anı bırakmadan erir gider, yok oluruz yağmur yağarsa. İşte, işte başladı bile…

İri yağmur damlaları düşmeye başlamıştı tek tük, gökyüzü kapkaraydı. İnsancıklar şimdi umutsuzca, ağlamaktan başka bir şey yapamadan bekliyorlardı yağmurun şakırdamasını. Demek ki bu küçücük, renkli, sevimli insancıklar, tıpkı şeker gibi, akide şekeri gibi eriyip yok olacaklardı. Çok duygulanmıştım. Onların böyle, küçük bebekler gibi ağlaşmalarına dayanamıyordum. — Hayır, diye bağırdım, erimeyin ne olur, bir şeyler yapalım, bir şeyler yapalım!.. Ama ne yapmalıydık? Çevrede sığınacak hiçbir yer yoktu, uçsuz bucaksız bir çöldeydik sanki. Yağmur damlaları sıklaşmaya başlamıştı,daha fazla düşünecek zaman yoktu. Hemen pijamamın üstünü çıkardım:

— Gelin, girin altına, dedim, ben sizi korurum. Bu kez çok daha yakından bir şimşek çaktı ve bir gök gürültüsü daha patladı. Ardından da yağmur, bardaktan boşanırcasına yağmaya başladı. Tüm insancıklar pijamamın altına sığınmışlardı. Ben de dizlerimi yere dayamış, sırtımı yağmura vermiş, onların ıslanmasını önlemek için gövdemle bir çadır oluşturmuştum. Yağmur damlalarının sırtıma, tenime düşüşü beni ürpertiyordu. Kendi kendime, “Ateşim daha da yükselmese bari,” diye düşünüyordum.

Üşüyordum, ama bunu belli etmemeye çalışıyordum: — Üzülmeyin, uzun sürmez bu yağmur, şimdi diner, diye avutmaya çalışıyordum insancıkları. Çünkü hâlâ ağlaşıp duruyorlardı pijamanın altında. Gerçekten de az sonra yağmur dindi, hava birdenbire açıldı. Masmaviydi gökyüzü şimdi ve pırıl pırıl bir güneş vardı. Sevinç çığlıklarıyla hoplayıp zıplamaya başladılar. Ben de ıslanan pijamamı iyice bir sıktım, sonra güneşe karşı bir iki kez çırptım. Kuruyuverdi hemen, geçirdim sırtıma.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Çikolatayı Kim Yiyecek ~ Ayla ÇınaroğluÇikolatayı Kim Yiyecek

    Çikolatayı Kim Yiyecek

    Ayla Çınaroğlu

    Eve gelen koca bir kutu çikolata ve onları yemek için sabırsızlanan iki kardeş… Her biri değişik renklerde parlak kâğıtlara sarılı bu lezzetli çikolataları pay etmek...

  2. Mago ~ Ayla ÇınaroğluMago

    Mago

    Ayla Çınaroğlu

    Düşünüp duruyordu Minik Mago, bu böyle sürüp gidemezdi. Bu karanlık mağarada, yapayalnız daha ne kadar dayanabilirdi? Yaşamını burada tek başına geçirmek istemiyordu. Adı “Minik...

  3. Mavi Boya ~ Ayla ÇınaroğluMavi Boya

    Mavi Boya

    Ayla Çınaroğlu

    Ayla Çınaroğlu’ndan çocukluk dönemi anıları… Bu öykülerde, farklı bir zamana ait olsalar da, çocukluğun değişmeyen ruhunu kolayca yakalıyoruz. Yeni elbisesini giyip sokakta oynamaya çıkan...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Sazende Şunkin ~ Juniçiro TanizakiSazende Şunkin

    Sazende Şunkin

    Juniçiro Tanizaki

    Şunkin şımarık büyütülmüş biriydi. Her zaman emretmiş, başkalarından beklemiş, acı çekmemiş, yorulmamış, ezilmemişti. Onun kibirli burnunu kıracak kimse olmamıştı; ama bu işi kader yaptı....

  2. Kum Saatinde Kumkapı ~ Jaklin ÇelikKum Saatinde Kumkapı

    Kum Saatinde Kumkapı

    Jaklin Çelik

    Yıllardır uyuyakalmış kiremitler darbelere direndiler, birbirlerine daha bir sıkı kenetlendiler. Mutluluklar hüzün, yaşanmışlar yaşanmamış, günler hafta, aylar yıl olup birbirlerini bırakmamacasına. Çok geçmedi, indirdiler...

  3. Karamel Kokulu Öykü Okulu ~ Hanzade ServiKaramel Kokulu Öykü Okulu

    Karamel Kokulu Öykü Okulu

    Hanzade Servi

    Edebiyatımızın üretken yazarlarından Hanzade Servi’nin yeni kitabı Karamel Kokulu Öykü Okulu, esin perinizi uyandırıp sizi öykü yazmaya teşvik edecek ilham verici bir kılavuz. Yazmaya heves...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur