“Bir kadının her şartta yaşama tutunma çabası, iç dünyasındaki çalkantılar, beni çok etkiledi. Bir süre bu etkiden kurtulamadım. Derinliği olan bir kitap, kutlarım.”
-Türkan Şoray-
“Hayat bize birçok yön gösterirken…. Aslında yönsüzlüğün girdabına sürükler de biz farkında olamayız. En dipten, en tepeye tırmanış; en tepeden, en dibe inişin hikâyesi…”
-Sinan Yağmur-
“Sürükleyici, duygusal, düşündürücü.”
-Cosmopolitan Dergisi-
“Bu roman sizi kısa sürede içine alacak ve keyifle okuyacaksınız.”
-NCITY Dergisi-
“Gerçekten etkilendim. İnsana dair ne varsa bu romanda var… Tiyatro metni olsaydı oynamak ve sahnelemek isterdim.”
-Yeşim Gül-
“Gerçekten iyi bir konu. Bu hikâyeden çok güzel bir senaryo da olabilir, çok beğendim.”
-Figen Say-
“Erkek ve kadın ilişkilerinin dışında insanı anlatan bir konu. İşte bu!”
-Ruçhan Çalışkur-
“Berrin’in içinde yanan o çok tanıdık ateşi içinizde hissedeceksiniz…”
-Kadıköy Life Dergisi-
“Ercan Akarsu, Kayıp hayatlar atlasından bir buket sunuyor yeni kitabıyla.”
-Fatih Bayhan-
“Köksüz hayatların acıklı öyküsü.. Yazında ümit verici bir sadelik ve akışkanlık…”
-Nusret Çetinel-
“Ercan Akarsu, gözlemlediği insan psikolojisini belki de en uç örneklerle ama cesurca Berrin’de yansıtmış.”
-Gizem Çolak-, Radyo Turkuvaz
“Okurken Berrin’i tanıdığınızı, dün onu yanınızdan geçerken gördüğünüzü sanacak kadar inandırıcı!”
-Nurcan Elver-
“Berrin’in hikâyesini okurken, zamanın nasıl geçtiğini anlamayacaksınız.”
-Ahmet Tansu Taşanlar-
***
Döndüğümde kıyafetlerini çıkarmamıştı. Öylece duruyor, sık sık burnunu çekiyordu.
“Sana ne dedim ben?” diye bağırdım.
Temizlik için kullandığım ameliyat eldivenlerini taktım. Pamuğa aldığım vazelini hemen ellerine ve yüzüne sürdüm; birkaç saniye bekletip tentürdiyotlu pamukla sildim. Ardından üstündekileri didiklemeye başladım. Küçük bir erkek çocuğu gibi utanıyor, karşı koymaya çalışıyordu. Evet, koskoca adam resmen benden utanıyordu.
Onun direnmelerine karşı inatla mücadele ederken söylenmeye başladım.
“Bak Fatih!” Utanmanın sırası değil, gir şu suyun altına!” diye sesimi yükselttim.
Onu iteleyerek soğuk suyun altına soktum. Ben de bir parça ıslandım ama bunu düşünecek zaman değildi. Hemen yerdeki kıyafetlerini çamaşır makinesine attım. Sonra eniştemin kıyafetlerinden üzerine uyabilecek bir pantolon ile tişört getirdim.
Yaklaşık kırk beş dakika sonra her şey yoluna girdi. Salondaki koltukta hâlâ küçük bir çocuk kadar utangaç, masum bir delikanlı vardı. Ona bakarken gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Mutfağa gidip ikimize kahve hazırladım. Bir an her şey o kadar doğal geldi ki, bana yaptıklarını unutmuştum. Kahvelerimizden birer yudum aldıktan sonra sordum.
“Neden?”
Sonra sorumdan vazgeçtim.
“Hayır, cevap verme.” dedim.
Ardından “Aç mısın?” diye sordum.
Anlamsız bir soruydu. Akşam yemeği yemiş bile olsa bu saatte herkes aç olurdu.
