Beşinci Fil’in sırtında, karanlıktan aydınlığa koşanlar…
Efsane yazar Sör Terry Pratchett’ın benzersiz yaratımı “Diskdünya” serisinin ilk kez Türkçeye çevrilen yeni kitabı Beşinci Fil, siyaset ve suç ilişkisini odağına alarak vampirler, cüceler ve kurtinsanların kıran kırana çekiştiği, karlar altında geçen bir maceraya açılıyor.
Dünya çapında 100 milyonun üzerinde satan külliyatın yirmi dördüncü halkası olan kitap, “Bekçiler” alt serisinin de beşinci serüveni.
Kültürlerarası çatışmanın kaynağını oluşturan siyasi ideolojiler ve etnik kökenler üzerinden suç kavramına toplumsal bir olgu olarak yaklaşan roman, gücün her daim ehil ellere emanet edilmesinin önemine değiniyor.
“Ben bir bekçiyim,” dedi Vimes. “Her zaman bir suç bulabilirim.”
Suçu Ankh-Morpork’ta bulmak kolay tabii. Orada sokaklar var, sokaklarda suç var; suçun ardında ise bazen sefalet, bazen cehalet ama çoğu zaman da aymazlık ve gaflet var. Fakat yine de hiçbir Ankh-Morpork suçunda salt kötülük bulamazlar…
Diskdünya’nın uzak diyarı Überwald’de ise cüceler yeni bir kral seçiyorlar. Lâkin havada iki farklı düşünce iklimi hâkim: gelenekçiler ile… eh, daha az gelenekçiler. Elbette Ankh-Morpork da bu duruma kayıtsız kalamıyor ve “alfa kurt” Samuel Vimes ile ekibini oraya gönderiyor. Bu arada, Überwald’in tehlikeli bir yer olması yetmezmiş gibi, cüceler için çok kıymetli olan ve onsuz tahta bile çıkılamayan Taş Çörek de çalınıyor. Ve tüm bu hercümercin arasında Vimes, olayın tam anlamıyla bir “Beşinci Fil” vakası olduğunu fark ediyor…
Diskdünya’nın, okurlarını “görünenin altındaki hakiki şey”e yönlendirdiği yirmi dördüncü macerası Beşinci Fil, siyasetle yoğrulmuş suç dosyalarının kapağını açıyor; karanlıktan aydınlığa koşan iyi adamlar ile iktidar heveslilerinin çekişmesine tanıklık ettiriyor.
“Yalnızca tek bir Diskdünya kitabı okunacaksa, bu kitap Beşinci Fil olmalı…”
Derler ki, dünya düzdür ve dev bir kaplumbağanın sırtında duran dört fil tarafından taşınmaktadır. Derler ki, muazzam büyüklükteki bu fillerin kemikleri taş ve demirdendir.* Sinirleri ise, uzun mesafelerde iletkenliği daha yüksek olan altındandır. Derler ki uzun seneler önce, dünya henüz genç bir gezegenken, Beşinci Fil hortumunu borazan gibi öttüre öttüre atmosferden geçerek gelmiş ve tüm hızıyla yeryüzüne çarpmıştır; böylece kıtaları yarmış, dağları yaratmıştır. Bu filin yeryüzüne çarpma ânına kimse tanık olmamıştır aslında ve bu durum son derece ilginç bir felsefi soruya yol açmaktadır: Milyonlarca ton çeken öfkeli bir fil gökyüzünden tıngır mıngır düşerse ve o anda onu duyacak kimse yoksa, felsefi açıdan bakarsak, o fil ses çıkarmış mıdır? Ve elbette, yere çarptığına kimse tanık olmamışsa, gerçekten yere çarpmış mıdır? Başka bir deyişle bu hikâye, ilginç doğa olaylarını çocuklara açıklamak için uydurulmuş bir masal değil midir yalnızca?
