Koca bir labirentin içinde kayıp “Benim Gençliğim”… Nedenini bilmediği bir deney için gözleri bağlanmış, elinde bir demir çubukla salıverilmiş meçhul labirentin koridorlarına…
Bu kapı cennete açılıyor, diğeri cehenneme… Seçtiğimiz yolun sonunda ateşin soluğu yüzümüze değdiğinde can havliyle geri dönüp başka koridorlara sapıyor, cennetin sesine kulak kabartıyoruz. Biraz ilerlediğimizde cehennem alevleriyle karşılaşıyoruz yeniden… Gözümüzdeki bağ öyle güçlü ki, “Bu yoldan geçmiştik”, “Onu denemiştik”, “burası çıkmaz sokaktı” diyemiyoruz.
Labirentin patikaları bizim gibi yolunu arayan, daha önce gidip dönen, ateşe dokunup pişman olan insanlarla dolu; ama onlarla buluşamıyoruz. Bizi körleştiren bağı söküp atamıyoruz. Labirentin duvarlarını yıkıp kendi yolumuzu açamıyoruz. Bu çıkmazdan kurtulamıyoruz. Labirent, elimizdeki demir çubukları uğursuz bir mıknatısla çekerek bizi habire eski hatalarımızın koridoruna sokuyor. Ders alamıyoruz, öğrenmiyoruz. Bağlı gözlerle her kuşakta bildik duvarlara dokunarak çıkış arayan yenik bir ordu gibi, cenneti düşleyerek cehenneme koşuyoruz.
Önsöz
“Benim gençliğim” bu iki sözcüğün her iki anlamında kaleme alındı.
Kitapta hem büyüdüğüm evden okuduğum okula kadar zihnimde lort ulaşan anılardan derlenen kendi gençliğim var; hem de sancıları, kararsızlıkları, umarsızlıkları, umursamazlıkları, umutsuzlukları, yılgınlıkları, şımarıklıkları, acıları, duyarlılıkları, tutarsızlıkları ile ülkemin gençliği…
Bu başlık, bana hem delikanlı yıllarımın kâbusu tarih öğretmenim Şerafettin Beyi anlatma fırsatı veriyor hem de okuduğu üniversitenin tuvaletinde boğazından kayışla asılı bulunan 19’luk Serkan’ın öyküsünü…
Belki Serkan’ın resmi olmalıydı kapakta…
Belki Sivas Madımak Oteli’nin…
… ya da asılması için yaşı büyütülen Erdal Eren’ in…
Sıla takma adıyla piyasa yaparken ezilerek öldürülen ve son duası “er kişi niyetine” okunan tıravesti ibrahim’ in…
… içeride sürekli dayak yiyen oğlunu kurtarabilmek için gazete bürolarını gezip, “N’olur yazın, Barış’ımın bari başına vurmasınlar” diye yakaran Ayşe Ananın…
Bingöl’de köy okuluna yürürken kar altında donup can veren 7 yaşındaki Ferhat’ın…
Diyarbakır Cezaevi’nde “başlarında cop kırılarak” öldürülenlerin..,
Manisa’da işkence görenlerin…
… son üç kuşaktır dünyayı bize dar edenlerin…
Babasına, babalar günü armağanı olarak intihardan önce yazdığı son mektubunu yollayan Cenanın…
1 İD sınıfının ortasında sevgilisini kurşunlayan 18’lik Murat’ın…
Ya da kim bilir, belki de bize hiçbir bölümünü kaçırmadan izlediğimiz bir pembe dizi sunan Sibel Can’ın veya Hakan Şükür’ün,
… Yıldo’nun gözlerinin ya da Nadide Sultan’ın göğüslerinin..
Her biri yüzyılın son dönemecinde kıvranan neslimin bir başka yüzünün simgesi…
‘Mutlulukta geri kalmış” bir kuşağın imgeler galeri
Amacım o galeriden hafızanıza nakşolacak portreler derlemekti sizler için… Bir kuşağı belgelemekti.
O yüzden bu yanların gazele ya da dergilerde yayımlandıkları haline dokunmamaya çalıştım.
Bu kitap, Ahmet Taner Kışlalı Hocanın yeni kitabıyla aynı günlerde matbaaya gitti Basılmadan I hafta önce sevgili hocamı kalleş bir pusuda kaybettik.
Kitabı, onun değerli anısına adıyor ve bunun, “son kayıp” olmasını diliyorum.
Baskıdan önce kitabın sayfalarına göz atarken kulağımda yankılanan eski bir şarkıyı dua gibi mırıldanıyorum:
“Bu kavga bir hayırsız düş/Uyanır neslim, uyanır elbet…”
Can Dündar Ekim 1999
Yazı
Bir yazı nedir ki aslında?… iki piyango bileli boyunda bir köşe yazısının ne ağırlığı olabilir ki?
Bir çeyrek bilet peşinde çaresizce umut kovalayan milyonların karşısına dikilip “Durun, bir de beni dinleyin. Ben de hayatınızı değiştirebilirim,” diyebilir mi yazı?
Onlara bir çeyrek bilenen göz kırpan serveti vaat edebilir mi?
Yoksulluğun acı nefesiyle uzandıkları bir yastıktan, servete boğulmuş olarak uyanma hayalinin yerine geçebilir mi?