Paniği ve kavgayı önlemenin tek yolu hiçbir şey olmamış gibi davranmaktı. Nasılsa güvendeydim o da karşımdaydı. Bu gece her şey çözülecek, nedenlerini sıralayacaktı. Bilmediğim şeyler değildi ama yine de memnundum. Düşündüğüm gibi ruh hastasıyla karşı karşıya değildim. Ruh hastaları kendini belli eder mi? Çok normal davranan ve bam teline bastığında şiddete başvuran birçok ruh hastası vardı. Bu kanaate nasıl vardım? Önemli değildi. Şimdilik uysal ve sakin görünüyordu.
Buzdolabındaki Evren’e ikram etmek için hazırladığım ne olduğu belirsiz yiyecekleri çıkarttım. Arkamdan mutfağa geldi.
“Susuzum.” dedi.
Biber gazının etkisiydi. İçi yanıyor olmalıydı. Bir bardak soğuk su verdim. Nefes almadan içmeye başladı. Âdemelmasından suyun midesine doğru yudum yudum akışını görebiliyordum. Yutkunurken sesler çıkartıyordu. Onu bugüne kadar hiç yapmadığım şekilde derinden seyrettim. Bu adam yılardır bana âşıktı; ama bu kez fazla ileriye gitmişti. Başımı öne eğip yemek tabaklarını düzenlemeye başladım. Bir şey söylemeden kapıdan çıktı.
Salona geldiğimde yemek masasının üzerine bıraktığım cep telefonuma bakıyordu.
“Ne yapıyorsun sen?” diye sordum.
“Telefonumu bulamadım, kendi numaramı aradım.” diyerek yerine bıraktı.
Evren’in mesajlarından başka kayda değer önemli bir şey yoktu. Sorun çıkarmadım.
“Şarap ister misin?”
“Ne iyi olur.”
Kendimi kandırdım. Hem de en mantıksız yalanla. Dün sapığım olan adamla birlikte yemek yiyecek üstelik alkol alacaktım. Mazeretim ise, biraz çakır keyif olduğunda onu konuşturmaktı. Mantıklı olan ise defolup gitmesi…
“Oldu olacak şu mumları da yakalım.” diyerek çakmağını çıkarttı.
Ne “evet” dedim ne de “hayır” sadece seyrettim. İçgüdülerimle hareket etmeyeli uzun yıllar olmuştu. Her attığım adımı sekiz kere hesaplamamın nedeni dürtülerimi baskılamaktı. Basbayağı romantik bir gece yemeği havasıydı. Akışına bıraktım. Yıllar önce yaptığı gibi yeniden bana aşkını itiraf etmesi hoşuma gidecekti; benim itiraz etmem ise onun hoşuna gitmeyecekti. Yaşanacakları bilmek, kehanet olmasa da tahmin edebilmek iyi geldi.
“Nerelerdesin?”
“Öğretmen oldum. Pendik’te bir okuldayım.”
“Peki, nerede oturuyorsun. Dur tahmin edeyim. O gün beni beklediğin köşedeki beton evde.”
“Doğru tahmin.”
“Peki, neden çalıştığın semtte oturmuyorsun?”
“Onu da tahmin et!”
Çatalımı masaya bırakıp, yüzüne bakmaya başladım. Hiç değişmemişti. İnce mizah anlayışı, konuşurken takındığı muzip tavır aynıydı. İnadımı yarım bırakamazdım. İnsan psikolojisi üzerine eğitim alıyordum. Hangi sözüyle nereye varmak istediğini anlamak zor değildi.
“Vazgeçmedin değil mi? Bu duyguların aşk değil bence. Ya onur meselesi yaptın, ya da kaybetmeyi sevmiyorsun. Aşkın ömrü bu kadar uzun olamaz.”
“Böyle düşünmen çok normal. Sendeki aşkın tarifi bambaşka çünkü.” dedi.
Düşünceleri doğru değildi. Gerçek aşkı kim istemezdi ki? Ben sadece masallardaki gibi aşkın olabileceğine inanmayan sadece insan davranışlarının gerçek nedenini mantık çerçevesinde araştıran akademisyendim.