Efsaneyi bolca anlatan ve diğer herkesten daha derin madenler kazan cüceler, bu hikâyede bir zerre hakikat payı vardır derler. Berrak bir günde Koçbaşı Dağları’nın yükseklerinden bakan bir göz, ovalarda epey geniş bir alanı görebilirdi. Eğer yazın ortasıysa, ardı ardına bağlanmış ve her biri dörder ton yük taşıyan ikişer arabayı çekerek saatte azami dört kilometreyle ağır aksak ilerleyen öküz çiftlerinin oluşturduğu kervanlardan yükselen toz bulutlarını sayabilirlerdi. Taşınan ürünlerin pazarlara ulaşması uzun zaman alırdı fakat bir kez ulaştı mı, pazarlar o ürünlerle dolar taşardı. Kervanlar, Halka Deniz şehirlerine envaiçeşit hammadde ile bazen iş bazen de birkaç parça elmas peşinde koşan kişileri taşırdı. Dağlara ise özel üretim ürünler, okyanus ötesinden nadir eşyalar ile biraz yara izi biraz da bilgelik edinmiş kişileri götürürlerdi. Kervanlar genelde birer gün arayla yola çıkıyorlardı ve manzarayı bir zaman makinesine dönüştürüyorlardı. Berrak bir günde, geçen salıyı bile görebilirdiniz. Helyograflar uzaklarda ışıldayarak kuleden kuleye mesaj yansıtıyor; haydut faaliyetleri hakkında, kargolar hakkında ve hatta çift yumurtalı üç porsiyon patates ve tabaktan sarkacak kadar iri biftek dilimleri yenebilecek en iyi yerler hakkında bilgi aktarıyordu. Söz konusu yük arabaları epey yolcu da taşıyordu. Ucuz bir ulaşım yöntemiydi ne de olsa; yürümekten daha iyiydi ve hedefinize eninde sonunda varıyordunuz. Bazıları ise bedavaya yolculuk yapıyordu… Bir arabanın sürücüsü, öküzleriyle sorun yaşıyordu. Hayvanlar ürkmüştü. Dağlarda, her tür vahşi hayvanın, öküzleri “ayaklı öğün” olarak gördüğü yerlerde, beklenen bir durumdu bu tabii. Oysa bu çevredeki en tehlikeli varlık, lahanaydı.
Arkasında, arabadaki kereste yığınlarının arasındaki dar aralıkta, bir şey uyuyordu. Ankh-Morpork’ta sıradan bir gündü. Çavuş Colon, şehrin en yoğun ana caddelerinden birinin geçtiği Pirinç Köprü’nün ucundaki dingildek merdivene tırmanmıştı. Bir eliyle, en tepesinde bir kutu bulunan yüksek direğe tutunmuştu; diğer eliyle ise, tuttuğu kitaptaki resimleri kutunun önündeki yarığa gösteriyordu.
“Bu da bir başka araba türü,” dedi. “Anladın mı?”
“İv’t,” dedi küçücük bir ses, kutunun içinden.
“Tam-mam,” dedi Colon, tatmin olmuş bir sesle. Kitabı yere
bıraktı ve köprüyü gösterdi.
“Şimdi… yerdeki taşlara çizilmiş şu iki çizgiyi görüyor musun?”
“İv’t.”
“O ne demek peki?”
“Bi-araba-bi-çizgiden-ötekine-bi-dakkadan-az-süre-içindegidiyosa-aşırı-hız-yapıyodur,” diye ezberden okudu küçük ses.
“Aferin. O zaman sen ne yapacaksın?”
“Resmini-yapcam.”
“Ve özellikle de neyi çizeceksin?”
“Sürücünün-yüzünü-veya-arabanın-plakasını.”
“Geceyse?”
“Semenderle-ışık-yakcam.”
“Aferin Rodney. Ve bizden biri her gün buraya gelip yaptığın
resimleri alacak. İhtiyacın olan bütün malzemeler var mı?”
“İv’t.”
“O ne çavuş?”
Colon döndü, aşağıdan bakan geniş kahverengi yüzü gördü ve
gülümsedi.
“Ah, iyi akşamlar Hepsi,” dedi, merdivenden zahmetle inerek.
“Bu karşındaki şey, çok sevgili Bay Hepsi Jolson, yeni mil… milli…
mileniyenyum… yuma uyum sağlamış, modern bir Bekçi Aleti.”
“Burada böyle bekleyecek miyiz yani?” dedi Hepsi Jolson, kutuyu eleştirel gözle inceleyerek. “Bence çok saçm…”
“Bekçi Teşkilatı anlamında bekçi, Hepsi.”
“Haa, tamam.”
“Buradan aşırı hız yaparak geçen birinin resmi ertesi sabah Lord
Vetinari’nin önünde olacak. İkonograflar yalan söylemez, Hepsi.”
“Haklısın Fred. Fazla aptallar çünkü.”
“Beyefendi köprüde hız yapan arabalardan bıktı usandı ve bu
konuda bir şey yapmamızı istedi. Ben artık Trafiğin Başıyım.”
