Bir prens nasıl tavlanır?
Illéa ülkesinde tüm genç kızlar doğdukları günden beri sınıf atlamanın peşinde. Paha biçilmez mücevherlere, göz alıcı elbiselere ancak bu şekilde sahip olabilecekler. Bunun için tek bir şansları var: SEÇİM. Kıyasıya bir mücadeleyle geçen Seçimi kazanmanıntek yolu Prens Maxonı kendine âşık etmek.
America içinse Seçim, bir kâbustan farksız. Bu yarışa girmeyi kabul ederse, kendisinden aşağı sınıftan olduğu için herkesten gizlediği aşkı Aspeni arkasında bırakmak zorunda kalacak. Öte yandan bu, ailesinin tek kurtuluş şansı.
America saraya adım atar atmaz, kendini esrarengiz bir dünyanın içinde bulacak. Saray hiç de dışarıdan göründüğü gibi olmayacak.
35 kızın katıldığı vahşi bir yarış nasıl kazanılır?
***
Açlık Oyunları ile The Bachelor arasında bir yerde duran bu roman öyle eğlenceli ki. Yazar, Americanın gizli, ilk aşkının külleri sönerken America ve Prens Maxon arasında gelişen kimyayı öyle ustaca kurmuş ki, okumaya doyamıyorsunuz. Publishers Weekly
Kiera Cassin ilk romanı Beni Seç, reality şov ve distopik bir peri masalının mükemmel sentezi. Kiersten White, Paranormal
***
Selam baba!
(el sallar)
1. Bölüm
Posta kutumuzdaki mektubu aldığımızda annem sevinçten çılgına dönmüştü. Tüm problemlerimizin çözülüp sonsuza dek yok olduğuna karar vermişti bile. Planındaki tek kusur bendim. Söz dinlemeyen bir evlat olduğumu düşünmüyordum ama bu konuda sınırı aşmıştım.
Kraliyet ailesinden olmak istemiyordum. Birinci sınıf olmak da istemiyordum. Hatta kılımı kıpırdatmak bile istemiyordum.
Odamda, tıka basa dolu evimizin gürültüsünden uzaklaşabildiğim tek yerde saklanarak, annemi ikna edebilecek bir neden bulmaya çalıştım. Elimde sadece samimi düşüncelerim vardı… Gerçi birini bile dinleyeceğini sanmıyordum.
Onu daha fazla görmezden gelemezdim. Akşam yemeği yaklaşıyordu ve evin en büyük çocuğu olarak, yemek yapmak benim sorumluluğumdaydı. Yataktan zar zor kalkıp, tımarhanemize doğru yürüdüm.
Annem ters ters baktı ama tek kelime etmedi.
Tavuk, soslu makarna ve elma dilimlerinden oluşan yemeğimizi hazırlayıp, beş kişilik masamızı kurarken mutfak ve yemek odası arasında sessizce, dans eder gibi gidip geldik. İşten başımı kaldırıp ona baksaydım, onun istediklerini istemediğim için
beni suçlayan hiddetli bakışlarıyla karşılaşırdım. Bunu çok sık yapardı. İşveren bir ailenin gereksiz yere kaba saba davranması sonucu çalışmak istemediğimde yaptığı gibi. Ya da altıncı sınıflardan birinin yardımını karşılayacak maddi gücümüz olmadığında benden muazzam bir temizlik yapmamı istediğinde olduğu gibi.
Bazen bu işe yarardı. Bazen yaramazdı. Ve işte bu konuda beni ikna edemezdi.
İnatçılık yaptığımda buna katlanamazdı. Fakat ben bu özelliğimi ondan almıştım, yani şaşırmaması gerekirdi. Gerçi bu sadece benimle ilgili bir konu değildi. Annem son zamanlarda çok gergindi. Yaz bitiyordu, yakında soğukla yüzleşecektik. Ve endişeyle de.
Annem, çaydanlığı masanın ortasına, sinirlenerek tak diye koydu. Limonlu çay fikri ağzımı sulandırdı. Fakat beklemek zorundaydım; şimdi içersem, yemek yerken su içmek zorunda kalırdım.
Kendini daha fazla tutamayarak, “Formu doldursan ölür müsün?” dedi. “Seçim, senin için de hepimiz için de muhteşem bir fırsat olabilir.”
Yüksek sesle iç çektim, o formu doldurmak benim için ölmekten de beterdi.
Asilerin -Illea’dan, geniş ve görece genç ülkemizden nefret eden yeraltı kolonilerinin- saraya sık sık vahşi saldırılar düzenlediklerini herkes biliyordu. Onları daha önce Carolina’daki eylemlerinde görmüştük. Devlet makamlarından biri yakılıp yıkılmış ve bir avuç İkinci sınıfın arabaları tahrip edilmişti. Bir keresinde, hapishaneden görkemli bir kaçış gerçekleştirip, her nasılsa hamile kalmış genç bir kızla, Yedinci sınıfa mensup dokuz çocuk babası bir adamı saldıklarını öğrenince doğru yolda olduklarını düşünmüştüm.
Fakat potansiyel tehlikenin ötesinde, Seçim’i düşünmenin bile kalbimi kıracağını hissediyordum. Beni, şu anda olduğum yerde kalmak zorunda bırakan tüm o sebepleri düşündüğümde gülümsemeden edemiyordum.
