Parçalanan bir hayatın acımasız ama şefkat dolu portresi…
Karısı çocuklarını da alıp onu terk ettikten sonra Arvid Jansen, tutunacak çok az şeyinin olduğunu fark eder. Boş evini, yatağını, hayatını yadırgar; kim olduğunu pek de bilmediğini anlar. Gençlik günlerinin peşinde şehirde dolaşır, sarhoş olur, barlarda ısrarla peşine düştüğü kadınlarla yatağa girdiğindeyse ne yapacağını bilemez. İlk ayrıldığında neşeli bir zafer duygusu taşıyan karısı da ondan çok farklı durumda değil gibidir. Sadece üç kızlarından en büyüğü ebeveyninin kim olduğunu görüyor, ama ne onlara yardım edebiliyor ne de onlardan yardım alabiliyordur…
Norveçli yazar Per Petterson’un diğer yapıtlarıyla da konuşan Benim Durumumdaki Erkekler ele aldığı hikâye kadar anlatma biçimindeki inceliklerle de öne çıkıyor.
1992 yılının eylül ayında bir pazar günüydü, saat yediye geliyordu. Geceyi dışarıda geçirmiştim, sabahın ilk saatlerinde Tollbu Caddesi’nde eski bir eczaneden bara dönüştürülmüş bir mekândaydım, ancak kimsenin peşine takılıp evine gitmemiştim. O sıralarda, o yıl, bu durum benim için pek olağan sayılmazdı, çünkü hemen her gece Oslo’nun merkezine iner ve her ne kadar yaradılışıma aykırı olsa da barlara kafelere gider, duman altı olmuş bu kalabalık mekânların kapısından içeri girer girmez kendimi yuvama gelmiş gibi hisseder ve yine her ne kadar yaradılışıma aykırı olsa da etrafa dikkatle göz gezdirirken o gece nerede yatacağımı geçirirdim aklımdan.
Birkaç saat sonra kafeden ya da birahaneden ayrılırken de genellikle yalnız olmazdım. Bu ayları geride bıraktığımda, benim gibi bir erkeğin yapabileceğini önceden hiç düşünemediğim kadar çok yatak odasından, evden ve semtten geçmiştim. Ancak bu durum kendiliğinden son buldu, ateş olmak istemiştim ama ateşimde alevden fazla kül vardı artık. İşte o sabah telefon çaldığında kendi yatağımdaydım. Cevap vermek istemedim, müthiş yorgundum. Evet içmiştim ama çok değil, hatta gece on birden sonra içmemiştim – bu kesin, sonra merkezden Tåsen’e giden otobüse binip şimdilerde döner kavşak yapılmış olan köşede inmiş, yağmurda yürüyerek Sagene Kilisesi’ni geçip Bjølsen’e doğru ilerlemiştim. Apartmandan içeri girerken kendimi bayağı iyi hissediyordum, kanımdaki alkol oranı sıfıra düşmüş olmalıydı o saate kadar. Beni yoran şey gördüğüm rüyalardı. Bu rüyalarda beni bitap düşüren neler vardı, burada, daha ikinci sayfada bunları anlatabilmek zor, daha sonra döneyim bu konuya. Bir saat daha yatakta kalmak niyetindeydim, sonra kalkıp kahve suyu koyacak ve günlerden pazar olmasına rağmen masamın başına geçip birkaç saat bir şeyler yazacaktım.