“Bu iyi bir şey mi Fred?”
“Herhâlde yani!” dedi Çavuş Colon geniş geniş. “Şehrin damarlarının tıkanmasını, ticaretin krize girmesini ve sonuç olarak hepimizin mahvolmasını engellemek, bana düşüyor. Yani dünyadaki
en önemli iş olduğunu da söyleyebilirsin.”
“Ve bunu tek başına yapıyorsun, öyle mi?”
“Yaaani. En çok ben yapıyorum. Onbaşı Nobbs ve diğerleri de
yardım ediyor elbette.”
Hepsi Jolson burnunu kaşıdı. “Evet… ben de seninle benzer bir
konuda konuşmak istemiştim aslında Fred.”
“Hiç sorun değil.”
“Lokantamın önünde çok tuhaf bir durum var da…”
Çavuş Colon iri yarı adamın peşine takıldı ve birlikte sokağın köşesini dolandılar. Fred, Hepsi’nin arkadaşlığından memnundu, zira onun yanında sıskacık kalıyordu. Hepsi Jolson atlaslara girecek ve küçük gezegenlerin yörüngelerini değiştirecek cüssede bir adamdı. Parke taşları ayaklarının altında çatlardı. AnkhMorpork’un en iyi şefini ve en iştahlı insanını tek bir vücutta toplamıştı (tencerenin, kapağını yuvarlanmadan bulduğu bir durumdu bu) ve söz konusu vücutta geriye epey boş yer de kalmıştı. Çavuş Colon adamın gerçek adını hatırlayamıyordu, adamın lakabı ortak bir uzlaşmayla verilmişti, çünkü onu sokakta ilk defa gören biri hepsinin Jolson olduğuna inanamıyordu. Geniş Yol’da büyük bir araba duruyordu. Diğer arabalar bu arabanın etrafından dolanmak zorunda kaldığından trafik tıkanmıştı. “Öğleyin lokantama et teslimatı yapıldı Fred. Arabanın sürücüsü arabasına geri geldiğinde ise…” Hepsi Jolson, arabanın tekerleklerinden birine takılmış büyük, üçgen kilidi gösterdi. Alet meşe ve çelikten yapılmıştı ve sarıya boyanmıştı.
Fred aleti dikkatle tıklattı.
“Evet, anlıyorum,” dedi. “Arabacı içeride ne kadar kaldı?”
“Ona öğle yemeği yedirdim ve…”
“Çok da güzel öğle yemekleri hazırlıyorsun Hepsi, hep söylerim. Bugünün spesiyalitesi ne?”
“Kaymak soslu lanetlenmiş biftek, yanında yahni, tatlı olarak
da kara ölüm bezesi,” dedi Hepsi Jolson.
Yemekleri hayal ederlerken bir anlık sessizlik oldu. Fred Colon
hafifçe içini çekti.
“Yahniye tereyağı da koymuş muydun?” dedi.
“Tereyağsız servis edebileceğimi düşünerek bana hakaret etmeyeceksin, değil mi?”
“Böyle bir yemek yavaş yavaş, tadını çıkara çıkara yenir gerçekten,” dedi Fred. “Ama sorun şu ki, Hepsi… Ataerk, yolda on dakikadan daha uzun süre park eden araçlara çok bozuluyor. Bunun bir tür suç olduğunu düşünüyor.” “Benim yemeklerimin bir öğününü on dakikada yemek ise suç değil, trajedi olur Fred,” dedi Hepsi. “Bak burada ne yazıyor: Bekçi Teşkilatı – Çıkarma bedeli 15 dolar. Bu benim iki günlük kârım Fred.”
“Sorun şu ki…” dedi Fred Colon, “eh, evrak işi çıkar, anladın mı? Cezayı öylece iptal edemem. Keşke edebilsem. Ofisim makbuz koçanlarıyla dolu. Teşkilatı ben yönetseydim hiiiç sorun değildi ama… elim kolum bağlı işte.” İki adam, elleri ceplerinde, aralarında biraz mesafe bırakmış ve birbirlerine dikkat etmezmiş gibi yaparak dikiliyordu. Çavuş Colon kendi kendine ıslık çalmaya başladı. “Ben de bir iki şey biliyorum,” dedi Hepsi, dikkatle. “Müşteriler, garsonların kulakları yok zannediyor.” “Bense çok şey biliyorum Hepsi,” dedi Colon, cebindeki bozuklukları şıngırdatarak. İki adam bir süre gökyüzünü izledi. “Dünden kalma ballı dondurmam olabilir biraz…” Çavuş Colon başını indirip arabaya baktı.