Annem, “Bu son birkaç sene baban için çok zorlu geçti,” dedi dişlerini sıkarak. “Birazcık merhametin varsa babanı düşün.”
Babam. Evet. Gerçekten babama yardım etmek istedim. Ve May ile Gerad’a. Ve sanırım, anneme bile. Bu şekilde konuştuğu zaman, ortada gülümsenecek bir şey kalmıyordu. İşler uzunca bir süredir zoraki ilerliyordu. Acaba babam da bunu normale dönmemiz için bir yol olarak mı görüyordu ve herhangi bir meblağ işleri daha iyi hale getirebilir miydi diye merak ettim.
Bu şekilde hayatta kalamayacağımızdan korkuyoruz diyemem. Yoksul değildik. Fakat sanırım yoksulluktan o kadar uzakta da değildik.
Sınıfımız, hiyerarşinin en dibinden sadece üç seviye yukarıda yer alıyordu. Bizler sanatçıydık. Ressamlar ve klasik müzisyenler dipten sadece üç adım yukarıdaydılar. Tam manasıyla. Paramız kısıtlıydı ve gelirimiz genellikle mevsime göre değişirdi.
Tüm büyük tatillerin kış aylarına toplandığını, zamanın yıprattığı bir tarih kitabında okuduğumu hatırlıyordum. Cadılar Bayramı denilen bir şeyin ardından Şükran Günü geliyormuş, daha sonra da Noel ve Yeni Yıl. Hepsi art arda.
Noel hâlâ aynıydı. Bir peygamberin doğum gününü değiştirecek değilsiniz, tabii. Fakat Illea, Çin ile büyük barış antlaşmasını yaptığından beri Yeni Yıl, ayın durumuna göre Ocak’ta ya da Şubat’ta oluyordu. Dünyanın yaşadığımız kısmındaki tüm bireysel şükran ve bağımsızlık kutlamaları artık sadece Minnet Bayramı’ndaydı. Yazın olurdu. Bu, Illea’nın kuruluşunu, hâlâ burada oluşumuzu kutlama vaktiydi.
Cadılar Bayramı nedir bilmiyordum. Asla gün ışığına çıkmadı.
Yani, en azından yılda üç kere ailecek iş sahibi oluyorduk. Babamla May resim yaparlardı ve işverenler bunları, hediyelik olarak satın alırdı. Annem ve ben partilerde gösteriler yapardık -ben şarkı söylerken o piyano çalardı- yapabilecek gücümüz varsa tek bir işi bile geri çevirmezdik. Çocukken, insanların önünde performans sergilemek beni korkuturdu. Fakat artık kendimi arka plan müziği ile örtüştürmeye çalışıyordum. İşverenlerimizin gözünde biz buyduk işte: duyulması gerekenler, görülmesi gerekenler değil.
Gerad henüz kendi yeteneğini keşfedemedi. Sadece yedi yaşında. Hâlâ vakti var.
Yakında yaprakların rengi değişecek ve küçük dünyamız düzensiz bir hale girecekti. Beş ay ama sadece dört işçi. Noel vaktine kadar iş bulabileceğimizin garantisi yoktu.
Bunu bu şekilde düşündüğümde, Seçim sanki tutunabileceğim bir dal gibi gelmişti. O aptal mektup, beni karanlıktan çıkarabilirdi ve ben de ailemi peşim sıra sürükleyebilirdim.
Anneme baktım. Bir Beşinci sınıf için, tuhaf kaçacak kadar kilolu görünüyordu. Obur biri değildi, zaten fazlaca tüketebileceğimiz yiyeceğimiz de yoktu. Belki de beş çocuktan sonra vücut böyle görünüyordur. Saçı kızıldı benimki gibi ama onunki muhteşem beyaz tellerle doluydu. İki sene içinde aniden, birçok yerde belirmişlerdi. Hâlâ çok genç olmasına rağmen gözlerinin kenarları kırışmıştı ve mutfakta görebildiğim kadarıyla, sanki görünmez bir yük omuzlarına binmiş gibi kambur duruyordu.
Birçok sorumluluğu olduğunu biliyordum. Neden özellikle beynimi yıkamak için bu kadar çabaladığını da biliyordum. Fazladan çaba göstererek savaşmıştık ama sonbahar sessizce yaklaşırken, eli boş kalmış, daha da asabi bir hale bürünmüştü. Küçük, salak bir formu doldurmayarak, mantıksızca davrandığımı düşündüğünü biliyordum artık.
Fakat bu dünyada sevdiğim bazı şeyler -önemli şeyler- vardı. Ve o kâğıt parçası tüm arzularımla arama giren, kalın bir duvar gibi görünüyordu. Belki istediklerim aptalcaydı. Belki bunlara sahip olamayacaktım. Ama yine de benimdiler. Ailem benim için ne kadar değerli olursa olsun, rüyalarımdan vazgeçebileceğimi düşünmüyordum. Ayrıca, zaten aileme birçok şey vermiştim.
Kenna evlendiği ve Kota gittiği için ailenin en büyük çocuğu artık bendim ve katkıda bulunabilmek için elimden gelenin en iyisini yapıyordum. Şarkı söylemenin yanı sıra birçok müzik aletini de gereğince çalabilmek için neredeyse tüm gün prova yapıyordum, arta kalan zamanda da evde öğrenim görebilmem için program yapmıştık.
