“Dünya kurulalı beri düşmanlık, öç, kin, kötülük, savaş ve kıyım, anneler çocuklarını yeterince sevmediğinden oluyordu; neden olmasın?”
Aynı kadına, Behice Hanım’a, “Ne yazık ki beni doğurdunuz anneciğim,” diyen hovarda Cihan Nedim’in, “Unutmayasın ki oğlunu çoktan doğurdun, rahmini kapat artık,” diyen hayat kadını Mercan’ın, “Çekeceğim bütün acıları nefretinize tercih ederim,” diyen bir evin bir kızı Kadriye’nin ve “Yazısında varsa mani olamazsın,” diye cevap veren sağır ve sessiz Hikmet Efendi’nin hikâyesi bu. Onları ve daha fazlasını bir araya getirense Tanrı’nın yazgısı değil, Behice Hanım’ın kaderi değiştirmeye ant içmiş eli. Belki de kefareti.
Yazar Sabâ Altınsay, İkinci Dünya Savaşı’nın yoklukla, zorlukla, hastalıkla yoğrulmuş atmosferinin tüm gerçekleriyle karşılıyor okuru. Bunu, karakterlerin farklı sesleriyle, anıların yardımıyla bize ulaştırıyor ve sözcüklerle imgeler yaratma becerisini eşşiz bir üslupla birleştiriyor. Dönemin dilini ustaca yansıtırken okurla beraber acının, nefretin, cezanın, iyiliğin, kötülüğün, adaletin, doğrunun, yanlışın ve suçun anlamlarını sorguluyor.
Benim Hiç Suçum Yok, dağılan bir ailenin ve değiştirilen yazgının trajedisi.
*
Teşekkür
Benim Hiç Suçum Yok’u yazarken her aşamada bana yol gösteren değerli tarihçi, yazar Mehmet Tanju Akad’a, görüş ve eleştirilerini benimle paylaşan yakın arkadaşım, çevirmen, eleştirmen Ayşen Anadol’a ve önerileriyle bana destek olan sevgili dost, yazar Ömer Tecimer’e teşekkür ederim.
*
Birinci Söz
Ben gözlerimi açtığımda Tanrı kâinatı yaratmaktaydı.
Korkunç bir uğultu vardı. Kocaman, kara bir boşluğun içindeydim ve o, yılışık katran gibiydi; ağır ağır kıpırdıyordu. Ağdamsı sıvıda yüzüyordum. Tanrı arkamdaydı; hissediyordum. Zira sedefli ışık omuzlarımdan aşıp önüme, ayaklarımın dibine düşüyor, zifiri sıvıyı biraz olsun aydınlatıyordu. Arkama dönmeye korkuyordum.
Gürültüden başka bir şey duymuyordum. Öyle bir hengâmeydi ki başka bir sesin ne işitilmesi mümkündü ne de var olması.
Henüz yaratıldığım ve eceli bilmediğim için korkuyu da bilmiyordum. Onu yapan ölümdür. Ölümü tanımıyor olsaydınız hiçbir şeyden korkmazdınız. Fakat ölüm, hamurunuzun en kıymetli harcıdır ki ben, o vakit, yani Tanrı kâinatı yaratmaktayken ve beni de kendi hamurumdan az önce yaratmışken oradaydım ve tir tir titriyordum. Yüzüme bir avuç alev savurmuşlardı sanki. Gözlerim kavruluyordu. Görmemek için ne başımı çevirebiliyor ne de gözlerimi kapatabiliyordum. Benim orada oluşum, varlık nedenim, vazifem, Yaratılış’ın tüyler ürpertici karmaşasına dayanabilmekti. Dayandım.
O katran gibi gölgenin içinde salınırken ışığa çarptım birden. Acıyan gözlerim ışığın zifir, karanlığın sedef, çığlığın sessizlik, ateşin buz, buzun kor olduğunu gördü. Tanrı’yı gördüm. Bunların hepsiydi. Ahenkti ve kıyametti.
Elini kaldırdı ve âlemi yarattı.
Güneşi, yıldızları, dünyayı, bildiğiniz ve bilmediğiniz ne varsa hepsini yarattı.
Dünyaya nefesini üfledi; nefesi su oldu.