Ancak telefon susmadı, cevap vermek üzere yataktan fırlayıp salona gittim, böyle yaptım çünkü ısrarla çalan telefonu açmamak bana yasalara aykırı bir eylem gibi gelmişti. Geçmişte daima ve günümüzde hâlâ, çalan telefonlara cevap vermek zorunda olduğum, aksi takdirde cezai yaptırımlarla karşılaşacağım gibi bir algı var bende. Turid’in sesiydi. Kızları da alarak bu evi terk edeli ve Skjetten’ deki ikiz evlerden birine taşınalı bir yıl olmuştu. Ağlıyordu, sanırım sesini bastırmak için eliyle ağzını kapatıyordu, ona Turid, dedim, neyin var, cevap vermek istemedi. Evde misin, dedim, yok değilmiş, evde değilmiş. Peki neredesin Turid, dedim, bilmiyormuş. Nerede olduğunu bilmiyor musun Turid, dedim, ağlayarak hayır dedi. Nerede olduğunu bilmiyormuş. Lanet olsun, diye geçirdim aklımdan. Böyle ağlıyorsa ve de evde değilse, kızlar nerededir acaba. Ne de olsa üç kız çocuğu. Bende değiller, anneanneleri Singapur’da. Benim annem ölü, babam da, iki erkek kardeşim de ölü. Gelip seni almamı ister misin, dedim, arabasının bulunduğu yerde olmadığını varsaymıştım, ağlamaya devam etti ve evet dedi, işte bu yüzden arıyorum, senden başka kimsem yok, şöyle düşündüm, benden başka kimsen yoksa, pek bir şeyin var da sayılmaz. Tabii bunu söylemedim, neredesin bilmem gerek, dedim.
Bulunduğun yer nasıl görünüyor, tarif et. Bir tren istasyonu burası, ağlıyordu, ama tren yok. Eh tamam, dedim, belki henüz erken, ne de olsa günlerden pazar, o zaman dedi ki, hayır onu demek istemedim, trenin üzerinden gidebileceği ray filan yok burada. Neresi olabileceğini düşündüm, çok uzağımızda olmayan birkaç yer vardı sayılabilecek. Bjørkelangen olabilirdi, aklıma başka yer gelmiyordu, aman tanrım elli kilometrelik mesafe orası, belki de fazlası, muhtemelen altmış, acaba niçin oradaydı, hem de arabasız, kimsesiz, günün bu saatinde. Ama ona bunları soramazdım, beni ilgilendirmezdi, kendi işime bakmalıydım ben, eh zaten de öyle yapıyordum. Zaten diğer şeyler bitmiş, geçip gitmişti. Özlemiyorum bile, diye düşündüm, artık özlemiyorum, üzerinden böylesi uzun bir yıl geçtikten sonra hele, ama bu düşünceyi tam aklımdan geçirip sonlandırmıştım ki, doğruluğundan emin olamadığımı anladım. Nerede olduğunu biliyorum, dedim. Beş dakikaya yola çıkıyorum. Teşekkür ederim, dedi, oraya gelmek biraz zaman alacak, dedim.
Farkındayım, dedi, şöyle düşündüm, nerede olduğunu bile bilmiyor, bunun nasıl farkında olacak ki. Kırmızı bir telefon kulübesi, sarıya boyalı terk edilmiş bir istasyon binası, muhtemelen bulunduğu yerden bunları görebiliyordu. Görmesi pek de zor değildi sanıyorum. Elbette bambaşka bir yönde, onlarca kilometrede ötede hizmet dışı bırakılmış başka bir tren istasyonu da olabilirdi, ama bu olasılık aklıma gelmedi o an. Çabucak duş yaptım, kısa James Dean tarzı ceketimi üzerime geçirdim, elimde yarım küçük top ekmekle merdivenleri koşarak indim, oturduğum evin yani Bjølsen’de Advokat Dehli Meydanı’na bakan sarı renkli tuğla binanın önündeki otobüs durağının hemen bitişiğindeki otoparka geldim, on üç yaşındaki steyşın arabamın, şampanya rengi Mazda 929’un direksiyonuna geçtim. Gideceğim yere kırk beş dakikada varmıştım. Arabayı çok hızlı sürmüştüm. Daha hızlı gitseydim hapsi boylardım.
Bjørkelangen’e giden yol üzerindeki benzin istasyonunun oradaki kavşaktan sola döndüm, ilerleyip Felleskjøpet’nin önünden geçtim, bu tahıl silosunun silindir biçimindeki ambarlarının birisinin üzerine resmedilmiş dev başağın bir tarafında F diğer tarafında K harfleri okunuyordu. Bir sonraki kavşaktan sağa Stasjonsveien Caddesi’ne saptım, burası giriş katında bir kafenin bulunduğu küçük otele giden yoldu, otelin pencereleri kapkaranlıktı, birinde bile ışık yanmıyordu, son gelişimden bu yana geçen zaman zarfında otel kapanmış da olabilirdi, böyle olması pekâlâ mümkün, zira Bjørkelangen’de bir otel, masraflarla nasıl başa çıkabilirdi ki. Yolun biraz daha ilerisinde, tam da tahmin ettiğim gibi istasyon binasının hemen yakınında bir kırmızı telefon kulübesi çarptı gözüme.
