“Benim Gibi Makineler”
Hiroşima ve Nagasaki’nin atom bombalarıyla yerle bir edilmediği, yaşamına savaş kahramanı olarak devam eden Alan Turing’in yapay zekâ alanında çığır açtığı bir dünya. Teknolojik yenilikler ve toplumsal huzursuzluklarla dolu alternatif bir 1980’ler Londrası’nda, yalnız ve amaçsız Charlie Friend ailesinden kalan parayı sınırlı sayıda üretilen ilk insansı robotlardan –Âdemler ve Havvalar’dan– birini almak için harcar; âşık olduğu komşusu Miranda’ya, kendi Âdem’inin kişiliğini beraber oluşturmayı teklif eder. Fakat başlangıçta zekâsı ve uyumluluğuyla ikisini de etkileyen Âdem zamanla kendi ahlak ilkelerini keşfedecek, Charlie ve Miranda’yı yüzleşilmesi zor bir sır ve içinden çıkılmaz ikilemlerle baş başa bırakacaktır.
İnsanı insan yapan şey nedir? Zeki bir makinenin insanların iç dünyasını anlaması bir gün mümkün olacak mı? Yapay zekânın insanı hem bilgi hem de etik bakımından aştığı bir dünya neye benzerdi? Ian McEwan’ın yeni romanı “Benim Gibi Makineler”bu gibi soruları sorarken heyecan ve gerilimi bir an olsun düşmüyor.
Ama hatırlayın lütfen, hangi Yasaya bağlı yaşadığımızı,
Bir yalanı kavrayacak şekilde yaratılmadık biz…
Rudyard Kipling, “Makinelerin Sırrı”
Bir
Umut bağlanmış dinsel arzuydu, bilimin kutsal kâsesiydi. Gerçeğe dönüştürülmüş bir yaratılış efsanesi için, kendimize beslediğimiz sevginin ifadesi olan muazzam bir iş için beslediğimiz tutkular aşırı da oluyordu, düşük de. Gerçekleştirme olanağı doğar doğmaz arzularımızın peşine takılmaktan ve sonuçlarına katlanmaktan başka seçeneğimiz kalmamıştı. Daha süslü sözcüklerle söylersek, ölümlülükten kaçmak, Tanrı’yla yüzleşmek, hatta onun yerine kendimizin mükemmel bir örneğini koymaktı arzumuz. Daha pratik bir açıdansa, kendimizin daha gelişmiş, daha çağdaş bir biçimini oluşturmak, böyle bir şey yaratmanın sevinci ve ustalığımızın verdiği heyecanla kendimizden geçmek istiyorduk.
Yirminci yüzyılın sonuna yaklaşırken nihayet oldu, çok eski bir rüyanın gerçekleşmesine doğru ilk adım atıldı, kendimize vereceğimiz uzun ders başladı: Ne kadar karmaşık yapılı olsak da, en basit eylemlerimizin ve varoluş biçimlerimizin bile tarif edilmesi ne kadar eksikli ve zor olsa da, daha gelişmiş bir şekilde taklit edilebilirdik. Ve ben de, bu işin serin şafağında onu hemen ve hevesle benimseyen genç bir erkektim. Ancak yapay insanlar, ortaya çıkmalarından çok önce klişeleşmişlerdi, bu yüzden de görüldüklerinde kimilerinde hayal kırıklığı yarattılar.
Tarihten de, teknolojideki gelişmelerden de daha hızlı çalışan hayal gücü, kitaplarda, sonra filmlerde ve televizyon dizilerinde bu geleceğin provasını çoktan yapmıştı; sanki bakışları donuk, baş hareketleri yapay, sırtları biraz tutulmuş gibi yürüyen o oyuncular bizi gelecekteki kuzenlerimizle geçireceğimiz hayata hazırlayabilirmiş gibi. Annemin ölümü ve arsa değeri yüksek olduğu anlaşılan aile evinin satışıyla beklenmedik anda elime geçen para sayesinde ben de bu konudaki iyimserlerin arasındaydım. Makul bir zekâya ve dış görünüşe, inandırıcı hareketlere ve çeşitli yüz ifadelerine sahip, gerçekten kendi ayakları üzerinde durabilecek şekilde üretilmiş ilk insan, Falkland Görev Gücü’nün umutsuz görevine çıkmasından önceki hafta satışa sunuldu. Âdem’in fiyatı 86.000 sterlindi.