Fakat bu mektup yüzünden çalışmalarımın hiçbiri önemli değildi artık. Annem şimdiden kraliçe oluşumun hayalini kuruyordu.
Eğer kafam çalışsaydı, babam, May ve Gerad gelmeden o aptal ilanı saklardım. Fakat annemin cebine soktuğunu bilmiyordum; yemeğin ortasında birden çıkarıvermişti.
“Singer ailesinin dikkatine,” diye şarkı söyler gibi şakıdı.
Elinden kapmaya çalıştım ama benden hızlıydı. Er geç öğreneceklerdi nasıl olsa ama böyle davranırsa hepsi onun tarafını tutacaktı.
“Anne lütfen!” Yalvardım.
“Duymak istiyorum!” May haykırdı. Hiç sürpriz olmadı. Küçük kız kardeşim aynı bana benzerdi, sadece benim üç yıl önceki halimdi. Fakat görünüşümüz her ne kadar tıpatıp olsa da kişiliklerimiz aynı değildi. Benim aksime o, cana yakın ve umut doluydu. Son günlerde de tam bir oğlan delisiydi. Tüm bu olay ona inanılmaz derecede romantik geliyordu.
Kızardığımı hissediyordum. Babam dikkatle dinliyordu ve May resmen sevinçten zıplıyordu. Gerad, tatlı küçük şey, yemeğini yemeğe devam etti. Annem boğazını temizledi ve devam etti.
“Güncel nüfus sayımı belirtiyor ki on altı ila yirmi yaşları arasında bekâr bir kız şu an itibarıyla evinizde konaklıyor. Sizleri, büyük Illea milletini onurlandırabileceğiniz bir fırsattan haberdar etmek istiyoruz.”
May tekrar haykırdı ve bileğimi yakaladı. “Bu sensin!”
“Biliyorum, seni küçük maymun. Kolumu kırmadan kes şunu.” Fakat bu sefer de elimi tuttu ve birkaç kez daha zıpladı.
“Sevgili prensimiz, Maxon Schreave,” annem devam etti, “bu ay rüştüne kavuşuyor. Hayatının bu yeni evresine adımını atarken, bir yoldaşı olsun istiyor, gerçek bir Illea Kızı’yla evlenmek istiyor. Eğer münasip kızınız, kız kardeşiniz ya da görevliniz Prens Maxon’a gelin olmak ve Illea’nın tapacağı prensese dönüşmek istiyorsa, lütfen ilişikte gönderdiğimiz formu doldurun ve bölge hizmet binanıza bırakın. Prensle tanışmak üzere her bölgeden bir kişi rastgele seçilecektir.
Katılımcılar, kaldıkları süre boyunca Angeles’daki güzel Illea Sarayı’nda ağırlanacaklar. Her katılımcının ailesi, kraliyet ailesine karşı görevlerinden ötürü cömertçe mükâfatlandırılacaktır.” Etki yaratabilmek için son kelimeleri üzerine basa basa söylemişti.
Devam ederken gözlerimi devirdim. Oğullarına böyle yapıyorlardı işte. Kraliyet ailesinde doğan prensesler, diğer ülkelerle olan ilişkileri kuvvetlendirmek adına evlilik adı altında satılıyorlardı. Neden yapıldığını anlıyordum, müttefike ihtiyacımız vardı. Fakat hoşuma gitmiyordu. Böyle bir şeye tanık olmamıştım ve asla olmamayı umuyordum. Kraliyet ailesinden üç kuşaktır prenses çıkmamıştı. Prensler ise zaman zaman düşen morali yüksek tutmak için halktan biriyle evleniyorlardı. Seçim’in bizleri birbirimize yakınlaştırmak ve Illea’nın bile neredeyse hiçlikten doğduğunu göstermek için gerçekleştiğini sanıyordum.
Bu burnu havada, küçük pısırığın, içlerinde en gösterişli ve en sığ olan kızı sırf televizyonda yanında görünsün diye tüm ülkenin önünde seçtiği yarışmaya katılmanın… düşüncesi bile çığlık atmam için yeterliydi. Bundan daha küçük düşürücü ne olabilirdi ki?
Ayrıca, İki ve Üçüncü sınıfın arasında yaşamak istemeyecek kadar evlerine girip çıktım, Birinci sınıf olmayı saymıyorum bile. Aç olduğumuz zamanlar hariç Beş olmaktan memnundum. Annem
kast sisteminde tırmanmaya hevesli bir kadındı, ben değildim.
“Ve tabii ki America’yı sevecek! O kadar güzel ki.” Annem kendinden geçti.
“Lütfen, anne. Güzel falan değilim ben, olsam olsam sadece ortalama biri olabilirim.”
May, “Hiç de değil!” dedi. “Çünkü ben birebir sana benziyorum ve ben güzelim!” Gülümsemesi o kadar kocamandı ki kendimi tutamayıp bir kahkaha attım. Bu doğruydu da. Çünkü May gerçekten güzeldi.
Sadece yüzü, çekici gülümseyişi ya da ışıldayan gözleri değildi onu güzel yapan; May enerji yayıyordu, sürekli yanında olmak istemenizi sağlayan bir azmi vardı. May mıknatıs gibiydi ve ben, açıkçası, onun gibi değildim.
“Gerad, ne düşünüyorsun? Sence ben güzel miyim?” diye sordum.
Tüm gözler ailemizin en genç üyesine kilitlendi.