“Hey, Bay Jolson,” dedi ansızın şaşırmış gibi, “şerefsizin biri arabana kilit takmış! Hemmen icabına bakalım.” Colon kemerinden iki adet yuvarlak, beyaz raket çıkardı; eski limonata fabrikasının üzerinde yükselen, Bekçi Teşkilatı’na ait semafor kulesini arayıp buldu; orada nöbet tutan gargoyle işaret verene kadar bekledi ve sonunda, enerji dolu havalı hareketlerle, kolları tutulmuş bir adamın aynı anda iki ayrı masa tenisi maçında oynayışını taklit etti. “Ekip birazdan burada olur. Hah, şunu izle…” Yolun biraz ilerisinde iki trol, bir saman arabasının tekerini kilitliyordu dikkatle. Birkaç dakika sonra içlerinden birinin gözü tesadüfen semafor kulesine takıldı, arkadaşını dürtükledi; arkadaşı da kemerinden iki raket çıkardı ve Çavuş Colon kadar gayretli olmayan hareketlerle sinyal yolladı. Mesaja yanıt geldiğinde troller etraflarına bakındı, Colon’u gördü ve sallana sallana onun yanına geldi.
“İşte karşında!” dedi Colon gururla. “Bu yeni teknoloji gerçekten harika,” dedi Hepsi Jolson hayranlıkla. “Üstelik ne kadar da uzaktaydılar, değil mi? Kırk adım mı? Elli?” “Kesinlikle, Hepsi. Eski günlerde olsa düdük çalmam falan gerekirdi, düşünsene! Üstelik, onları benim çağırdığımı bilerek geldiler.” “Bakıp sen olduğunu görmek yerine,” dedi Jolson. “Eh, evet,” dedi Colon, verdiği örneğin iletişim devriminin taze şafağındaki en parlak ışın olmayabileceğini fark ederek. “Yani… birkaç sokak uzakta olsalar da tıkır tıkır işlerdi tabii. Hatta şehrin diğer ucunda olsalar bile. Ya da nöbetçiye, mesela… mesajı Tump’ın oradaki, bizim tabirimizle ‘büyük’ kuleye ‘yollamasını’ söylesem, birkaç dakika içinde ta Sto Lat’a aktarılmış olurdu, çaktın mı?”
“Orası otuz beş kilometre uzakta.”
“En az.”
“Muhteşem, Fred.”
“Zaman değişiyor Hepsi,” dedi Colon. Troller yanlarına vardı.
“Bekçi Silislişist, arkadaşımın arabasının tekerleğini kilitlemeni
sana kim söyledi?”
“Şey, çavuş… bu sabah dediydin ki bütün…”
“Bu arabanınkini değil,” dedi Colon. “Hemen kilidi çıkar ve bundan bir daha bahsetmeyelim, tamam mı?” Bekçi Silislişist, ona düşünmesi için para ödemedikleri kararına varmış göründü, ki böylesi daha iyiydi; zira Çavuş Colon, trollerin o konuda israf olduğuna inanıyordu. “Sen ööle diyosan çavuş…” “Sen bunu hallederken ben Hepsi’yle biraz sohbet edeceğim. Değil mi Hepsi?” dedi Fred Colon.