Onu kiraladığım bir kamyonete koyup kuzey Clapham’daki sevimsiz evime getirdim. Gözümü karartıp böyle bir karar vermiştim, ancak bir savaş kahramanı ve dijital çağın önde gelen dâhisi olan Sir Alan Turing’in de aynı modelden aldığı haberi beni cesaretlendirmişti. Büyük olasılıkla laboratuvarında parçalara ayrılıp nasıl çalıştığının iyice incelenmesini istiyordu. İlk üretilenlerin on iki tanesine Âdem adı verildi, on üçüne de Havva.
Basmakalıp, dedi herkes, ama ticariydi de. Biyolojik ırk düşüncesi bilimsel açıdan rağbet görmediği için bu yirmi beş ürün çeşitli etnik kökenleri kapsayacak şekilde tasarlandı. Arap’ın Yahudi’den ayırt edilemediğine dair söylentiler çıktı, sonra şikâyetler duyuldu. Hem gelişigüzel programlama hem yaşam deneyimi hepsine cinsel tercihlerinde kesin özgürlük sağlayacaktı. İlk haftanın sonunda Havvaların tamamı satılmıştı. Dikkatle bakmazsam kendi Âdem’imi Türk ya da Yunan sanabilirdim.
Tam seksen beş kilo geliyordu, satın alırken verilen tek kullanımlık sedyeyle onu sokaktan eve taşırken üst kattaki komşum Miranda’dan yardım istedim. Pilleri şarj olurken ikimize kahve hazırladım, sonra da internetteki 470 sayfalık kullanım kılavuzunu gözden geçirdim. Kullanılan dil genellikle anlaşılır ve kesindi. Ama Âdem farklı birimler arasında gide gele yaratılmıştı ve talimatlar zaman zaman saçma sapan bir şiir gibi gülünesi oluyorlardı. “Tasasız yüz ifadesi sağlamak için B347k yeleğin üst tarafını kapatın, anakart ürünüyle de değişken yarı gölgeli ruh halini hafifletin.” Sonunda Âdem, küçücük yemek masamın başında çırılçıplak oturuyordu, karton kutusu ve strafor ambalaj malzemesi ayak bileklerinin dibine yığılmıştı, gözleri kapalıydı, göbek deliğinden çıkan siyah bir kablo duvardaki on üç amperlik bir prize gidiyordu.
Tam dolumu on altı saati bulacaktı. Sonra da güncelleştirmeler ve kişisel tercihlerim yüklenecekti. Şimdi istiyordum Âdem’i, Miranda da öyle. Hevesli genç anne babalar gibi onun ağzından çıkacak ilk sözcükleri bekliyorduk. Göğsünün içinde ucuzundan yerleştirilmiş bir hoparlör yoktu. Hakkındaki coşkulu reklamlardan, soluğu, dili, dişleri ve damağıyla sesler çıkarabildiğini biliyorduk. Doğal gibi görünen teni ılıklaşmaya ve bir çocuğunki gibi yumuşamaya başlamıştı bile. Miranda, kirpiklerinin kıpırdadığını iddia etti. Miranda’nın gördüğünün, otuz metre altımızdan geçen metro vagonlarının titreşimleri olduğuna emindim ama bir şey demedim.
Âdem bir seks oyuncağı değildi. Ama seks yapabiliyordu, işlevsel sümüksü zarları vardı, onların bakımı için her gün yarım litre su içiyordu. Âdem masada otururken onun sünnetsiz olduğunu gördüm, takımları yerli yerindeydi, cinsel organı bolca siyah tüyle kaplıydı. Yapay insanın bu epey gelişmiş modeli herhalde onun kodlarını yazan gençlerin iştahlarını yansıtacaktı. Âdemlerin ve Havvaların enerjik olması düşünülmüştü. Âdem, insana eşlik edecek, entelektüel bir tartışma partneri olacak diye tanıtılmıştı, arkadaş ve uşak olacaktı, bulaşıkları yıkayabilecek, yatakları toplayabilecek, hem de “düşünebilecek”ti. Var olduğu her an, her duyduğunu ve gördüğünü kaydedecek ve onlara yeniden ulaşabilecekti.