“Hayır! Kızlar iğrenç!”
“Gerad, lütfen.” Annem, sabrı taşmış gibi iç çekti ama gerçekten kızgın değildi. Ona kızmak zordu. “America, çok tatlı bir kız olduğunu bilmelisin.”
“Madem o kadar tatlıyım, neden hiç kimse gelip beni dışarı çıkarmak istemiyor?”
“Ah, geliyorlar ama ben onları kışkışlıyorum. Benim kızlarım Beşlerle evlenmek için fazlasıyla güzeller. Kenna bir Dörde sahip oldu ve eminim sen daha iyisini yapabilirsin.” Annem çayından bir yudum aldı.
“Adı James. Ona numarayla seslenmeyi bırak. Ve ne zamandan beri oğlanlar kapıya geliyor?” Sesimin gittikçe yükseldiğini fark ettim.
Babam, “Bir süredir,” dedi ve ilk defa konuşmaya katılmış oldu. Sesinde üzgün bir tını vardı ve kararlı gözlerle bardağına bakıyordu. Onu bu kadar üzenin ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Oğlanların kapıya gelmesi mi? Annemle yine tartışıyor olmamız mı? Yarışmaya katılmayacak olmam mı? Katılırsam ne kadar dayanabileceğim mi?
Gözlerini bir anlığına görebildim ve aniden anladım. Benden bunu talep etmek istemiyordu. Gitmemi istemiyordu. Fakat faydalarını, tek bir gün için bile olsa, inkâr edemiyordu.
Annem “America mantıklı ol,” dedi. “Kızlarını buna ikna etmeye çalışan ülkedeki tek ebeveynler bizlerizdir kesin. Bu fırsatı düşün! Bir gün kraliçe olabilirsin!”
“Anne. Kraliçe olmak istesem dahi, ki kesinlikle istemiyorum, bölgede bu yarışmaya katılacak binlerce kız var. Binlerce. Ve diyelim ki bir şekilde kurada çekildim, yine de orada otuz beş kız daha olacak, hiç şüphe yok ki baştan çıkarma konusunda benim hayat boyu sergileyebileceğimden çok daha iyilerdir.”
Gerad’ın kulakları dikildi. “Baştan çıkarma ne demek?”
Hep bir ağızdan “Hiçbir şey,” dedik.
“Yani, benim bir şekilde kazanabileceğimi düşünmek saçmalık.” Sözümü bitirdim.
Annem sandalyesini çekip ayağa kalkarak masanın üzerinden bana doğru eğildi. “Biri kazanacak America. Senin de diğerleri kadar şansın var.” Peçetesini fırlatıp gitti. “Gerad, yemeğini bitirdikten sonra banyo yapacaksın.”
Gerad homurdandı.
May sessizce yemeğini yedi. Gerad ikinci bir tabak istedi ama yoktu. Kalktıklarında, babam çayını yudumlarken ben de masayı temizlemeye başladım. Saçında yine boya kalmıştı, beni gülümseten biraz sarı boya. Gömleğindeki kırıntıları silkeleyerek ayağa kalktı. “Üzgünüm baba.” Tabakları toplarken mırıldandım.
“Komik olma kedicik. Sinirlenmedim.” Kolayca gülümseyip bana sarıldı.
“Ben sadece…”
“Bana açıklaman gerekmez tatlım. Biliyorum.” Alnımdan öptü. “İşe dönüyorum.”
Bunun üzerine mutfağa gidip temizliğe başladım. Neredeyse hiç dokunmadığım tabağımı bir peçeteyle kapatıp buzdolabına koydum. Benden başka kimse kırıntıdan fazlasını bırakmamıştı.
İç çekip, yatmak için odamın yolunu tuttum. Tüm bu olay beni çileden çıkarıyordu.
Neden annem bu kadar üzerime geliyordu? Mutlu değil miydi? Babamı sevmiyor muydu? Neden bu onun için yeterli değildi?
Topaklanmış döşeğime uzandım, Seçim’i düşünmeye çalışıyordum. Sanırım avantajlı yönleri de vardı. Bir süre için karnımı iyice doyurmak fena olmazdı. Fakat yarışmayı umursamak için bir sebep yoktu ortada. Prens Maxon’a âşık olacak değildim. Illea Başkent Raporu’ndan anladığım kadarıyla heriften hoşlanmamıştım bile.
Gece yarısına kadar vakit sonsuzluk gibi geçmek bilmedi. Kapımdaki aynanın karşısına dikilip saçımın bu sabahki kadar iyi göründüğünden emin oldum; sonra yüzümde renk olsun diye biraz dudak parlatıcısı sürdüm. Annem, sadece gösterilerimizde ve insan içine çıktığımız zamanlarda kullanmamız için makyaj malzemelerimizi saklardı ama ben, bu gece olduğu gibi, bazı gecelerde biraz kullanırdım.
Elimden geldiğince sessizce mutfağa süzüldüm. Yemekten artırdıklarımı kaptım, çıkınımı bayatlamaya başlayan biraz ekmek ve bir elmayla doldurdum. Saat geç olduğu için odama yavaşça geri gitmek çok zordu. Fakat bunları daha önce yapsaydım da sabırsızlanırdım.