“Haklısın Fred.” “Yani, sohbet derken… ben daha ziyade dinleyeceğim anlamında. Çünkü ağzım dolu olacak.” Köknar dallarından karlar döküldü. Adam karları yara yara geçti, bir an durup nefeslendi ve sonra açıklıkta hızla koşmaya başladı. Vadinin öbür yanından gelen ilk boru sesini duydu. Bir saati vardı demek ki. Tabii o şeylerin sözüne güvenebilirse. Kuleye varamayabilirdi belki ama… başka çıkış yolları bulabilirdi. Plan yapmıştı. Atlatabilirdi hepsini. Mümkün olduğunca kara basma, zaman zaman dönüp geldiğin yoldan geri dön, dereleri kullan… Mümkündü, daha önce de yapılmıştı. Bazı kişiler başarmıştı. Emindi buna. Birkaç kilometre uzakta, çevik bedenler ormana daldı. Av başlamıştı. Ankh-Morpork’ta başka bir yerde, Soytarılar Loncası yanıyordu. Bu bir sorundu, çünkü loncanın kendi itfaiye ekibi daha ziyade palyaçolardan oluşmuştu. Ve bu da bir sorundu, çünkü bir palyaçoya bir kova su ve merdiven gösterirseniz, tek bir şey yapmayı bilir. Senelerin eğitimi kontrolü ele geçirir. Kırmızı burundan gelen bir şey, onunla konuşur. Palyaçonun elinde değildir. Ankh-Morpork Bekçi Teşkilatı’ndan Sam Vimes duvara yaslandı ve gösteriyi izledi. “İtfaiye teşkilatı fikrini Ataerk’e tekrar önermeliyiz gerçekten…” dedi. Sokağın karşısındaki palyaço merdiveni kaldırdı, döndü, arkasındaki palyaçoyu su kovasının içine devirdi, çıkan sesin kaynağını görmek için tekrar döndü ve yerden kalkan kurbanını şaşırtıcı bir parp! sesi eşliğinde kovaya yine düşürdü. Kalabalık,mutlak bir sessizlikle izliyordu onları; çünkü komik bir durum olsaydı, palyaçolar yapıyor olmazdı.
“Loncaların hepsi buna karşı ama,” dedi Kumandan Yardımcısı Yüzbaşı Havuç Demirdökümcüoğlu, merdivenli palyaçonun pantolonunun içine bir kova su boca edilirken. “Haneye tecavüz olacağını iddia ediyorlar.” Yangın birinci kattaki odayı sarmıştı. “Efendim, yanmasına izin verirsek şehrin eğlence sektörüne darbe indirmiş oluruz,” dedi Havuç ciddiyetle. Vimes ona yan yan baktı. Bu tam da Havuçça bir yorumdu. Son derece masumane bir laftı ama farklı bir şekilde de algılanabilirdi. “Kesinlikle,” dedi. “Neyse, ben de bir şeyler yapmamız gerektiğini düşünüyordum.” Öne çıktı ve ellerini boru yapıp ağzına götürdü. “Pekâlâ, Bekçi Teşkilatı konuşuyor!
Hemen kova zinciri yapın!” diye bağırdı. “Aaa, yapmasak olmaz mı?” dedi kalabalıktan biri. “Hayır, olmaz!” dedi Yüzbaşı Havuç. “Hadi bakalım millet, iki sıra oluşturursak yangını hemencecik söndürebiliriz! Ne dersiniz? Eğlenceli bile olabilir!” Havuç’u herkesin pürdikkat dinlediğini fark etti Vimes. Havuç herkese harika kişilermiş gibi davranırdı ve açıklanamaz bir şekilde herkes de onu haklı çıkarma telaşına kapılırdı. Hayırsever vatandaşlar palyaçoların aletlerini ellerinden alıp onları olay yerinden uzaklaştırdıktan sonra yangını kısa sürede söndürdüklerinde, izleyenler hayal kırıklığına uğradı. Vimes bir puro yaktı. Havuç alnını silerek geri döndü.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Genç Yetişkin Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBeşinci Fil
- Sayfa Sayısı424
- YazarTerry Pratchett
- ISBN9786052349854
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5, Karton Kapak
- YayıneviDelidolu /
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Gölgeler Ormanı ~ Pik-Shuen Fung
Gölgeler Ormanı
Pik-Shuen Fung
Ailenizde kimse duygulardan bahsetmiyorsa siz nasıl yas tutacaksınız? Ruhlar Ormanı’nın isimsiz ana karakteri, babasının ölümünün ardından kafasında bu soruyu döndürüp durur. 1997 yılında Hong...
- Sürgün – Drizzt Efsanesi 2. Kitap ~ R. A. Salvatore
Sürgün – Drizzt Efsanesi 2. Kitap
R. A. Salvatore
Yeryüzünde yaşayanların asla bilemeyeceği kadar dehşet ve tehlikelerle dolu Karanlıkaltı’nın labirent dehlizleri, orada yolculuk etme cesareti gösteren herkese meydan okuyor. Drizzt Do’Urden özgürlüğe giden...
- Aşk, Yaz, Savaş ~ Eugenia Fakinou
Aşk, Yaz, Savaş
Eugenia Fakinou
Maria, evlilikten kaçıp evinden ayrılıp büyülü şehir İskenderiye’ye doğru tek başına yola çıktığında henüz daha on ikisindeydi. Yaşamın kendisine cömert davrandığını söylemek zor. Savaşın...