Yüzüne yansıyan mum alevinin dalgalanışını seyrettim. Bıyıklarının altındaki dudaklarının biçimli duruşu içimi okşadı. Onu reddettiğim günkü tartışmamızın hemen ardından çenemi sımsıkı tutup öpüşü aklıma geldi. Derinlere gömdüğüm ama unutmayı göze alamadığım güzel bir anıydı. Hatırlamak ise işime gelmemişti. Ona karşı yenilgiyi kabullenmek demekti.
“Senden ne haber, nasıl gidiyor?” diye sordu.
“Ehh işte! Attığım her adımı biliyor olmalısın. Bu soruya şaşırdım.”
“Evet, biliyorum. Hâlâ andropozdaki o adamla çıkıyorsun. Daha doğrusu o seninle çıkıyor. Çünkü bazı şeylerin senin iradende olduğunu sanmıyorum.”
Her zaman yaptığı gibi yine beni kızdırmayı başardı. Öfkem yüzüme alev alev yansıdı. Hem beni sevdiğini söylüyor hem de aşağılıyordu.
“Yalan mı?” diye yineledi.
Ayağa kalktım ve yanına gittim. İçimden kovmak geçiyordu ama kurtuluş değildi. Zaten sorunumuz Evren değildi.
“Be-nim ö-zel-im…” diye heceleyerek ve altını çizerek dişlerimin arasından konuştum. “Sen dâhil kimseyi ilgilendirmez!” diye ekledim.
O kadar masum bakıyordu ki; hayır, acıyarak bakıyordu. Ona göre ben acınacak bir kadındım. Duygularım gelgitlerde olduğu için kalbimin ritmi değişti. Öfkeyle yanına gitmiştim ama bakışlarına takılıp kalmıştım. Neden aynı görüntü hafızamda canlanıp duruyordu. Zayıf mı düşmüştüm? Onu eve aldığım için pişmanlık yaşıyordum belki de. Kendine güvenin bu kadarı fazlaydı.
“Neyse, tartışmaya gerek yok! Ben gideyim artık.” diyerek ayağa kalktı. “İşte şimdi, yine öpecek” diye düşündüm, iradesizce gözlerimi kapattım. Dudaklarımın arasından belli belirsiz “Şimdi değil.” sözleri döküldü. Sonra birden beynimin mantık bölümü çalıştı. “Daha görülecek hesabımız var!” diye devam ettim. Eline şarap kadehini aldı ve kanepeye oturdu. Başka birisi olsaydı bu fırsatı kesinlikle değerlendirirdi. Yapmadı.
“Hadi konuşalım.” diye gülümsedi. Gamzesi, sağ yanağını çukurlaştıran gamzesine takıldı gözüm. Bulunduğu yerden beni net olarak gördüğünü bildiğim için hemen gözlerimi kaçırdım Masanın sandalyesini ona yaklaştırıp oturdum ve bacak bacak üzerine attım.
“Bacakların çok düzgün, bayılıyorum. Mini eteğin sana yakıştığını söylemiş miydim?”
“Bunları mı konuşacağız?”
“Hayır, ne konuşacağımızı söylemediğin için olağan konular buluyorum.”
Böylesi ukala birisine nasıl olur da tahammül ederdim. Ne yapmaya çalışıyordum? Kararsız kaldım.
“Benden ne istiyorsun?” dedim.
“Seni…”
“İstiyorum,” kelimesini söylemedi. Halının turuncularını incelerken düşünüyordum. Evren tam da orada çırılçıplak yatıyordu. O da beni önce istemiş ama bakire olduğumu öğrenince birden istemekten vazgeçmişti. Onur kırıcıydı, utanç verici-bakire olmak değil- bakire olduğun için istenmemek. Ne garip… Fatih büyük ihtimal Evren’le yattığımı düşünüyordu. Hatta onun bana yetmediğini bile düşünmüş olabilirdi.
“Sustun,”
Evet, susmuştum; çünkü içseslerimin kavgasında kimin yeneceğini merak ediyordum. Bir yanım Evren’le devam etmem için bu adamı hayatımdan tamamen kovmam gerektiğini söylüyordu. Ötekisi…
Olacak şey değildi.