Elini üzerinde gezdirdi. Denizler, nehirler, çağlayanlar dalgalandı ve aktı.
Üfledi; nefesi yer oldu.
Yerin içinden dağlar fışkırdı. Uğuldayarak, kabuk kabuk yarılarak birbirlerinin üzerine yığıldılar.
Bunların nasıl göründüğünü, ortalığı kaplayan yırtıcı sesi ve en önemlisi, o acayip kokuyu size daha iyi anlatmalıyım.
Renkler henüz yaratılmamıştı. Her şey karanlıktan ve ışıktan ibaretti. Sonsuzluk bu ikisiydi. Binlerce güneş, binlerce yer, kör bir kütle halinde boşlukta yüzüyor, kendi etraflarında daireler çizerken parlak bir ışıkla sıvanıyorlardı. Tanrı yerlerin ve göklerin üzerine nefesini üfledikçe kat kat çoğalıyorlardı.
Sesin, nefesin, uğultunun cümlesi birden gümbürdüyor, âlemin feryadını oluşturuyordu. Daha doğrusu sessizlik, şuurunu kaybetmiş çığlıktır. Kulak verip dinleyebilirseniz birinin içinde ötekini duyarsınız.
Yakıcı koku, katranı andırıyordu. Tozun, suyun, güneşin, hararetin ve dondurucu soğuğun kokusu katrana karışıyor; bunaltıcı, ıslak bir duman yaratılanları içine alıyordu.
Tannı kâinata yüzünü döndü ve gündüz oldu. Sırtımı döndü ve gece oldu.
Yedi gökkuşağı çıktı. Yedi kez iç içe geçti.
Ağlamaya başladım. Renklerin şavkı yüzüme vuruyor, şekli olmayan varlığım, gözyaşlarımdan yansıyan renklerle yıkamıyordu. Maviydim, yeşildim, kızıldım, aktım, mordum, karaydım ve şeffaftim. Hiçtim, vardım; yoktum, oldum.
Tanrı, ben ve kâinat vardık. Yerler, gökler, yaratılmış olanlar ve ben, O’nun önünde uzanan bir boşlukta arka arkaya sıralanıyorduk.
Cansızdık. Şekil de yoktu sonsuzluk da. Sadece an vardı. Hepimiz onun içindeydik.
Tannı bize baktı. Sırayla aydınlandık. Bakışları, bizim göremediğimiz derinliklere uzadı. O boşluğun içinden korkunç bir feryat yükseldi. Tüylerim diken diken oldu. Yırtıcı ses, kocaman bir top gibi fırladı ve burkula burkula üzerime geldi. Tanrı, ayaklarımın dibine, hâlâ haykırmakta olan kırmızı bir et parçası fırlattı: İnsan!
Eti kan, cam kan, ölümü kan olan bir şeydi bu. Çığlığı karanlık dehliz, ruhu sır, gönlü mahşer, aklı bela, fikri cinnet bir yaratıktı. Bütün yaratılmış olanlardan güzel ve hepsinden çirkindi.
Çoğalıyordu. Canhıraş feryatlarla oradan oraya atılıyor, içini yırtıyor, içinden kendine benzeyenler çıkıyordu. Size anlatılan Âdem❜le Havva masalı yalan. Cehenneminiz de yok cennetiniz de. Yaratılışınız böyledir; yemin ederim. Her şeyi gördüm.
Tann âleme dikkatlice, uzun uzun baktı. Orada kıpırdayan tek şey az önce var edilmiş olan insandı; hâlâ bağırıyordu. Koca âlem cansızdı. Denizler akıyordu, ağaçlar sallanıyor, rüzgâr esiyor, gün ve gece oluyor ama insandan başka hiçbiri nefes taşımıyordu. Tann, koca bir rahim gibiydi ve âlemi içine hapsetmişti. Derin bir soluk çekti ve üfledi; âleme can verdi.
Ben ve kâinat, ölümü insanla tanıdık. Hayatı da. Yaratıldığı andan itibaren can, ölüm oldu ve ölüm can oldu. Başlangıç ile bitiş, var ile yok birbirlerinden doğdular. Ben şahidim.
Tanrı, kargaşanın tam ortasında duruyordu. Gözlerimi kapatmıştım. Daha fazlasını görmek istemiyordum. Şimdiki korkum, gerçek bir korkuydu üstelik. Ecel yaratılmıştı.