Penceremi açtım ve küçük arka bahçemize baktım. Dışarıda ay görünmüyordu, yani hareket etmeden önce gözlerimin karanlığa alışmasını beklemem gerekiyordu. Bahçenin ilerisinde, ağaç evinin gölgesi gecenin içinde belli belirsizdi. Çocukken Kota, gemiye benzesin diye dallarına çarşaf gererdi. O kaptan olurdu, ben de onun tayfası. Görevlerim, genellikle zemini paspaslamak ile annemin tavalarına doldurduğum toprak ve çubuklardan oluşan bir yemek yapmaktan ibaret olurdu. Kota, bir kaşık dolusu toprak alırdı ve omzunun üstünden atarak “yerdi.” Bu benim tekrar paspas yapmam gerektiği anlamına gelirdi ama umursamazdım. Sadece Kota ile gemide olmaktan mutluydum.
Etrafıma bakındım. Tüm komşu evler karanlıktı. Kimse beni izlemiyordu. Pencereden dikkatlice çıktım. Hatalı çıkışlar yaptığım zamanlarda karnımda morluklar oluşurdu ama artık kolaydı; bu, senelerce üzerinde çalışıp geliştirdiğim bir yetenekti. Ve yiyecekleri rezil etmek de istemiyordum.
Çimenlerin üzerinden, en sevimli pijamalarımla aceleyle geçtim. Günümü üzerimdekilerle bitirebilirdim ama pijamalarım kendimi daha iyi hissettiriyordu. Ne giydiğimin önemli olduğunu düşünmüyordum ama minik kahverengi şortumun ve dar beyaz gömleğimin içinde kendimi güzel hissediyordum.
Artık, tek elle ağaca çakılı çıtaları tutmakta zorlanmıyordum. Bu yeteneği de geliştirmiştim. Her adım rahatlık sağlıyordu. Arada pek fazla mesafe yoktu ama buradayken, evimin gürültüsü kilometrelerce uzakta kalmış gibi hissediyordum. Burada kimsenin prensesi olmak zorunda değildim.
Kurtuluşum varsaydığım küçük kutuya tırmanırken yalnız olmadığımı biliyordum. Birisi gecenin içinde, en uzak köşede saklanıyordu. Nefes alışım hızlandı, elimden bir şey gelmiyordu. Yiyeceklerimi zemine koydum ve gözlerimi kısarak baktım. Kişi hareket etti, pek işe yaramayan bir mum yaktı. Çok aydınlık sağlamıyordu -evden kimse göremezdi- ama yeterliydi. Sonunda davetsiz misafir konuştu ve sinsi bir gülücük suratına yayıldı.
“Hey, güzellik.”
2. Bölüm
Ağaç evinin derinliklerine doğru süründüm. Birkaç metre genişliğindeydi; Gerad bile burada ayakta duramazdı. Fakat burayı seviyordum. Sürünerek geçmek için bir girişi ve tam karşıda da ufak bir penceresi vardı. Eski bir tabureyi, mum konulacak bir masa işlevi görmesi için köşeye yerleştirmiştim ve serdiğim paspas da o kadar eskiydi ki üzerinde oturmanın yerde oturmaktan pek farkı yoktu. Fazla bir şey yoktu ama burası benim cennetimdi. Bizim cennetimizdi.
“Lütfen bana güzellik deme. Önce annem, sonra May ve şimdi de sen. Artık sinirlerimi bozmaya başladı.” Aspen bana bu şekilde bakarken, ‘ben güzel değilim’ tezimi savunacak halim yoktu. Gülümsedi.
“Elimde değil. Sen gördüğüm en güzel şeysin. Söyleyebileceğim tek anda, bunu söylediğim için beni yargılayamazsın.” Uzandı, yüzümü avuçlarına aldı ve ben de gözlerinin içine baktım.
Gerekli olan tek şey buydu. Dudakları benimkilerin üstündeydi ve artık hiçbir şey düşünemiyordum. Seçim yoktu, çaresiz ailem yoktu, Illea bile yoktu. Sadece Aspen’in, beni kendine doğru çeken sırtımdaki elleri, Aspen’in yanaklarımdaki nefesi vardı. Ellerim siyah saçlarına gitti, hâlâ duştan kalma bir ıslaklığı vardı; daima geceleri duş alırdı ve saç telleri mükemmel, minik kıvrımlar halinde omuzlarına dökülürdü. Annesinin ev yapımı sabunu gibi kokuyordu. Bu kokuyu rüyalarımda duyardım. Ayrıldık ve gülümsemeden edemedim.
Bacakları ayrıktı, ben de aralarına geçip sanki beşikte sallanmak isteyen bir çocuk gibi kıvrılıp oturdum. “Daha iyi bir ruh hali içinde olmadığım için üzgünüm, sadece… Postadan şu aptal duyuruyu aldık bugün.”
“Ah, evet, mektup.” Aspen iç çekti. “Biz iki tane aldık.”
Tabii ki. İkizler on altı yaşına yeni basmıştı.
Aspen, ben konuşurken suratımı inceliyordu. Birlikteyken hep böyle yapardı, sanki yüzümü kafasına kazımaya çalışırdı. Aradan bir haftadan fazla bir süre geçmişti; ikimiz de eğer birkaç gündür görüşmüyorsak tedirgin olurduk.