Hayatı değiştirebilir mi?
Her yazı, bu iddiayı değilse bile, bu umudu barındırır satır aralarında…
Her bilete vuran bir ikramiyedir yazı…
Harflerle ilmeklenmiş uçan halısına bindiğinizde, birkaç dakikalık yolculuk boyunca, umudun başka adreslerini de gösterebilir sizlere, ki o da az zenginlik değildir.
Kelimeler öyle bir araya toplaşır ki bazen, rüzgârlar doğuran bir ormana dönüşür yazı…
… kramp olup saplanır yüreğinize…
Karanlık bir gecenin ardından, sabahla kapınızı çalan sessiz bir dosttur; kendinizi en yalnız sandığınız anda beklenmedik bir köşeden gülümseyen, sizi sizden iyi bilen ya da sizi size şikâyet eden…
… bir dildir, dilinizdekini yazan; bir tutam saç, omzunuza yaslanan…
Gözbebeklerinize tutunup beyninize sızar, kalbinize işler; “İşte ben de tam bunları hissediyordum” dedirtir size bazen; gözyaşları n iz la tuzlanır.
Silkeler ruhunuzun tozlarını, en derine gömdüğünüz yaralarınızı kanatır, tutup kelimelerle kabuklarından…
Kesip asarsınız duvarınıza; buruşup bekler orada, benzi solgun bir tercümanı gibi söyleyemediklerinizin…
Yazan eli tutacak kadar yakınlaşırsınız okudukça;
… o el bazen bir tokattır, sözcük sözcük kırbaçlaşan; bazen şefkatli bir dokunuş, saçınızı okşayan…
Yazan açısından ise nadiren bir cennettir yazı; çoğu zaman cehennem…
… bir iç dökme seansıdır, konuşma özürlülerin.,,
Satırlar uzadıkça siz yazıyı yazmazsınız anık, yazı sizi yazar.
Mürekkepten bir banyoda şeffaflaşır cildiniz, Ruhunuz her sözcükte biraz daha soyunur. Her cümle yeni bir düğümünü çözer yüreğinizin…
… ve yazı ele verir yazarını…
Bazen de bir silah olur öfke kusan; doğrar satırlarla zulmün askerlerini…
.., ustasının elinde öyle yaman bir kılıç ki bin söze değişmem.
İdam fermanıdır yazarının, celladı, darağacı…
Kah yangına dökülen bir tas benzindir, kâh yaraya basılan bir tutam tütün…
Bazen yazdıkça bilenirsiniz: Kalemin sivri ucu, biley tasında alev alev keskinleşen bir bıçağa döner, sürtündükçe kâğıda…
… lakin zamanla, yazdıkça ucu kûtleşen sivri uçlu bir kalem gibi törpülenir yazarın da sivrilikleri, kalemle birlikte olgunlaşır sahibi de…
Bu yıl tam 20. yılı yazıyla flörtümün…
Yeni yetme bir üniversite öğrencisi olarak Yankı dergisinin kapısından girip ilk ustam Mehmet Ali Kışlalı’nın ellerine teslim edildiğimde sene 1979’du.
20 yıl boyunca ben yazılarımı yazdım, yazılarım beni…
Kah yazının güvenli omzuna dayadım başımı, kah omuz vermeye çalıştım, başını dayayacak yazı arayanlara…
Şimdi eskiyen bir yüzyılın sonunda, bir yeni yılın sabahında sizinle buluşup harflerle ilmeklenmiş bir uçan halıyla yolculuğa çıkıyorum yeniden…
… milyonların bir çeyrek bilette aradığı umudun başka adreslerini keşfedebilmek için…
“Bir yazı bunu yapabilir mi?”
Yapabilir; çünkü her yazı bir hayattır.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Anı - Anlatı
- Kitap AdıBenim Gençliğim
- Sayfa Sayısı229
- YazarCan Dündar
- ISBN9755332796
- Boyutlar, Kapak 13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviİMGE KİTABEVİ YAYINLARI / 2007
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kilaman/Anadolu’dan Gelen Bir Rum’un Anıları ~ Lazaros K. Aşıkoğlu
Kilaman/Anadolu’dan Gelen Bir Rum’un Anıları
Lazaros K. Aşıkoğlu
1919-1922 Türk-Yunan Savaşı sırasında, Anadolu Rumlarının yaşadıkları pek bilinmez. İşte Lazaros Aşıkoğlu ailesinin öyküsünü anlatırken, aynı zamnda coğrafyamızın acı ile dolu, pek bilinmeyen dönemini...
- Senin Adın Bile Geçmedi ~ İclal Aydın
Senin Adın Bile Geçmedi
İclal Aydın
Çalıkuşu Feride günlüğünün arka kapağına mavi mürekkeple yazarak bitirirdi sözde yaşam öyküsünü… “Bu geceye kadar hep bir parça senindim Kâmran” diye, anımsar mısın? Bir...
- Keşf-i Kadîm; İmam Gazâlîye Dâir ~ Dücane Cündioğlu
Keşf-i Kadîm; İmam Gazâlîye Dâir
Dücane Cündioğlu
Kâdim olanı keşfetmek, yeni olanı ortaya koymaktan belki daha güç ve fakat hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki çok daha asil bir çabadır! Tar,h, bugüne...