Hissediyordum; eksik olan bir şey vardı. Size de öyle gelmiyor mu? Niçin var edildiğinizi, kâinatın sebebini hatta benim sebebimi sormayacak mısınız? İnsanla başlayan, insanla biten bir eksiklik olduğunu görmüyor musunuz? Daha doğrusu, sebebin ta kendisi olduğunuzu anlamayacak kadar şuursuz musunuz?
Şuursuzdunuz. Söz yoktu, mana yoktu, fikir yoktu ve fark yoktu. Yer göğe, renk karanlığa, insan toprağa benziyordu ve toprak hiçbir şeye benzemiyordu. Ağaçlar suya, su rüzgâra, böcekler kuşlara, günler gecelere, şimdiki zaman sonsuzluğa eşitti ve hiçbiri değildi, kendisi de değildi.
Tanrı âleme sebebini verdi. İnsana da verdi. Ve bana verdi. Bundan sonrası sizin değil, benim hikâyemdir. Ya da ortak hikâyemizdir.
“Yok et beni,” dedim, “dayanamıyorum.’ “Dayanacak olan sen değilsin,” dedi bana, “insandır.” İliklerime kadar titredim.
Bir köşeye büzülmüştüm, saklanmaya çalışıyordum. Gözlerim hâlâ sımsıkı kapalıydı ama hararetini hissediyordum. Bana doğru uzandı ve beni sonsuz ve bambaşka parçalara ayırdı. Sayısız kere parçalandım. Çoğalıyor, ayrılıyor, bir daha çoğalıyordum. Hepinize yetecek kadar.
Şekilsizdim, renksizdim, renktim, acı ve mutluluktum, sevinç ve kederdim, kabul ve reddim, şükür ve isyandım, zafer ve yenilgiydim, kötüydüm ve iyiydim, seçilen ve vazgeçilendim, güçlü ve zayıftım, değişmeyendim, değiştirilemeyendim, değişmezdim. Bendim, bendim, bendim.
“Âlem-i zâtindir,” dedi, ismimi üfledi yüzüme. Söylemem; lâkin bilirsiniz. Hepinizin adı başkadır ve benimki aynıdır. Beni benimle anarsınız.
Sonsuz parçalarımı topladı ve dedi ki:
“Ben onları başka yaratmadım. Başka yarattığım sensin. Değil mi ki budur, her biri başkadır.”
Böldü ve bölüştürdü beni. Cismim yoktu, insanı cisim diye verdi bana. Doğmuş ve doğacak olanın alnındaki alâmet, benim. Hepinizde varım; oradayım; iyi bakın. Benimle doğar ve öyle ölürsünüz. Sondan başa doğru okunan bir yazıyım ben. Geriye bakarak çözülürüm. Öğrenilmez ve bilinmezim. Yaşadıkça tanırsınız beni.
Şeytan yalandır. Siz de biliyorsunuz. İsyankâr olan bendim. Kabul etmedim; acımdan kıvranarak insandan ve Tanrı’dan kurtulmak için çırpındım, yalvardım. İnsan ve ben; birbirimize mahkûm olmamız benim suçum değil; yemin ederim. İnsan benim ezeli şahidimdir.
O âlem-i ekber, o gaip, o devran, o sır ve ahenk içini çekiyor, yara gibi sızlıyordu. Ezel ve ebed, gümüş bir aynanın içinde çoğalıyor, birbirinin üstünden aşarak kayboluyor ve geri dönüyordu. Sular ürperiyor, titredikçe kurşuni bir aydınlık saçıyordu. İnsanın ve benim giderek kısılan seslerimiz, Tanrı’nın sesinde kayboldu.
“Var olan, olmamışa eşittir; gelir ve geçersiniz. Yeniden, yeniden, yeniden yaratırım…”
Sonra sessizlik geldi.
K.
Birinci Bölüm
“Tesadüf yoktur.”
K.