Ben de ona baktım. Hiçbir sınıf ayrımı gözetmeden, Aspen, açık ara, kasabadaki en çekici adamdı. Koyu renk saçları, yeşil gözleri ve sanki bir sır saklıyormuş gibi düşünmenizi sağlayan bir gülüşü vardı. Uzun boyluydu ama çok uzun değildi. Zayıftı ama çok zayıf da değildi. Loş ışıkta, gözlerinin altında minik torbacıklar olduğunu gördüm; bu hafta geç saatlere kadar çalıştığına şüphe yoktu. Siyah tişörtünün birkaç yeri ipliklerine kadar sökülmüştü, aynı neredeyse her gün giydiği paspal kot pantolonu gibi.
Keşke oturup Aspen için onları yamayabilseydim. Bu benim en büyük arzumdu. Illea’nın prensesi olmak değil. Aspen’in olmak istiyordum.
Ondan uzakta olmak bana acı veriyordu. Bazı günler ne yapıyor diye düşünmekten çılgına dönüyordum. Bununla başa çıkamadığım zamanlarda müzik alıştırmaları yapıyordum. Müzisyen olduğum için Aspen’e gerçekten teşekkür etmeliyim. Dikkatimi başka yöne çekiyordu.
Ve bu kötü bir şeydi.
Aspen Altıncı sınıftı. Altılar hizmetçidir, daha iyi öğrenim görmüş ve iç mekânlarda çalışmak için eğitilmiş oldukları için Yedilerden sadece bir adım daha yukarıdadırlar. Aspen tanıdığım herkesten daha akıllı ve insanı mahvedecek kadar yakışıklıydı ama bir kadının kendinden daha aşağıdaki sınıftan biriyle evlenmesi tipik bir davranış değildi. Daha aşağı bir sınıftan bir adam, evlenme teklifi edebilirdi ama cevap nadiren evet olurdu. Ve herhangi biri farklı sınıftan biriyle evlenmek istediğinde, evrak doldurmaları ve diğer resmi işlemlere başlamadan önce doksan gün kadar beklemeleri gerekirdi. Bunun, insanlara fikir değiştirmek için şans tanımak manasına geldiğini birden fazla kişiden duymuştum. Yani, bizim bu kadar samimi ve Illea’nın sokağa çıkma saati haricinde dışarıda olmamız… Başımızı çok ciddi bir şekilde belaya sokabilirdik. Annemden göreceğim cehennem azabını saymıyorum bile.
Fakat Aspen’i seviyordum. Aspen’i neredeyse iki senedir seviyordum. Ve o da beni seviyordu. O orada oturmuş saçımı okşarken, Seçim’e katıldığımı hayal edemiyordum.
“Bu konuda ne düşünüyorsun? Seçim hakkında yani?” diye sordum.
“Olabilir, sanırım. Bir şekilde bir kız bulmalı, zavallı herif.” Sesindeki iğnelemeyi duyabiliyordum. Fakat gerçekten fikrini bilmek istiyordum.
“Aspen.”
“Tamam, tamam. Yani, bir yandan üzücü olduğunu düşünüyorum. Prens kimseyle çıkmıyor mu? Yani cidden kimseyi bulamıyor mu? Dışarılarda bir yerlerde, ona layık birileri olmalı. Anlayamıyorum. İşte bunları düşünüyorum. Fakat diğer yandan… ”
İçini çekti. “Bir yanım da iyi bir fikir olduğunu düşünüyor.
Heyecan verici bir şey. Herkesin gözü önünde âşık olacak. Ve birilerinin sonsuza dek mutlu yaşaması ya da nasıl derler, hoşuma gidiyor. Herhangi biri yeni kraliçemiz olabilir. Bu umut verici. Benim de sonsuza dek mutlu olabileceğimi düşündürüyor.”
Parmakları dudaklarımda dolaşıyordu. Yeşil gözleri ruhumun derinliklerini yokluyordu ve sadece onunlayken sahip olabileceğim o bağı hissedebiliyordum. Ben de sonsuza dek mutlu olmamızı istiyordum.
“Yani ikizlerin katılması fikrini destekliyorsun, öyleyse?” diye sordum.
“Evet. Yani, hepimiz zaman zaman prensi görüyoruz; yeterince iyi bir herife benziyor. Ukalanın teki, ona şüphe yok ama dost canlısı. Ve kızlar çok istekli; onları izlemek eğlenceli oluyor. Bugün eve geldiğimde etrafta dans ediyorlardı. Ve kimse ailem için iyi olacağını inkâr edemez. Annem umutlu, çünkü bir yerine iki katılım hakkımız var.”
Bu korkunç yarışma hakkında duyduğum tek iyi haber buydu. Bu kadar kendime odaklanıp, Aspen’in kız kardeşlerini düşünmediğime inanamıyordum. İçlerinden birisi giderse, biri kazanırsa…
“Aspen bunun ne demek olduğunun farkında mısın? Ya Kamber ya da Celia kazanırsa?”
Bana daha da sıkıca sarıldı, dudakları alnıma değiyordu. Bir eli sırtımda aşağı yukarı hareket ediyordu.
“Bugün tek düşündüğüm buydu,” dedi. Sesinin azimli tınısı kafamdaki tüm düşünceleri sildi. Tek istediğim Aspen’in bana dokunması, beni öpmesiydi. Ve bu, gecenin tam olarak gideceği noktaydı ama karnı guruldadı ve beni bu düşüncelerden arındırdı.
“Ah, hey, sana abur cubur getirdim,” dedim sakince.
“Ah, öyle mi?” Heyecanlanmamış gibi konuşmaya çalışıyordu ama istekli olduğu biraz belli olmuştu.