Henüz araba kullanamıyordu, yüzmesine, duş almasına, yağmur yağarken şemsiyesiz dışarı çıkmasına da izin yoktu, ya da başında biri olmadan elektrikli testere kullanmasına. Dayanma gücüne gelince, elektrik depolamadaki büyük buluşlar sayesinde şarj edilmeden iki saatte on yedi kilometre koşabiliyor ya da aynı enerjiyi harcayarak tam on iki gün durmaksızın konuşabiliyordu. Kullanım süresi yirmi yıldı.
Sağlam yapılı, geniş omuzlu, koyu tenliydi, gür siyah saçları geriye taranmıştı, ince yüzündeki hafif kemerli burnu keskin bir zekâya işaret ediyordu, düşük gözkapaklarının altındaki gözleri dalgın bakışlıydı, ince dudakları daha biz onu gözlerken bile ölüyü andıran sarımsı beyaz renginden kurtulup insan dudaklarının sağlıklı rengini alıyor, hatta belki köşeleri de biraz gevşiyordu. Miranda onun “Boğaziçi’nden gelen bir tersane işçisine” benzediğini söyledi. Karşımızda en üstün oyuncak oturuyordu, yüzyılların hayali, insanlığın zaferiydi – ya da onun ölüm meleği.
Sınırsız bir heyecan veriyor ama hayal kırıklığı da yaratıyordu. On altı saat, bekleyip gözlemekle geçirilemeyecek kadar uzun bir süreydi. Öğle yemeğinden sonra ödediğim parayı düşününce Âdem artık şarj olup harekete geçmeliydi diye düşündüm. Kasvetli bir ikindiydi. Ekmek kızarttım, biraz daha kahve içtik. Toplum tarihi alanında doktora öğrencisi olan Miranda, “Keşke genç Mary Shelley şimdi yanımızda olsaydı da, Frankenstein gibi bir canavarınkini değil de bu yakışıklı esmer genç adamın canlanışını yakından gözlemleseydi” dedi. Ben de, her iki yaratığın paylaştığı şeyin, elektriğin harekete geçirici gücüne duydukları açlık olduğunu söyledim.
Biz de paylaşıyoruz onu.” Sanki elektrokimyasal yoldan can verilen insanların tamamından değil de yalnızca ikimizden söz ediyordu. Miranda yirmi ikisindeydi, yaşına göre olgundu, benden on yaş küçüktü. Geniş bir bakış açısından bakılırsa aramızda pek bir şey yoktu. Gençliğimizin doruğundaydık, ama ben hayatın başka bir evresinde olduğumu düşünüyordum. Eğitimimi çoktan tamamlamıştım. Mesleğimde, parasal ve kişisel konularda başarısızlıklar yaşamıştım.
Miranda gibi sevimli bir genç kadın için kendimi pek pişkin, pek kinik buluyordum. Kumral saçları, ince uzun yüzü, bazen sevincini bastırır gibi kıstığı gözleriyle Miranda güzel bir kadın olsa da, ruh halime bağlı olarak ona bazen hayran hayran baksam da, ilk başta kararım onu komşu dairede oturan nazik arkadaş rolüyle sınırlamaktı. Aynı giriş holünü paylaşıyorduk, onun küçük dairesi benimkinin tam üstündeydi. Ara sıra kahve içmek için buluşuyor, ilişkiler, siyaset hakkında filan konuşuyorduk.
Mükemmel bir tarafsızlıkla, olasılıklar konusunda gayet açık olduğu izlenimi veriyordu Miranda. Benimle yakın ilişkiye girip zevk alacağı bir öğle sonrasını, edepli ve dostça bir sohbetle geçireceği zamanla eşdeğerde görüyormuş gibi geliyordu bana. Benim yanımda kendini rahat bırakıyordu, ben de seksin her şeyi berbat edeceğini düşünmeyi yeğliyordum. İyi arkadaş olarak kalmıştık. Ama onda bana çekici gelen, gizemli ya da bastırılmış bir şey vardı. Belki de, kendim de bilmeden aylardır âşıktım ona. Bilmeden mi? Ne de uydurma bir laftı bu.