Sabah ayazı, dar sokaklarda hızla ilerleyen faytonun önünde arkasında dolaşıyor; geriden, denizden gelen rüzgârı, tuzdan ağırlaşmış nem bulutlarını kaptığı gibi atların yüzüne gözüne sıvaştırıyordu. Küçücük sandalyesine kocaman kıçını sığdırmaya çalışan çingene arabacı, fayton vicik vicık çamurlu yolun iri taşlarında sektikçe zıplıyor, zıpladıkça buram buram terliyordu. Soğuktan eblehleşmiş hayvanları yoldan çıkartmadan arabayı sürmek her babayiğidin harcı değildi; adamın gözünden yaşlar fışkırıyordu.
İkide bir de arabanın orasına burasına çarpan aç sığırcıklar, tekerlek izleri arasında at pislikleri arıyor, Avrupa’da taş üstünde taş kalmadığından, cümlesi birden Almanların korkusundan geriye vurup Trakya sınırından içeriye dönüyor, küçük kasabalara doluşuyor, görülmemiş bir yığın oluşturuyorlardı. İnsan elini uzatsa kaskatı kesmiş bir sığırcığa değiyordu. Atlar, bu belalı kuşlardan bıkmıştı; pisliğe üşüşmekle kalmayıp apışaralarının sıcağına sığınayım derken ezilecekler diye ıkınmaktan korkar olmuşlardı. Fayton, ayazın içinden sıyrılıp ileriye atıldıkça cam kırıklarının şakırtısını andırır bir ses çıkartıyor; bu ses, henüz uyanmamış küçük şehrin birbiriyle buluşan, kesişen, fakir sokaklarında yankılanıp gidiyordu.
İzmir vapurunun ayda bir, fırtınalı havalarda ise Allah bilir ne zaman demirlediği, insan, büyükbaş hayvan, şimdilerde iyice kıtlaşmış şeker, bez, çimento, zeytinyağı ve hububat yükleyip boşalttığı, askeriyeyle sivilin ortak kullandığı küflü iskeleyi arkada bırakıp şehrin tek caddesinde, Kebir’de ilerlerken çan saati sabaha karşı dördü çaldı. O koca kulenin gösterişsiz taşları arasında mücevher gibi duran süslü saatin paslı çarkları, dişlerini birbirine sürterek inledi. Böyle giderse bakımsızlıktan tık diye duruverecek, şehir halkı harple birlikte kendi derdine düştüğünden, yedi kuşaktır orada çınlayan saati şıp diye unutup gidecekti. Ayda bir kuleye tırmanıp bakımını yapan belediyenin maaşlı saatçisi, geçen sene, yani “kırk” tan beri askerdeydi. Bu gidişle kim bilir ne zaman dönecekti.
Kebir ileriye, Kebir-i Sânî’ye doğru uzuyor, yanından yöresinden küçücük, kısa sokaklara bölünüyor, o sokakların iki yanında çoğu tek katlı evler sıralanıyordu. Evler taştan, ahşaptan, iyice yoksul olanlarınki kerpiçten, tenekedendi. Bahçeleri vardı. Odalar karanlık, sahanlıklar rutubetli, bahçeler aydınlık ve ağaçlıydı. Şimdi, kış ayazında bile.
Her bahçe alçak duvarlarla birbirinden ayrılır, duvardan duvara atlayan biri, Kebir’in karmaşık sokaklarını, evlerini aşıp nihayet Yahudi, derken Çingene mahallesine, ikisinin ortasındaki meydanda yan yana duran havrayla kiliseye, sonunda da At Meydanı’na kavuşurdu. Orada her türlü hayvan dahil, velespit pompasından çaputa, patatesten pekmeze kadar ne bulursa alabilir veya satabilirdi. Harpten beri ne satacak ne alacak kadar bolluk vardı; ayrı mesele.
İskele, denize kavuşan toprağın bittiği yerse Kebir de başladığı yerdi. Bir sene öncesine kadar her durumda başa güreşen bu güngörmüş cadde, şimdi iktidarını tepede, memleket hastanesinin ensesinden bayır yukarı sırtlara doğru yayılan Kolordu’ya kaptırmıştı. Şehir fena halde asker, zabit, depo, çadır ve at kaynıyordu.
Çingene faytoncuların hayvanlarına bile el konulmuş, ahaliye acil durumlarda kullanması için işte bu faytonun atları, ayrıca iki beygir bırakılmıştı. Hoş, bu küçücük yerde, bu harp ortası yoksullukta sadece hazırdan yiyebilenler, bir de sabaha karşı hovardalar faytona binecek parayı bulabiliyordu. Cihan Nedim gibi.