“Bu tavuğa bayılacaksın; ben yaptım.”
Küçük çıkınımı bulup Aspen’e getirdim, o da nezaket sahibi biri olduğundan, azar azar yedi. Elmadan bir ısırık aldım, böylece ikimiz için hazırladığımı düşünecekti ama daha sonra yere koyup hepsini yemesini sağladım.
Öğünler benim evimde endişe kaynağıyken, Aspenlerde tam bir felaketti. Bizden çok daha düzenli işleri olmasına rağmen onlara daha az para ödeniyordu. Asla ailesine yetecek kadar yiyecekleri olmuyordu. Yedi kardeşin en büyüğüydü ve ben aileme yardım edebilmek için nasıl harekete geçiyorsam o da yardım edebilmek için bir köşeye çekiliyordu. Azıcık yiyeceğini yemeyip kardeşleri ile sürekli işten güçten yorgun olan annesine yediriyordu. Babası üç sene önce ölmüştü ve Aspen’in ailesi, neredeyse her şey için ona güveniyordu.
Aspen, parmaklarındaki tavuk baharatını yalayıp, ekmeği bölerken tatminkâr bir şekilde onu izledim. En son ne zaman yemek yediğini hayal edemiyordum.
“Sen iyi bir aşçısın. Birini bir gün çok şişman ve mutlu edeceksin,” derken ağzı elmadan aldığı ısırıkla doluydu.
“Seni şişman ve mutlu edeceğim. Bunu biliyorsun.”
“Ah, şişman olmak!”
Kahkaha attık ve görüşmeyeli hayatında neler olduğunu anlattı. Fabrikalardan biri için kâtiplik yapmış ve gelecek hafta da idare edecek kadar para kazanmış. Annesi, sonunda bölgemizde bulunan birkaç İkinci sınıfın evi için rutin temizlik işi almış. İkizlerin daha fazla çalışabilmeleri için anneleri, onları okul-sonrası drama kulübünden almış ama ikizler buna çok üzülmüşler.
“Pazar günleri de çalışıp, biraz daha para kazanabilir miyim diye düşüneceğim. Çok sevdikleri bir şeyden vazgeçmeleri fikrinden nefret ediyorum.” Umutla, sanki gerçekten yapabilirmiş gibi söylemişti.
“Aspen Leger, sakın buna cüret etme! Zaten çok fazla çalışıyorsun.”
“Ah, Mer,” diye kulağıma fısıldadı. Tüylerim diken diken olmuştu. “Kamber ve Celia nasıldır, bilirsin. Dışarda olması gereken tiplerden. Tüm zamanlarını temizlik yapıp, ofis işleri yaparak geçiremezler. Bu onların doğasında yok.”
“Fakat her şeyi senden beklemeleri de adil değil Aspen. Kız kardeşlerin hakkında nasıl hissediyorsun biliyorum ama kendine de dikkat etmelisin. Onları gerçekten seviyorsan, onlara bakan kişiye daha iyi göz kulak olmalısın.”
“Sen endişelenme Mer. Ufukta iyi şeyler olduğunu düşünüyorum. Sonsuza kadar bu işi yapmayacağım.”
Fakat yapacaktı. Çünkü ailesi daima paraya ihtiyaç duyacaktı. “Aspen, bunların üstesinden gelebileceğini biliyorum. Fakat sen süper kahraman değilsin. Tüm sevdiklerin için her şeyi sağlaman beklenemez. Sen sadece… Sen her şeyi yapamazsın.”
Bir anlığına ikimiz de sessiz kaldık. Sözlerimi dikkate aldığını, eğer yavaşlamazsa kendini yıpratacağının farkına vardığını umuyordum. Yorgunluktan ölmek Altılar, Yediler ya da Sekizler için yeni bir şey değildi. Buna katlanamazdım. Göğsüne iyice sokuldum, kafamdan bu düşünceyi çıkarmaya çalışıyordum.
“America?”
“Evet?” diye fısıldadım.
“Seçim’e katılacak mısın?”
“Hayır! Tabii ki katılmayacağım! Tanımadığım biriyle evlenmeyi aklıma getirebileceğimi dahi, kimsenin düşünmesini istemem. Seni seviyorum.” Tüm kalbimle söylemiştim.
“Altılardan biri olmak mı istiyorsun? Daima aç kalmak?
Daima endişeli olmak?” diye sordu. Sesindeki acıyı da altında yatan asıl soruyu da duyabiliyordum: Sarayda, insanların benden emir beklediği bir yerde mi yoksa üç odalı bir dairede, Aspen’in ailesiyle birlikte mi uyumak isterdim?
“Aspen, bunu başaracağız. Zekiyiz. İyi olacağız.” Gerçek olmasını diledim.
“O şekilde olmayacağını biliyorsun Mer. Hâlâ aileme destek olmam gerekecek; ben terk edecek biri değilim.” Kollarına daha da sokuldum. “Ve eğer çocuklarımız olursa…”
“Çocuklarımız olduğunda… bu konuda dikkatli oluruz. Kim iki taneden daha fazlasına sahip olmamız gerektiğini söylüyor?” “Biliyorsun bu kontrol edebileceğimiz bir şey değil!” Sesinde büyüyen asabiyeti duyabiliyordum.