Gönülsüzce, Âdem’e ve birbirimize bir süre sırtımızı dönmeye karar verdik. Miranda nehrin kuzeyindeki bir seminere katılacaktı, benim de yazılacak elektronik postalarım vardı. Yetmişli yılların başında, dijital iletişim hayatı kolaylaştıran havasından çıkmış, gündelik bir görev haline gelmişti. Saatte 400 km hızla giden trenler de öyleydi kalabalık ve pistiler.
Ellili yılların mucizesi olan ses tanıma özellikli yazılımlar çoktan köleliğe dönüşmüşlerdi, halk kitleleri her gün saatlerce kendi kendilerine konuşuyorlardı. Altmışlı yılların iyimserliğinin yaban meyvesi olan beyin-makine arayüzü artık bir çocuğun bile ilgisini çekmiyordu. İnsanların bütün bir hafta sonu önünde kuyruk oluşturdukları şeyler altı ay sonra ancak ayaklarına giydikleri çorap kadar ilgilerini çekiyordu. Bilişsel gelişim kasklarına ne olmuştu, koku duyusu olan konuşan buzdolaplarına?
Bilgisayar faresi altlığının, Filofax’ın*, elektrikli oyma bıçağının, fondü takımının başına gelen onların da başına gelmişti. Gelecek sürekli gelmekteydi. Parlak yeni oyuncaklarımız daha biz onları eve getirmeden paslanmaya başlıyorlardı, hayat da aşağı yukarı eskisi gibi devam ediyordu. Âdem’den de sıkılacak mıydık? Satın alma sonrası geçirilen pişmanlık krizinden sıyrılmaya çalışırken bir yandan da elektronik postaları yazmak kolay değil. Kuşkusuz başka insanlar, başka zihinler bizi büyülemeye devam etmelilerdi. Yapay insanlar gitgide bize benzedikçe, sonra biz oldukça, sonra bizden de fazlası oldukça onlardan asla usanamazdık. Muhakkak bizi şaşırtacaklardı. Bizim hayal bile edemeyeceğimiz yollarla bizi hayal kırıklığına da uğratabilirlerdi.
Trajedi bir ihtimaldi, can sıkıntısıysa değil. Sıkıcı olan kullanım kılavuzuydu. Talimatlardı. Nasıl kullanılacağını çalıştığı sırada bana gösteremeyen bir makineyi edinmeye değmez türünde bir önyargım vardı. Eskiden kalma bir dürtüyle kullanım kılavuzunun çıktısını alıyor, sonra onu koyacak bir dosya arıyordum. Bir yandan da elektronik postalarımı yazdırıyordum. Kendimi Âdem’in “kullanıcısı” olarak düşünemiyordum. Onun hakkında öğrenmem gereken her şeyi bana kendisinin öğreteceğini varsaymıştım.
Elimdeki kullanım kılavuzunun on dördüncü bölümünün olduğu sayfa açılmıştı. Buradaki İngilizce basitti: Tercihler; kişilik parametreleri. Sonra bir dizi başlık: Uysallık. Dışadönüklük. Deneyime açık oluş. Dürüstlük. Duygusal tutarlılık. Bu liste tanıdıktı. Beş Faktör modeli. Beşeri bilimlerde eğitimli olduğum için bu tür indirgeyici kategorilere kuşkuyla bakardım, ancak her maddenin birçok alt maddesi de olduğunu psikolojideki bir arkadaşımdan öğrenmiştim.
Bir sonraki sayfaya göz atınca birden ona kadar olan bir skalada çeşitli ayarları seçmemin beklendiğini gördüm. Bir arkadaş gelmesini beklemiştim. Âdem’e evime gelen bir konuk gibi, zamanla tanıyacağım bir yabancı gibi davranmaya hazırdım. Onun en uygun biçimde ayarlanmış durumda geleceğini düşünmüştüm. Fabrika ayarları – yazgının günümüzdeki eşanlamlısı. Arkadaşlarım, ailem ve tanıdıklarım, bunların hepsi hayatıma sabit ayarlarla girmişlerdi, genlerinin ve çevrelerinin geçmişleri değiştirilemezdi. Bu pahalı yeni arkadaşımdan da aynı şeyi bekliyordum.