Cihan Nedim gençti; yirmisine varmamıştı. Yakışıklıydı. Bıyıkları az terleyip sesi kalınlaşmaya başladığı günden beri boyu uzuyordu; daha uzarsa yatacak yatak, gövdesini örtecek yorgan bulunmayacaktı. Omuzları devasa bir koltuk sırtı kadar geniş, gövdesi bir o kadar iriydi. Çok güzel giyinirdi. Otuzlarını yarılamış kıranta erkeklerinki gibiydi kıyafeti. İnce, uzun yüzü, düz, kemersiz burnu, az çıkık elmacık kemikleri, pek gür, pek muntazam kaşları, bitmez tükenmez uzunlukta kirpikleri vardı. Henüz pembeleşmiş taze şeftalilerin renginde yanakları bu geceki gibi içtikçe kızarır, dakika dakika, saat saat renk değiştirir, gün batımının pembesine, kızılına, lal rengine bürünür, insan onun güzel yüzünü seyredeyim derken ilk kadehte başı döner; Cihan Nedim habire içer, içtikçe hepten göz alıcı olurdu. Şehrin “düşük kadınları,” kocasından bunalmışlar, yeni heves arayan gözü karalar ya da parayla çalışan birkaç tescilli orospu, onunla içmek, bir masada diz dize gelmek, iki çift laf etmek, sonra soyunup sevişmek için, özellikle bunun için delirir, yarışır, yol keser, önüne çıkar, laf atar, çağırır, davet ederdi. Yüklü bahşişleri, eti kadına değsin değmesin meme aralarına sıkıştırdığı küçük kesecikler, gözü gözüne değene dağıttığı “yüz görümlükleri” onu baş tacı etmelerinde o kadar etkili değildi; hayır. Cümle hovarda kadınların gözünde Cihan Nedim’i Cihan Nedim yapan, hepsini teker teker kraliçesi gibi görmesiydi.
Gözüne kimi kestirdiyse, hangi evin zilini çalacaksa gündüzden selam gönderir, bir eksiği var mı sorar, vakit gelince giyinir, süslenir, güller gibi hoş kokulu, taze, iç gıcıklayıcı, öp öp doyulmaz, etine kanılmaz bir erkek güzeli olarak kapıyı çalardı. Şenlendirdiği evdekiler ortalığa nurlar indi sanırdı.
Kocasının evde olmayacağını muştulayan evli kadınlara pek aldırmazdı ama bir duldan haber geldi miydi kaçırmazdı. Sofralar kurulur, bedenler şenlenir, “nur” sadece eve inmez, kadınların teni, yüzü gözü, memeleri hatta en mahrem yerleri ışığa, sedefe keser, seviştikten sonra bile sabahlara kadar seğirirdi. Cihan Nedim, onlar için bir hayaldi. Ya da hayal kurmalarına izin veren tek erkekti.
Cihan Nedim’e gönül veren her kadın, onun can paresi, dostu, tek sevgilisi, âşığı, bir tanesi, gözünün nuru olduğunu hisseder, evinin erkeğine kavuşmuş, nazlı, hanım hanımcık bir kadın, bir hanımefendi olmuş sanırdı. Hiç olmazsa o gidene kadar. Cihan Nedim kapıdan çıkınca bitiveren bu hayal, yastığın altına, baş ucundaki komodinin üzerine öylesine, zarifçe, kibarca bırakılmış, sanki unutulmuş zarfı bulunca yaralanır, kadın kraliçelikten orospuluğa hızla ve sarsılarak geri döner, o vakit Cihan Nedim zaten gitmiş, kaybolmuş olurdu.
Kadınlar aslında bunu bile önemsemezlerdi. Cihan Nedim yine gelecek, bakacak, sevecek, dokunacak, o güzel mavi gözlerini kırpıştırarak sevimli, kibar gülücükler dağıtacak, en çok kendini, kendi zevklerini önemseyen başka erkekler gibi evin içinde gerine gerine gezinmeyecek, şimdi konup şimdi uçan çok güzel bir kelebek kadar ürkek ve heyecanlı, masum ve çapkın, kıvamında kibar, kıvamında sert, öylece duracak, var olacaktı.