“Ben seni is-te-mi-yo-rum. Ne laf anlamaz adamsın. Sevdiğin kadın seni sevmiyor. Sen ne yapıyorsun; yıllarca peşinde geziyor, zamanını boşa harcıyorsun. Şimdiye kadar çoktan evlenip çoluk çocuğa karışman gerekiyordu. Hatta bazı insanlar ilk çocuklarına sevdiklerinin adını bile koyarlar. Eşlerine hissettirmeden.” dedim.
“Ben koymazdım. İşte bu yüzden kız çocuklarının adını annenin, erkek çocukların adını da babanın koyması gerekir. Bizim kızımızın adı ne olurdu sence?”
“Yasemin.”
Nasıl da birden çıkıverdi ağzımdan. Son harfini bile vurgulayarak söylemiştim. Ayağa kalktım. Onun sorusunu doğru duymuştum; ama nasıl bir gaftı Yarabbi!
“Saçmalama, sakın bana böyle sorular sorma. Şimdi, hemen şimdi çık ve git çabuk. Bak, kapı orada. Arkandan kapatmayı unutma lütfen!”
“Sakin ol! Ben bir şey duymadım. Hem o konu çoktan kapandı. Konuşacak fazlaca meselemiz yok, cümleleri dikkatli seçmeliyiz. Yok; çünkü birlikte hiç yaşamadık; olmadı, olamadı. İzin verseydin, eğer izin verseydin böyle olmayabilirdi Berrin.”
Melülleşti hatta mahzunlaştı birden. Birkaç duyguyu aynı anda nasıl ifade edebiliyordu. Beni en çok şaşırtan yanı buydu. Kesinlikle umut vermiyordum; ama bir şekilde benden umudunu kesmemesini sağlıyordum. Elindeki tutunacak tek dal, Evren’in benden çok büyük olması ve bu ilişkinin geleceğinin karanlık olmasıydı. Her an biteceğini umut edip çaresiz kaldığımda ona koşacağımı zannediyordu.
Göz ucuyla ne yaptığını izledim. Kovmuştum ve gitmesini bekliyordum. Gitsin ve yalnız kalayım istiyordum. Hayatımın muhakemesini ancak kendimle kaldığımda yapmalıydım. Ondan bana neydi ve benden ona ne! Gitti sonunda. Sessizce ve vedalaşmadan, kapıyı arkasından yavaşça kapatarak gitti. Çarpmadan.
…
“Berrin” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yerli) Tüm Kitaplar
- Kitap AdıBerrin
- Sayfa Sayısı192
- YazarErcan Akarsu
- ISBN9786054478231
- Boyutlar, Kapak14x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviKaNeS Yayınları / 2012
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Malazgirt’in Üç Atlısı ~ Ahmet Yılmaz Boyunağa
Malazgirt’in Üç Atlısı
Ahmet Yılmaz Boyunağa
Selçuklu orduları büyük bir hızla Anadolu’ya doğru ilerlerken bu durumdan hoşnut olmayan karanlık güçler de boş durmamaktadır. Selçuklu Sultanı Alparslan’ı öldürmeyi planlayan Hasan Sabbah,...
- Türk Ülküsü ~ Hüseyin Nihal Atsız
Türk Ülküsü
Hüseyin Nihal Atsız
Bir ülkünün çevresinde toplanmak ve onun için ölümü göze alarak savaşmak ne güzel şeydir! İnsanlar ancak ülkü ile hayvanlardan ayrılabiliyorlar. Millî bir ülkü olmadıktan...
- Rana ~ Hacer Aydın
Rana
Hacer Aydın
Siz hiç aşkınız uğruna karşı cinsin kılığına girip, karşılaşabileceğiniz her türlü zorluğu, engeli, ayıplamayı göze aldınız mı? Üstelik bunu 9. yüzyılın erkek egemen toplumunda ve halifeliğin hüküm sürdüğü bir dönemde yaptığınızı hayal edin.
Gerçekten cok basarili bir kitap bir cirpida bitirdim uykumuzdan olduk biraz ama buna degdi :)