Bu iş neden benim üzerime kalıyordu? Ama yanıtı biliyordum elbette. Çoğumuz en uygun şekilde ayarlanmış değilizdir. Hoşgörülü İsa? Alçakgönüllü Darwin? Böyleleri 1800 yılda bir gelir. En iyi, en az zararlı kişilik parametrelerini bilseydi bile, ki bilemezdi, saygın bir ada sahip dünya çapındaki bir kuruluş, bir aksilik olması riskine giremezdi. Caveat emptor.* Bir zamanlar Tanrı, özgün Âdem’e yararı olsun diye eksiksiz bir arkadaş sunmuştu. Ben ise arkadaşımı kendim tasarlamalıydım. Önümde Dışadönüklük maddesi ve kademeli sıralanmış çocukça ifadeler vardı.
Partiye renk katan, ruh veren kişi olmayı seviyor ve İnsanları eğlendirmeyi, yönlendirmeyi biliyor, en altta da Başkalarının yanında kendini rahatsız hissediyor ve Yalnız kalmayı yeğliyor. Ortalarda bir yerde de şu ifade vardı: Güzel partilerden hoşlanır ama eve dönmekten de hep mutlu olur. Bu bendim. Ama kendimin kopyasını mı yapmalıydım? Eğer her skalanın ortasındaki ifadeyi seçseydim tam bir ılımlılık örneği yaratırdım. “Dışadönüklük”ün içinde zıt anlamlısı da var gibiydi. Sıfatlardan oluşan upuzun bir liste gördüm, yanlarındaki kutucukları işaretlemeliydim: Dışadönük, çekingen, kolay heyecanlanan, konuşkan, ürkek, övüngen, alçakgönüllü, cüretkâr, enerjik, huysuz. Bunlardan hiçbirini istemiyordum, ne onun için ne de kendim için.
Çılgın kararlar aldığım zamanlar dışında hayatımın büyük kısmını, özellikle de yalnızken, tarafsız bir ruh halinde geçirirdim, kişiliğim de, artık her neyse o kişilik, askıda kalırdı. Ne cüretkâr, ne çekingen. Sadece vardım, ne halimden hoşnut olur ne somurturdum, görevlerimi yerine getirir, akşam yemeğini ya da seksi düşünür, ekran karşısında oturur, duş alırdım. Zaman zaman geçmişe dair pişmanlıklar duyar, ara sıra geleceğe dair önsezilere kapılır, apaçık görünen duyu alanlarının dışında o ânın pek farkına varmazdım. Bir zamanlar aklın ters yöne gidip saptığı milyonlarca değişik yolla ilgilenen psikoloji, şimdi kederden neşeye kadar değişen, herkeste ortak saydığı duygulara yöneliyordu. Ama gündelik yaşamın genişçe bir alanını gözden kaçırmıştı: Hastalığı, açlığı, savaşı ya da başka sıkıntıları bir yana bırakırsanız, hayatın çoğu tarafsız bölgede, tanıdık bir bahçede yaşanıyor, ama o bahçe külrengi, dikkati çekmiyor, hemen unutuluyor, tarifi zor.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBenim Gibi Makineler
- Sayfa Sayısı256
- YazarIan McEwan
- ISBN9789750846175
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yargıcın Listesi ~ John Grisham
Yargıcın Listesi
John Grisham
“Yazarın en şaşırtıcı en gerilimli romanı…” Grisham’ın Muhbir adlı romanında, Florida Adli Denetim Kurulu’nda görevli Lacy Stoltz, rüşvetçi bir yargıcı soruşturmuştu. Sonuçta suçlular mahkûm olmuş ama...
- Balayı ~ Susan Elizabeth Phillips
Balayı
Susan Elizabeth Phillips
Güney Carolina’da yaşayan ufak tefek ama bir o kadar da sert, öksüz Honey Moon için hayattaki en önemli şeylerden biri, hem içinde yaşayıp hem...
- Çılgın Orlando – 1 ~ Ludovico Ariosto
Çılgın Orlando – 1
Ludovico Ariosto
Ludovico Ariosto (1474-1533): Ünlü İtalyan şair. Hukuk öğrenimi görmüş, kalabalık ailesine bakmak için Ferrara dukalarının yanında çalışmak zorunda kalmıştır. Çağdaşı Machiavelli gibi Hümanizma-Rönesans’ın temelini...