Cihan Nedim kendini verirdi. Sadece bedeni değildi sunduğu. Neşesi, konuşkanlığı, kibarlığı, zarafeti, kadınlara hayranlıkla, çapkınca, bazen dostça, önemseyerek bakan gözleri, kendinden çok onları düşünen halleri Cihan Nedim’le birlikte gelir, o bunların hepsini verir, geri almaz, seviştiği kadına saflığını, gücünü, neşesini, güzelliğini, ondan ona dolaşan erkekliğini armağan ederek kapıyı yavaşça örter, giderdi.
Bu yüzden özlerlerdi onu. Kendi evinden çıktığı anda annesi, ablası da özler, dükkândan uzaklaştığında babasının gözleri yollarda kalırdı. Erkekler bile arardı Cihan Nedim’i. Arkadaşları, hovardalığa birlikte çıktığı orta yaşlı adamlar hatta ara sıra mahallede top oynadığı çocukların gözünde bile gelse diye hep beklenen biriydi o.
Şimdi fayton, içinde Cihan Nedim’le birlikte buz gibi havayı yarıp ilerledikçe sıcak yataklarında gözlerini aralayan genç kızlar, ani bir sürpriz yapabileceği hayaliyle umutlanan orospular, uzaklarda her nal şakırtısını sayan annesi, hovardalığı çoktan unutmuş düşkün ve yaşlı erkekler, koşulu atların hırslı soluyuşlarını, tekerleklerin takırtısını duydukça dudaklarını aralayıp “Odur,” diyorlardı. “Sarhoştur yandığımın piçi. Kim bilir kimin etinden dönüyordur her yanı vıcık vıcık.”
Doğruydu. Cihan Nedim böyle her sabaha karşı arsız sığırcıkları peşine takıp bu yoklukta babasının hepten zor kazandığı parayı son kuruşuna kadar kadınlara ve arabacılara yedirip bitkin, sarhoş ve hakikaten vicik vıcık dönerdi eve. Annesinin şımartan göğsüne, babasının öfkeli bakışlarına ve Cihan Nedim doğduğu günden beri haksızlığa uğradığına inanan ablasının, annesiyle yarışan çaresiz ve kıskanç sevgisiyle gemlenemez öfkesine.
Keskin sabah ayazı nal şakırtılarını testere misali doğruyor, o sesler sadece faytonun şimdi önünden geçtiği evlerdekileri uyandırıyor, üç sokak öteye, iki bahçe geriye ulaşıp Cihan Nedim’in faytonuna doğru hızla yaklaşmakta olan bir süvariye, atın üzerindeki yüzbaşıya zinhar erişemiyordu.
Yüzbaşı, Kolordu’ya parola götürüyordu. Az önce, çan saatinin sabaha karşı dördü çaldığı sıralarda, İstanbul’u ve bu küçük şehri de içine alan örfi idarenin ilan edildiği haberi gelmiş, o dakikaya kadar “mitralyöz” olan parola, derhal “örfi idare❞yle yer değiştirmiş; hemen, şimdi, Kolordu Komutanı’na zarf içinde götürülmesi gerekmişti; onu götürüyordu.
Uzun ve kara pelerini, ufak tefek, tıknaz adamı olduğundan iri gösteriyor ancak dizine kadar uzanan çizmelerinin bütün gösterişine rağmen tombul bacaklarının gayet kısa olduğu bir bakışta anlaşılıyor; bu durumda da atı daha heybetli görünüyordu. Yüzbaşı İrfan, soğuktan korunmak için pelerininin içinde büzülmüş, kuş gözü gibi küçük, ayrık gözlerini kırpıştırarak uykulu, hayli sinirli ve üşümüş halde atını mahmuzluyordu. Kolordu buraya taşındığından beri, Afyon’da mecburen biraktığı koca memeli karısı ve üç çocuğundan ayrı, çadırlarda yaşamaktan yorgun, Avrupa’dan aşağıya, Yunanistan’dan sonra Allah bilir hatta hiç şüphe yok Türkiye’ye saldıracak olan Hitler’in korkusundan, yokluk, zorluk ve erat sürüsünün idaresinden bezgin, öfkeli ve karamsardı.