Onu suçlayamazdım. Eğer yeterince zenginseniz, aile planlaması yapabilirdiniz. Eğer Dört ya da daha kötüsüyseniz, kendi başınızın çaresine bakmaya terk edilirdiniz. Son altı aydır, gerçekten birlikte olmanın bir yolunu ararken, birçok tartışmamızın konusu bu olmuştu. Çocuklar en zor konuydu. Ne kadar çok olursa, evde o kadar çok çalışan kişi olurdu. Fakat diğer yandan, çok fazla aç karın…
Tekrar sessizleştik, ikimiz de ne diyeceğimizden emin olamıyorduk. Aspen tutkulu bir insandı; tartışmalarda kendini biraz fazla kaptırabiliyordu. Çok fazla sinirlenmeden önce kendini tutmak konusunda artık biraz daha iyiydi ve o anda buna çabaladığını biliyordum.
Endişeli ya da üzgün olmasını istemedim; gerçekten bunu başarabileceğimizi düşünmüştüm. Yapabileceklerimizi planlayabilirsek, yapamadıklarımızın üstesinden gelebilirdik. Belki ben fazla iyimserdim, belki de fazla âşıktım ama Aspen ile feci şekilde istediğimiz şeyleri yapabileceğimize, gerçekleştirebileceğimize cidden inanıyordum.
“Bence yapmalısın,” dedi birden.
“Ne yapmalıyım?”
“Seçim’e katıl. Bence katılmalısın.”
Ona şöyle bir baktım. “Sen aklını mı kaçırdın?”
“Mer dinle beni.” Ağzı kulağımın dibindeydi. Bu hiç adil değildi; dikkatimi dağıtacağını biliyordu. Nefes nefeseydi ve sesi usul usul çıkıyordu, sanki romantik bir şeyler söylüyor gibiydi ama aslında önerdiğinin romantizmle alakası yoktu. “Daha iyisi için şansın varsa ve bu şansı sırf benim uğruma kullanmazsan, kendimi asla affetmem. Buna dayanamam.”
Hızlıca nefes verdim. “Çok komik. Katılan binlerce kızı düşünsene. Seçilemem bile.”
“Seçilemeyeceksen, neden sorun olsun ki?” O anda, parmakları kollarımda bir aşağı bir yukarı dolaşıyordu. Bunu yaptığında onunla tartışamazdım. “Tek istediğim katılman. Sadece denemeni istiyorum. Eğer gideceksen de gidersin. Gidemezsen, en azından seni bundan alıkoyduğum için kendime eziyet etmek zorunda kalmayacağım.”
“Ama ben onu sevmiyorum Aspen. Hoşlanmıyorum bile. Tanımıyorum bile.”
“Kimse onu tanımıyor. Olay da bu, gerçi, belki de ondan hoşlanırsın.”
“Aspen, bir dakika. Ben seni seviyorum.”
“Ve ben de seni seviyorum.” Sözlerini ispatlamak için beni yavaşça öptü. “Ve beni seviyorsan, bunu yaparsın, ben de ‘eğer’ diyerek kafayı yemem.”
Bunu kendisiyle ilişkilendirdiğinde, hiç şansım kalmamıştı. Çünkü onu incitemezdim. Hayatını kolaylaştırabilmek için elimden gelen her şeyi yapıyordum. Ve haklıydım. Seçilmemin kesinlikle imkânı yoktu. Yani, sadece katılmalı, herkesi memnun etmeliydim ve seçilmediğimde, hepsi bunun peşini bırakırdı.
…
“Beni Seç” için bir yanıt
Bir yanıt yazın
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Bilimkurgu-Fantazya Edebiyat Fantastik
- Kitap AdıBeni Seç
- Sayfa Sayısı304
- YazarKiera Cass
- ISBN9786050912852
- Boyutlar, Kapak14x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDex Kitap / 2013-2
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Krallar Ve Soytarıları / Hepimiz Gökyüzü Olmak İstedik 2 ~ N. G. Kabal
Krallar Ve Soytarıları / Hepimiz Gökyüzü Olmak İstedik 2
N. G. Kabal
Korku seni güçlü kılacak! Tanrıçaların fısıltısı ile taşların peşine düşen Nova kolyesini geri almak için Ateş Lordu’na tuzak kurarak Ateş Krallığı’na gider. Su Krallığı’nın yükselişinden...
- Locke Lamora’nın Yalanları ~ Scott Lynch
Locke Lamora’nın Yalanları
Scott Lynch
"Boğazında kanayan bir kesik olsa ve bir hekim o kesiği dikmeye çalışsa Lamora iğneyle ipliği çalar ve kahkahalar atarak geberip gider. Çocuk… çok fazla çalıyor." Camorr şehri, tarihi boyunca pek çok soysuzluğa, yolsuzluğa, uğursuzluğa, hırsızlığa tanıklık etmiş, büyülü atmosferinde her birini tek tek sindirebilmiştir; Camorr'un Belası'nın ismi şehrin nemli duvarlarında yankılanana dek…
- Tanrıçanın Savaşı ~ Aimee Carter
Tanrıçanın Savaşı
Aimee Carter
Kate Winters ölümsüzlüğü hak etti. Ama hayatını Ölüler Diyarı’nda, Henry ile birlikte geçirmek istiyorsa bunun uğruna savaşması gerekecek. Fakat başarısız olursa… Bütün olanlar içerisinde,...
Bu hikaye kaç bölüm ?