Otomobilimi istasyon binasının önüne park ettim, dışarı çıktım, bir otobüs durağı vardı, son durak olmalıydı, ancak Turid’i göremedim. Durakta otobüs yoktu, etraf ıssızdı, istasyonun önüne park etmiş üç araçtan biri benim arabaydı. Diğer iki Volvo otomobilden biri sedan, diğeri steyşındı, her ikisi de maviydi ve eskiydi. Bjørkelangen’de oturan herkes hangi taşıt aracı kime aittir bildiğinden, şampanya rengi paslı Mazda harap vaziyeti ve buralarda hiç görülmeyen plaka numarasıyla göze batıyordu, civardaki evlerde oturanlardan biri muhtemelen pencereden bakıp lanet olası bu araba kimin demiş olmalıydı.
Bu düşünce beni huzursuz etti. Yapmam gereken olabildiğince çabuk içeri girip çıkmaktı ve elbette Turid istasyon binasının ön cephesinde herkesin gözü önünde oturuyor olamazdı, işte bu yüzden binanın etrafını dolaştım ve asıl ön cepheye, yani bir zamanlar ışıl ışıl raylar üzerinde batıdan, Sørumsand istikametinden istasyona bir trenin geldiği ve kısa bir aradan sonra bu kez trenin merdivenlerinden dışarı sarkan kondüktörün yeşil bayrak sallayıp hareket et! hareket et! anlamında elindeki düdüğü gururla üflediği –kim olsa bundan gurur duyardı– ve trenin de harekete geçtiği günlerde ön cephe olan tarafına gittim. Aralarındaki mesafe günümüze göre çok dar olan bu raylar gelecekte de kullanılabilme savaşını bir insan ömrü, hatta daha da uzun bir zaman önce yitirmişti, bununla birlikte bu gerçeğin farkında olmayan tren yirmi, otuz yıl öncesine kadar Bjørkelangen’a gelir ve güney yönüne Skullerud’a doğru devam eder, oradan göle varırdı ve gölde işleyen yandan çarklı buharlı vapur açılıp kapanan kapakları takip ederek kanaldan geçer, sizi ülkenin iç bölgelerinden Ytre Oslofjord sahillerine getirirdi, oradan da dünyanın herhangi bir yerine, ister İspanya’ya, isterseniz Amerika’ya ulaşırdınız, Bjørkelangen Sørumsand ya da Skullerud’a uzak da sayılmazdı, zaten ahalisi aşağı yukarı aynı şiveyi konuşurdu ve işte bu raylar çoktan sökülüp, hurdaya çıkarılmışlardı ve yerlerine yeni raylar da döşenmemişti.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıBenim Durumumdaki Erkekler
- Sayfa Sayısı256
- YazarPer Petterson
- ISBN139786053161820
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviMetis Yayınları / 2024
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Öpüşünde Saklı ~ Julia Quinn
Öpüşünde Saklı
Julia Quinn
Gareth St. Clair ciddi bir çıkmazdadır. Ondan nefret eden babası St. Clair mülkünü ve mirasını mahvetme yolunda ilerlemektedir. Gareth’ın elindeki tek şey geçmişin sır...
- Zeno’nun Bilinci ~ Italo Svevo
Zeno’nun Bilinci
Italo Svevo
Modern İtalyan edebiyatının büyük ustası Italo Svevo'nun başyapıtı sayılan Zeno'nun Bilinci, yarıda kalan bir ruhbilimsel çözümlemenin öyküsüdür. Hastanın, başka bir deyişle romanın başkişisi Zeno'nun psikanaliz seanslarına inancını yitirip yüzüstü bıraktığı doktor, öç almak için...
- Almanca Dersi ~ Siegfried Lenz
Almanca Dersi
Siegfried Lenz
“Toplumlar aykırı olanların karşısında kendilerini her zaman meydan okunmuş, tehdit altında ya da korunmasız hissettiklerinden, tüm ilgilerini ve şüphelerini onlara yönlendirip sonunda düşmanca takibe...