Çocuklarına şefkatli, karısına kayıtsız, rütbesi kendinden küçüklere acımasız, büyüklere itaatkâr, başkalarına bencil biriydi Yüzbaşı; biraz da hırslı. Memleketle birlikte kendi hayatının düzeni de bozulduğu, rahatı kaçtığı için olur olmaz her şeye sinirleniyor, dahası sinirini boşaltacak yer arıyordu.
Herkesin burnunun dibinde duran harbi, bu şehre ve bu ülkeye kara bela gibi çöken o feci şeyi, sadece kendisinin başına gelmiş, sadece onun rahatını bozmuş, onun elindekini avucundakini tüketmiş bir felaket gibi görüyor, asker doyurmak için koca ülkenin topyekûn kıtlığa karışmasını kendi felaketi gibi algılıyor, önüne gelene bu yüzden hınçlanıyordu. Hepsinin sebebi bunlardı; bu sıradan insanlardı. Allah’ın cezası bir patırtıda yaşamaya çalışan, giderek ağırlaşan hayat şartlarına gik çıkarmadan katlanan bu sıradan insanlar. Bunlara halk veya ahali diyorlardı; ona göreyse insan sürüsü.
Gazi Paşa, kıçında donu bile olmayan bu güruhla mı başarmıştı bunca işi? Bu birbirlerine benzeyen, her felakete, iyi kötü her ayağa uyan cizlavetler gibi esneyip toplanarak uyum sağlayan bu insan kalabalığıyla mı yapılmıştı bütün o işler? Gayet iyi hatırlardı Yüzbaşı İrfan İstiklal Harbi’ni; çocuktu filan ama kendini bilecek yaştaydı. N’olmuştu da topyekûn dumura uğramıştı şimdi memleket? İşleri güçleri açlık korkusuydu. Bir de geçim derdi. Asker, koca orduyu doyurmak için telef oluyor, bunlar tuhaf bir yapışkanlıkla hayata tutunuyorlar, açlık sınırında bile olsa yaşamaya devam ediyorlardı. Her şeyi askerden bekliyorlardı. Hitler, maazallah, İtalya marifetiyle Yunanistan üstünden Türkiye’ye sarkacak olsa, ki mutlaka sıra gelecekti, bu bön bakışlı milletle mi karşı koyulacaktı koskoca Alman ordusuna? Hırsla atını mahmuzluyor, sağrısı dürtülen hayvan sinirleniyor, hırçınlaşıyordu.
Yahudi mahallesinin bittiği köşeden sağa dönecek, sıra sıra evleri geçip mezarlıkla memleket hastanesinin oradan yukarıya, Kolordu mintıkasına doğru sürecek, parolayı ulaştırdıktan sonra inşallah bir bardak sıcak çaya kavuşacaktı; şekerli hem de.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yerli)
- Kitap AdıBenim Hiç Suçum Yok
- Sayfa Sayısı256
- YazarSaba Altınsay
- ISBN9786257425438
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDüşbaz / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Çözülmeler (12 Eylül’ün Savurduğu İnsanlar – Edep Ya Hu) ~ Cezmi Ersöz, Yusuf Kurçenli
Çözülmeler (12 Eylül’ün Savurduğu İnsanlar – Edep Ya Hu)
Cezmi Ersöz, Yusuf Kurçenli
Askeri darbelerin hedefi olmuş insanlardan ikisi: Nihal ve Uğur.. İnançları nedeniyle benimseyemedikleri “gerçekler” tarafından sürüklenirler. Ve kurtulmak için birbirlerine tutunurlar. Gerçekten kurtulacaklar mı? Yoksa...
- MaVotka & Pera ~ Aybike Ertürk
MaVotka & Pera
Aybike Ertürk
“Kırmızı ışıkta sokak çocuklarının etten duvar ördüğü Chevy Impala gelinle damadı nereye götürüyordu bilmem; ama beni 87 yazına, çocukluğumun en kral günlerine götürmüştü. İnsan...
- Regina ~ Cengiz Dağcı
Regina
Cengiz Dağcı
“Dinmek bilmiyor aşkımızın ağrısı. Nasıl dinsin? Yarım yüzyıl dolu bir nehir gibi aktı; aka aka birikmiş bir deniz oldu aşkımız, ve.. sonunda, nasıl oldu...